Soner Sevgili

Soner Sevgili

07 Nisan 2024 Pazar

Lise yıllarında…

Lise yıllarında…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Soner SEVGİLİ

Lise yıllarında idik. 1980’li yılların başı… Bahar ayları ya da yaz başı olabilir… Üniversite sınavı öncesinde Adana’da dershaneye gidiyorduk.

Keşfetme merakı, heyecanlar yaşamak özlemiyle kanımızın kıpır kıpır aktığı o dönemde kuzenim Özden’le gizlice Mersin’e gittik. Adana’dan kalkan trene bindik, Mersin’de tren garında indik… Gün boyu ilk kez gördüğümüz Mersin’in sokaklarında dolaştık. Bulduğumuz bir esnaf lokantasında yemek yedik. Ve deniz kıyısında banklara oturduk denizi seyrettik…

Günün nasıl geçtiğini fark etmemiş olacağız ki, Adana’ya dönen son trenin saatini kaçırmışız… Ve cebimizde ki para da gece bir otelde kalmaya yetmiyordu. O yüzden en güvenli ve güzel bulduğumuz bir balıkçı barınağını gece kalmak için kendimize mekân olarak seçtik.

Bir pastaneden aldığımız poğaçaları bu barınaktaki bankların üzerinde yedik… Ailelerimizden habersiz, dışarda geçireceğimiz bu ilk gece çok heyecanlı olduğumuzu hatırlıyorum… Bir de tarifsiz güzel bir koku… Uzun süre ikimizin de duyduğu, hayran kaldığı ve bilmediğimiz bu kokunun nereden geldiğini, daha doğrusu kaynağını bulmaya çalıştık.

Barınağın hemen arkasında büyük bir park vardı. Ve bu parkın içinde türlü türlü ağaçlar, çiçekler… Gecenin karanlığında bütün parkı defalarca, defalarca dolaştık… Bütün çiçekleri, bütün çiçek açmış ağaçları kokladık… Her birinin farklı güzellikte kokusu vardı ama bizim duyduğumuz ve bir anlamda meftunu olduğumuz koku o değildi.

Sonunda bulduk o büyülü kokuyu. Hiç bilmediğimiz bir çiçekten geliyordu. Bir süre yanına oturduk ve daha çok içimize çektik, daha çok…

O gecenin ilerleyen saatlerinde, hatta sabahına doğru balık avından dönen bir balıkçı bizi gördü. Adamcağız anladı bizim kalacak bir yerimiz olmadığını. Ne konuştuk çok hatırlamıyorum ama bizi tekneye davet etti. Bize iki battaniye verdi ve küpeştenin üzerinde uyumamızı söyledi.

Not: Yazının bu bölümü için kullanacağım balkonumuzdaki akşamsefası fotoğraflarını şehir dışında olduğum için kullanamıyorum… Yerine 1910’lu yıllarda yörenin botanik zenginliğini belgelemek amacıyla çekilen fotoğrafları kullandım.

Bir de yazının devamı aşağıda…

O gece, teknenin salınımı, yıldızlar, deniz ve balık kokusuna karışmış çiçeklerin kokusuyla uyuduk… Ömrü hayatımda ki en güzel gecelerden biriydi…

Sabah balıkçının sesi ile uyandık. Bize gelirken, yaptığı ya da yaptırdığı iki tostla birlikte çay ikram etti. Kahvaltı sırasında O’na gece duyduğumuz ve peşinden koştuğumuz o kokunun kaynağı olan çiçeği anlattık. Ve gösterdik o kokunun kaynağını;

– Akşamsefası… dedi.

Ben o günden bu yana nerede akşamsefası görsem, yere düşmüş tohumundan cebime atarım. Ve yaşadığım evlerde mutlaka bir köşede akşam sefası ekilidir. Bulduğum tohumun geldiği yere göre kimi zaman beyaz, kimi zaman pembe, kimi zaman kırmızı… Akşam oldu mu, akşama bir sefa katmak için usul usul açar ve o buğulu kokusunu karanlığın içine salar…

O yüzden benim anı tapınağımda “akşamsefası” Mersin’dir… Özden’dir… Hiç tanımadığı iki çocuğa teknesini açıp, onlara battaniye ve yiyecek veren balıkçıdır…

Devamını Oku

Ağca Baba’nın yatırı…

Ağca Baba’nın yatırı…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Soner SEVGİLİ

Ağca Baba’nın yatırı, Kozan’da evimizin hemen yakınında, eski Manastır’ın alt tarafında çevresi duvarla çevrili, içerisinde ulu ağaçlar ve onların dibinde mezarlarla dolu kutsal bir alandır.

Bahçe içerisinde Ağca Baba’nın 4-5 metrelik uzun kabri ile birlikte kimi düzgün kesme taştan yapılmış, kimi sıradan taşlarla sınırı belirlenmiş mezarlar vardır.

Bu mezarlardan bazıları, Kozan Mezarlığı’nda da görebileceğimiz gibi İslami baş ve ayak taşlarından oluşurken, bazıları kesme taştan yapılmış sütun ve sütün başlığı şeklindedir. Hatta içlerinden birisi, antik dönemlerden kalma mozole şeklindedir.

O zamanda Ağca Baba’nın hangi dönemde yaşadığını ne biz ne de büyüklerimiz bilirdi. Ama bu 4-5 metrelik kabirde yatan adamın bir evliya olduğu ve mutlaka kerametlerinin olması gerektiğine inanırdık. O zaman ki aklımla, hemen bu yatır alanının bitişiğinde oturan Azmi Ağca ve ailesinin ne kadar şanslı olduğuna inanır, evlerinin konumundan dolayı onlara imrenirdim.

Ağca Baba’nın hemen alt tarafında eski cezaevi ve jandarma vardı. Cezaevinin köşelerine denk gelen yerlerde de nöbetçi kulübeleri. O kulübelerde nöbet tutan askerlerin her gece bu yatır alanından yükselen ezan seslerini duydukları söylenirdi.

Ne zaman yaşadığı ve kim olduğu net olarak bilinemeyen ama bir Türkmen ereni olduğu söylenen Ağça Baba’nın ismine ilk Osmanlı salnamelerinde rastlanır. 1297 tarihli (Miladi 1881 yılına denk geliyor) Adana salnamesi’nin Livayı Kozan Sis Kasabası bölümünde; “Evliya-yı Kiramdan ağca baba ve kasaba-i meskura bir çarık mesafede Çomak Dede hazeratının makam-ı alileri vardır” denilmektedir.

Benim anı tapınağımın oluşmasında ise Ağca Baba 1970’li yılların başına kadar uzanır. Mahallemizde, hatta başka mahallelerde mevlid adakları olanlar mutlaka Ağca Baba’yı tercih ederdi.

Oğlu-kızı işe, okula girdiği, hasretler bittiği, kayıplar bulunduğu, dilekler yerine geldiği için adakta bulunanlar mevlid okutmak için tek bir adresi duyururdu; Ağca Baba…

Kıble tarafında son derece sade bir mihrabı olan, alçak tonoz tavanlı bu yapı 3-4 metreye 5-6 metre büyüklüğünde, zemini tahta kaplı bir odacık idi. Duvarlarında kitap, lamba ve eşya koymak için nişler ve dışardan ışık almasını sağlayan bir pencere vardı. Benim çocukluğumda burada elektrik yoktu ve ışık sadece bu pencereden gelirdi. (O yüzden ben burayı hep loş ve pencereden süzülen etkileyici bir ışık hüzmesiyle hatırlıyorum.)

Bahçenin içinde, yerin altında denilebilecek bu alana 8-10 basamakla inilirdi. Ve bu basamakların başında kocaman, neredeyse ağaçlanmış ıtırlar… Aşağıya inenler, ellerini bu ıtırın yapraklarına sürter ve havaya bir ıtır esintisi salarlardı.

Itır da yaşadığım evlerde hep olmasına özen gösterdiğim çiçeklerden biridir. Ve benim anı tapınağımda çocukluğuma yaptığım yolculuklarda çok önemli bir yol göstericidir… Itır kokusu benim için annem ve annemin arkadaşlarıdır, mevlid törenleri ve o törenler sırasında dağıtılan limonata, şekerdir…

 

Devamını Oku

Kozan Kalesi

Kozan Kalesi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Soner SEVGİLİ

Kozan Kalesi ovanın içerisinde yükselen Kozan Dağı’nın tepesinde kurulmuş bir kaledir. Ve tepenin eteklerinde de kale ve eski uygarlıklarla ilişkili çok sayıda kalıntı vardır. Manastır, Güvercinlik, Kalenin yan surları ve kapıları…

Çocukluğumdan itibaren o kalıntılar arasında dolaşmayı, yanımda taşıdığım bazen ders kitaplarını, bazen bir romanı o kalıntıların üzerinden Kozan’ı izleyerek okumayı sevmişimdir.

Bu dolaşmalar sırasında kimi madeni paralar, kimi toprak kap kacak ya da yağdanlık bulurdum. Bunlar bana hazine bulmuşum mutluluğu yaşatırdı. Ki buluntular arasında 4-5 cm. boyutlarında, kanatları taşlarla süslü, altın bir helikopter böceği vardı ki, sanırım gerçekten de bir mini hazine idi.

Bu gezilerin bir hazinesi de kış aylarında açan nergisler idi. Benim annem nergisi çok sever. Koklamaya doyamaz. Annem için dağın dört bir yanını dolaşır bir demet nergisi tamamlamaya çalışırdım. Bu dolaşmalar sırasında bir gün, Güvercinlik’in hemen yanında sarp bir çıkıntının üzerinde 30-40 metrekarelik bir nergis tarlası buldum. Yıllarca ama yıllarca, o nergis tarlasını bulduğum anda yaşadığım mutluluk rüyalarıma girdi.

O tarlayı ilk bulduğum gün, zorlu ve yorucu bir tırmanışla o düzlüğe ulaştığım için nergislerin arasına uzanmıştım. Buram buram etrafa yayılan o kokuyu içime çekerek orada yatmıştım.

Şimdi nergis mevsimi geldiğinde, tezgahlarda dizi dizi nergisler yerini aldığında burnumu gömerim nergis demetlerine… Annemi, bir hazine gibi gördüğüm rüyalarımı süsleyen o günü, Kozan Kalesini, orada okuduğum kitapları, yukardan izlediğim şehrimdeki insanlarımı hatırlarım…

 

Devamını Oku

Benim doğduğum ev…

Benim doğduğum ev…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Soner SEVGİLİ

Benim doğduğum ev, Kozan Kalesi’nin eteklerinde bir yamaç üzerindedir. Evin aşağısındaki yola merdivenlerle inilir. O merdivenler boyunca elim karabiberden portakala, limondan kayısıya, duttan muza, cevizden nara ağaç gövdelerine dokunur, yaprakları okşardı. Sokağa kavuştu mu uçup gitmesin diye avucuma hapsettiğim kokuları hemen burnuma dayar derin bir nefesle içime çekerdim.

Bahçenin özellikle yürüme yolunun yakınlarında sardunyalar vardı. Sardunya çok özel bir çiçektir. Dayanıklıdır, arsızdır, sıcaktır.

Babam her sabah işe giderken, o uzun merdivenleri yavaş yavaş iner, o sardunyaların yapraklarını parmakları arasında ezer sonra parmaklarını burnuna götürürdü. O anda yüzüne yayılan gülüş, benim anı tapınağımın en müstesna yerinden bana gülümser…

Hep gülümsemesi ile hatırlarım babamı… Canım babam çok güzel gülen bir adamdı. Ve bir de sardunya kokusu ile…

Babamı kaybettikten sonra, babamı anneciği ve babacığı ile kardeşlerinin yanı başına gömdük…

Babamın mezarı üzerine sardunyalar ekildi. Her ziyaret ettiğimde o sardunyaların yapraklarını parmaklarım arasında ezip, babamı ve gülümsemesini hatırlıyorum…

Babamı kaybettikten sonra, babamın mezarı başından kırılmış sardunya dalları Ankara’daki evimde ilk çiçeğim olmuştu. O gün bugündür en özel, en görünür yerlerde sardunya ekerim… Ve o zamandan bu yana ektiğim sardunyaların dibine bir parça babamın mezarından gelmiş topraktan serperim.

O yüzden belki, sardunya kokusu beni hep gülümsetir…

 

 

 

Devamını Oku

“Bir kokudan, bir anı tapınağı inşa etmek…”

“Bir kokudan, bir anı tapınağı inşa etmek…”
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Soner SEVGİLİ

“Bir kokudan, bir anı tapınağı inşa etmek…”

Böyle demiş Paul Vallery…

Bir kokudan bir anı tapınağı inşa etmek…

Ben portakal çiçeklerine doğmuşum… 21 Mart’ta… Evimizin bahçesindeki, komşu duvarların gerisinde ve sokağımızdaki turunçgiller çiçeğe dönmeye başladığı bir zamanda… Yani o büyülü kokuların ortalığı kapladığı yeni bir mevsime, yeni bir yıla adım atıldığı dönemde…

Doğduğum günden itibaren her baharı portakal çiçekleri ile karşılamama rağmen portakal çiçeği kokusu anı tapınağımda ilk olarak, Adana Otogarı ile yer alır. Ardından doğduğum evin önündeki taraça gelir…

Adana Otogarı şimdiki Sabancı Camii’nin ve Merkez Park’ın olduğu yerde idi. Ankara’dan gelen otobüsler Kozan’a geçmeden önce burada dururdu.

Öğrencilik yıllarım ve sonrasında yıllarca Ankara’da yaşadım…

Yüzlerce kez, her mevsimde otobüsle Ankara-Kozan arasında gidip geldim… Ama o yolculukları niyeyse hep otobüsün kapıları açıldığında içeriye dolan portakal çiçeği kokusuyla hatırlarım.

Adana Otogarının yanı, şimdiki Merkez Park’ın olduğu alan portakal bahçeleri idi. O bahçelerden yılda bir ay şehrin üstüne bir tütsü gibi yayılan o büyülü koku, benim doğduğum topraklara doğru yaptığım yolculukların simgesi olmuştur.

Birçok insan bu toprakları başka başka değerlerle hatırlar… Bazısı için muhteşem lezzetli kebabıdır ilk sırayı kapan… Bazısı kimi zaman güneşe de tanrıya da diklenen sıcakkanlı insanıyla anar… Bazısı “abovvv”, “cıncık”, “allöşşş”, “çimmek” gibi “denişik” nidalarıyla… Kimisi de her mart ve nisan ayında ortalığı kaplayan bu büyülü kokusuyla…

Bu şehre, bu topraklara gerçekten çok yakışır bu koku…

Bu yıl mart ayının ortasını aştıktan sonra başladı Adana sokaklarında anıların tapınağının inşası… Sokaklarına çıktığınızda sürekli nefesi içine çekme isteği… hiç nefes vermeden ve durmaksızın içine çekme isteği… bir daha duyamazsam korkusuyla, arkası kesilecekmiş gibi…

Bir sokağa girdiğinde, bir köşeyi döndüğünde, sabah pencereyi açtığında seni sarıp sarmalayan bir büyü olur bu koku…

Not: Yazının devamı, yorumlar bölümünde…

 

 

 

Devamını Oku