Zeki Sarıhan

Zeki Sarıhan

01 Mayıs 2024 Çarşamba

Hayatı Hakikiye Sahneleri-13

0

BEĞENDİM

ABONE OL

 

“SIRANIN ÜZERİNDEN ATLAMAK İSTİYORUM!’”

12 Eylül 1980 darbesinden sonra hükümet okullarda sıkı bir disiplin uygulamaya kalkmış ancak bu zapturaptın içi boş olduğundan kısa süre sonra her tarafta bir laçkalık başlamıştı. Sanırım 70 yıllık Cumhuriyet tarihinde eğitimin bu kadar sahipsiz kaldığı bir dönem olmamıştı.

Ne öğretmende ne öğrencide bir ideal kalmıştı. Eğitim topluluğunu da rüşvet mikrobu sarmıştı. Öğretmen Dünyası dergisi olarak konuya el atmaya karar verdik. Haftalarca yaptığım araştırma sırasında birçok öğretmen ve yöneticiyle görüştüm. Özellikle kitap ve ünite dergilerinin seçiminde nasıl bir rüşvet çarkının döndüğünü öğrendim. Derginin Şubat 1990 tarihli sayısında “Eğitimde rüşvet-İSTEMEM YAN CEBİME KOY” başlıklı, konuyu ayrıntılarıyla anlatan bir dosya yayımladık.

Yazımız günlük basında da yer alınca herkes sitemin nasıl işlediğini bildiği halde yöneticilerde bir telaş başladı. Benden yazıda tarif edilen kişilerin adlarını vermemi istediler. Ancak ben ne bana rüşvet mekanizmasını anlatan ne de adı rüşvete karışmış kilerin adlarını vermeye yanaşmadım. Bana bunları anlatan kişilere adlarını yazmayacağıma söz vermiştim.

22 Şubat 1990 günü okula geldiğimde kimsenin bana selam vermediğini gördüm. Öğretmenlerin bana bir şey sormaktan veya söylemekten korkar gibi bir halleri vardı. O akşam başka bir kaynaktan öğrendiğime göre okul müdürü, bu yazıdan ötürü beni ilçe milli eğitim müdürlüğüne şikâyet etmiş. İlçe milli eğitim müdürünün yazdığı sevk yazını aldığı gibi valiliğe koşmuş!

Ertesi günü. Teneffüste muavinlerden biri:

“Haberin var mı, dışarısı kaynıyor. Vali yardımcısı, Milli Eğitim müdürü ve savcı geldiler!” dedi.

Beni çağıracaklar, belki de gözaltına alıp götürecekler diye bekledim. Fakat biraz sonra gittiklerini öğrendim. Valilik soruşturma emri vermişti. Nitekim 27 Şubat’ta okula iki muhakkik (soruşturmacı) geldi. Öğrencileri nasıl sınıf geçirdiği ile ilgili yüz kızartıcı bir ifadede bulunan öğretmenin adını vermemi istediler. Vermedim. 6 Mart günü aynı muhakkikler gene geldiler ve bu kez bütün iddialar hakkında isim soruyorlardı. Bense haber kaynaklarını titizlikle gizleyen bir gazeteci gibi bu konuda Nuh diyor Peygamber demiyordum. Çünkü ad vermemin hiçbir yararı olmayacağını daha önce Ankara okullarında yaşanmış bazı olaylardan biliyordum. Kimim siyasi dayısı varsa soruşturmadan kurtuluyordu. Olsa olsa tanıklık yapan birkaç öğretmenin başını yakacaklardı!

CAHİL CESUR OLUR DERLER AMA…

Müdür muavinlerinden biri bir gün Öğretmenler odasında ikimizden başka kimse yokken bana bir sır verdi: Müdür beni okulda takibe aldırmış. Okulda kimlerle konuşup görüştüğümü izletiyormuş! Öğretmenlerin benden uzak durmaya çalışmasının nedeni anlaşılmıştı! Aynı müdür yardımcısı “Cahil cesur olur derler. Sen cahil değilsin. Sendeki bu cesaretin nerden kaynaklandığını merak ediyorum” dedi.

“Deliliğimden!” yanıtını verdim. Kimsenin ağzını açmaya cesaret edemediği bir zamanda köyün delisi gibi davranmaktan başka çare yoktu.

Uzun süren bir bayram tatilinin ardından 30 Nisan 1990 günü derslere başlamak için okula gittiğimde müdür yardımcısının uzattığı zarfta Ankara’ya bağlı Çamlıdere ilçesinin Çukurören köyüne nakledildiğim bildiriliyordu. Bu kaçıncı kovulma, kaçıncı sürgündü? Pir Sultan Abdal’ın “Kaçıncı ölmem bu hain…” dizesi aklıma geldi.

Benden not defterimi ve yazılı kâğıtlarını idareye teslim etmem istendi. Bunları yarın teslim edeceğimi söyledim.

Ertesi gün okula gittiğimde dersine girdiğim sınıflarla vedalaşmak istedim. Öğrenciler, sürgün haberini duymuşlar, sınıflarının kapısında beni bekliyorlardı. Sınıflara alkışlar arasın girdim.  1-A’da kara tahtaya çevresini çiçek resimleriyle süsleyerek beni çok sevdiklerini yazmışlardı. (Öğretmenlerin kavuşacakları en büyük ödül budur, her zaman.) Hepsi bu sürgünü protesto ediyordu. Onları yatıştırmaya çalıştım. Notlarını okudum ve bir uğultu içinde sınıftan ayrıldım.

2-G şubesinde de benzer sahneler tekrarlandı. Onlara durumu açıklayıcı bazı şeyler söyledim: Öğretmenlerin başına böyle şeyler gelirdi. Şimdi değilse ileride bunun nedenlerini anlayacaklardı. Çok okuyup bilgili, becerili, efendi, kimsenin hakkını yemeyen, kendi hakkını da çiğnetmeyen aydın birer insan olmalıydılar.  Onların başarılarını görüp “Ben bunların öğretmeniydim” diye övünmeliydim.

ÖLÜ OZANLAR DERNEĞİ

Benim için yapabilecekleri şeyleri soruyor ve söylüyorlardı. Benimle birlikte gitmek, Uğur Dündar’ın Hodri Meydan programına çıkmak bunlar arasındaydı. İçlerinden Ömer:

“Öğretmenim, masanın üzerine çıkıp atlamak istiyorum!” dedi.

Bir süre önce Ölü Ozanlar Derneği filmine gitmiş, orada bana benzeyen bir öğretmen olduğu için olacak filmi sınıfta anlatmıştım. Filmde, öğretmenin teşviki ile kurulu düzene başkaldırmanın bir simgesi olarak öğrencileri tek tek öğretmen masasına çıkararak atlatıyordu! Okuldan sürgün cezası çıkan öğretmen, eşyasını toplayıp sınıftan çıkarken öğrenciler, okul müdürünün gözleri önünde bunu protesto etmek için tek tek sıranın üstüne çıkıp atlıyorlardı!

Buna izin vermedim. Çünkü bizim müdür sınıfta değildi! Öğrencilerin hepsi elimi öpmek istiyordu ama buna zaman yoktu. Sınıf başkanını çağırarak hepsi adına onun yüzlerinden öptüm. Bu kez de tek tek vedalaşmama izin vermediğimden sevgilerini karşılığını görmemiş gibi beni protesto etmeye başladılar!

Sınıftan bir uğultu içinde çıktığımda müdür yardımcılarından Halit Bey’i koridora bekler buldum:

“Hocam, sınıfa girdiğini öğrenmişler. Çıkmanı için beni gönderdiler ancak vedalaşmanı bölmek istemedim” dedi.

Öğretmenler Odasına indim. Teneffüs zili çalınca 1-B öğrencileri sökün ettiler. Beni derse çağırıyorlardı! İdarenin derse girmeme izin vermediğini söylediğimde çocukların gözlerinde yansıyan üzüntüyü anlatamam. “Allah kahretsin!” dercesine çıktılar.

Dolabımı boşalttım. Yarım bir tebeşir parçasını bu okuldaki üç yıllık öğretmenliğimin anısı olarak alıp okuldan çıktım. (2 Ekim 2016)

ogr