Habip Hamza Erdem

Habip Hamza Erdem

22 Nisan 2024 Pazartesi

Milliyetçilik Ve İlker Başbuǧ (3)

Milliyetçilik Ve İlker Başbuǧ (3)
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Habip Hamza ERDEM

Gördük ki, milliyetçilik konusuna öznel ve nesnel yaklaşım yerine; Ulus’a bir yandan, ‘hukuksal’ olarak evrensel, enternasyonalist yaklaşım; diğer yandan kan, kültür ve ecdat bağlamında ‘organik’ bir yaklaşım söz konusu olabilmektedir.

Millet yerine ‘Ulus’ kavramının kullanılması ise, sıradan bir ‘sözcük’ün değişik bir kullanımından çok, Cumhuriyet anlayışı ile birlikte o eski sözcüğün kavramsal bir nitelik kazanmasındandır.

Kellerman’ın ‘Vive la Nation!’ (Yaşasın Ulus!) diyerek, büyük harfle başlayan ve Fransız halkına bir ‘yücelik’ yükleyen bir Ulus’tan söz ettiği kesindir.

Nitekim Mustafa Kemal’in konuşmalarında ‘Yüce Türk Milleti’ diye başlayan hitabının da, kanımızca, aynı bağlamda söylenmiş olduğunu, yoksa bir ‘ırk’ın yüceltilmesi anlamında kullanılmadığının altını çizelim.

Millet’in ‘yüceliği’, onun Cumhuriyet’e ait olmasından gelmektedir; onun ‘karakteri yüksek’, ‘çalışkan’ ve ‘zeki’ olması eğer ‘ezelden’ geliyor idiyse, bu ‘nitelik’lerini en azından son beş-altı yüzyılda niye ortaya koymamıştır diye sorulabilir.

Öte yandan, Ernest Renan’ın (1823-1892), 7 yaşında 1830 Devrimi’ni, 25 yaşında 1848 Devrimi ve IInci Cumhuriyeti, 47 yaşında Paris Komünü’nü yaşayarak görmüş olduğu için, Ulus kavramının organik ve hukuksal yorumları arasında bir ‘gel-git’ yaşadığı düşünülebilir.

Nitekim 1871 Paris Komünü ertesinde, Renan’ın organik yaklaşımdan uzaklaşarak enternasyonalist bir yaklaşımı benimsediği söylenebilir.

Bir toplumun ‘Ulus’ olarak örgütlenmesinin, bir ‘tarihsel süreç’ içinde, ekonomik ve politik çıkarlarının şekillenmesine bağlı olduğunu söyleyen Renan, ulusal ‘nitelik’in bir ‘veri’ olmayıp ancak mücadeleyle elde edilebileceğini (se conquiert) ileri sürmektedir.

Fransa’da ‘sosyal liberal tarihçilik’ diye bilinen ve 1834 yılında François Guizot tarafından kurulan Fransa Tarihi Komitesi (Comité de l’histoire de France), 1884 yılında  Tarihsel ve Bilimsel Araştırmalar Komitesi (Comité des Travaux Historiques et Scientifiques- CTHS) adını alarak günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır.

Türkiye’de Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasıyla ne kadar benzeştiği ortadadır.

Çünkü, gerek Fransa ve gerekse Türkiye’de, örneğin Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin kurulması, ilgili ülkenin tarihsel iktisabat diyebileceğimiz (patrimoine archivistique) bir envanteri çıkarmanın yanısıra, bunu yeni bir ‘ulusal temel kurmanın meşuiyeti’ni (la légitimité d’une refondation nationale) sağlamaya yöneliktir.

Renan da, Rousseau’nun ‘ortak ben’ (moi commun) kavramını kullanırken, bunun da yine ancak toplumsal uzlaşı arayışının bir sonucu (conquise par l’opération du pacte social) olarak elde edilebileceğini söyleyecektir.

‘Ulusal kimlik’ (nationalité) konusu ise, bir başına üzerinde durulacak bir konu olup günümüzde bile ‘sorun’ yaratabilecek bir boyut taşımaktadır.

Kuşkusuz, ‘ulusal kimlik’, ‘Ulus’un ‘hukuksal çerçevesi’nin çizildiği toprak (yani Vatan) ile doğrudan ilişkili olup, orada geçerli olan Politik İrade’ye (Volonté politique- yani Devlet’e) bağlıdır.

Öyleyse hukukçu ve filozofların ‘evrensellik seçenekleri’, politik İrade’nin koyduğu çerçevenin dışına taşmayacaktır, ama Dil, Din, Irk’a dayalı her ne varsa, akıl ve bilimin ışığında yeniden değerlendirilebilecektir.

Bir kez daha, ‘Ulusal kimlik’ ya da ‘ulusallık’ın, gökten ya da geçmişten gelen bir ‘veri’ olmadığı ve akıl ve bilimin ışığında yönetilen ‘Devlet’çe belirlendiği görüşüne gelmiş bulunuyoruz.

Şu koşulla ki, ‘Devlet’in, çağdaş bilim ve evrensel hukuk ilkelerine uymak zorunluluğu olsun.

Örneğin Türkiye’de, son dönemde, bol keseden dağıtılan ‘vatandaşlık’ın, ‘ulusal kimlik’le ne kadar bağdaşıp bağdaşmadığı ancak ve sadece ‘akıl ve bilim’ ölçütlerine vurularak değerlendirilebilecektir.

Ki, bu ölçütlere uyulduğunu ileri sürmek, ancak ‘akıl ve bilim’den ne kadar uzaklaşılmış olduğunun göstergesi olabilecektir.

Burada bir parantez açarak, Türkiye’de kendilerini en keskin ‘Milliyetçi’ olarak görenlerin, şu son ‘vatandaşlık dağıtma’ konusunda seslerinin çıkmamasını, en hafif deyimle ‘akıl, bilim ve ahlâk’tan yoksunluklarına bağlamak mümkündür diyeceğiz.

Nitekim Renan, “N’abandonnons pas ce Principe fondamental que l’homme est un être raisonable et moral avant d’être parqué dans telle ou telle langue, membre de telle ou telle race, adhérent de telle ou telle culture” diye yazacaktır.

(Sürecek)

Devamını Oku

Milliyetçilik ve İlker Başbuǧ (2)

Milliyetçilik ve İlker Başbuǧ (2)
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Habip Hamza ERDEM

Türkiye’de nasıl siyasal partiler konusunda Maurice Duverger, Ekonomi konusunda Paul Samuelson, her iki alanda Raymond Aron ve sosyoloji konusunda Max Weber gibi ‘tek adam’ların görüşleri yerleşmiş ise, ‘Milliyetçilik’ konusunda da Ernest Renan’ın görüşleri temel olarak alınmaktadır.

Her ne kadar günümüzde ‘Anglo-sakson sosyolojisi’nin en sıradan yazarlarına gönderme yapılıyorsa da, okunup yazılanların çoğu incelenen konu ‘üzerine’ olup, ‘hakkında’ derinlemesine bir incelemenin yapıldığını söylemek zordur.

Renan’ın 1882 yılında Sorbonne’da yaptığı konuşma metni otuz sayfalık bir metin olsa bile, daha sonra, denildiği gibi tuğla kalınlığında bir kitaba dönüşmüştür.

Renan’ın ‘Ulusal ruh’ olarak özetlenen görüşlerinin ayrıntısına gireceğiz ama, temel önermesini şu şekilde özetlemek mümkündür: “Uluslar sonsuz şeyler değildirler, nasıl ortaya çıkmışlarsa (bir gün) yok olacaklardır”: « Les nations ne sont pas quelque chose d’éternel. Elles ont commencé, elles finiront ».

Görüşlerinin çoğu bölümündeki ‘çelişki’ ve karmaşıklıklara karşın, son sözünün doğru olduğunu söyleyebiliriz.

Kaldı ki, yaşadığı dönemin ‘düşünsel ortamı’, başka türlü bir sonuca varmasına engel olmuştur da denilebilir.

Mustafa Kemal’in görüşlerinin ise kendisinin Ata-Türk olduğu dönemde billurlaşmaya başladığı söylenebilecektir.

Nitekim, “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözü de Devrim’in ancak onuncu yılında dillendirilebilmiştir.

Burada bir parantez açıp, ‘Devlet’ konusuna da değinebiliriz. Ki Türkiye’de sürüp gelen ‘Devlet-Ulus’ mu yoksa ‘Ulus-Devlet’ mi demenin daha doğru olacağı tartışmasına bir katkımız olsun.

İki gün sonra kutlanacak olan 23 Nisan ‘Ulusal Egemenlik’ Bayramı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 104ncü yılının anılması değil midir?

Meclis’in açılışını, her önüne gelen ya da her ağzını açanın ‘öznel’ (sübjektif) bir biçimde değerlendirdiğini biliyoruz.

Oysa 23 Nisan 1920’de açılan Meclis, ‘Ulusal egemenlik’i ‘korumak’ amacıyla  değil ama ‘kurmak’ için açılmış ve (aynı anlama gelmek üzere) kurulmuştur.

Kurulan, aynı zamanda, Başkenti ile Teşkilat-ı Esasi’siyle (yani Temel Örgütlenme Yasası- Anayasası ile) ve kurulacak olan Ordu’suyla yeni bir ‘Devlet’tir.

Devlet’in kuruluşundan ancak tam on yıl sonra ‘Türklük’ konusunda tarihsel, toplumsal, arkeolojik, etnografik ve lengüistik çalışmalar başlatılabilmiştir.

Kısaca önce ‘Devlet’ kurulmuş ve giderek ‘Ulus’un kuruluşuna yönelinmiştir.

Bu Devlet’i kim kurdu denilecek olursa, Türk’ler dahil henüz ‘Ulus’ olmayan ve bugün yine bizim aklı-evvellerimizin zaman zaman saymaya çabaladığı ben diyeyim yirmi siz deyin otuz ‘etnik’ grubun üye ve temsilcileridir diyeceğiz.

Ancak önderliğini Türklerin yaptığına kuşku yoktur ve Meclis’in de Devlet’in de Ulus’un da Türk diye nitelendirilmesinden ‘doğal’ bir şey olamaz.

Ne var ki, kimi az okuyup çok konuşan sözde ‘milliyetçi’lerin ileri sürdüğü gibi ‘Türkiye Cumhuriyet’i bir ‘Türk Cumhuriyeti’ değildir ama resmi dili Türkçe’dir ve Türkçe’den başka bir dil önerisinin yapılamayacağı da o denli ‘doğal’dır.

Ve yine, özellikle Avrupa Birliği bağlamında, çağdaş düşünürlerden Jürgen Habermas’ın ‘Anayasal yurtseverlik’ (patriotisme constitutionnel) kavramıyla ilişkilendirilmesi de enine-boyuna tartışılabilir bir konu olmaktadır.

Örneğin Avrupa Yurttaşlığı ile Avrupa Birliği Yurttaşlığı ‘hukuksal’ olarak ayrı ayrı belirlenebilmekte olup, bütün bu tartışmaların ‘sosyal’ değil ama ‘hukuksal’ bir konu olduğunun altı çizilebilir.

Demek ki, ayrıntıya girdikçe içinden çıkılamaz bir karmaşıklık söz konusu olup, Ernest Renan’ın görüşlerinin de benzer bir (ambiguïté) taşıdığını söyleyerek, gelecek yazıda onlara değineceğimizi belirtelim.

Bununla birlikte, Atatürk’ün ‘Türk milletinin sonsuza kadar yaşayacağı’nı değil ama  ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘ilelebet payidar’ kalacağını söylediğini anımsatalım.

Yani nasıl Adem ile Havva’nın Türk olmadıklarını biliyor idiyse, İsrafil’in surunu dinleyenlerin de Türk olamayabileceklerini öngörüyordu denilebilir.

Kısaca, ‘milliyetçilik’ denilen ‘duygu’ ya da ‘ideoloji’nin ‘sonlu’ ya da ‘fani’ olduğunu bilmenin ilgili ‘millet’ olduğu kadar tüm insanlık için çok daha yararlı olduğu söylenebilecektir.

O zaman, tarihin belli dönemlerde ‘milliyetçilik duygusu’nun ‘şişmesi’ ya da ‘şişirilmesi’nin nedenleri üzerinde yeniden-düşünmek gerekir diyeceğiz.

(Sürecek)

 

Devamını Oku

Milliyetçilik ve İlker Başbuǧ

Milliyetçilik ve İlker Başbuǧ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Habip Hamza ERDEM

General İlker Başbuğ’un Atatürk, milliyetçilik ve giderek ‘Atatürk Milliyetçiliği’ üzerine düşünüp, araştırmalar yaptığını ve yeni bir kitap yazdığını görüyoruz.

Son günlerde gazetelere açıklama yapıp televizyonlarda ‘tek kişilik programlar’ yaptığına da tanık oluyoruz.

General Başbuğ’un bence en önemli keşfi, örneğin Atatürk ya da milliyetçilik konusunda ‘ne biliyoruz?’ ya da ‘ne anlıyoruz?’ biçiminde sorduğu soruların kendisidir.

Yani, ‘şu şudur bu da bu’ biçiminde ve genellikle Türk okur-yazarlarının daha söze başlarken düştükleri yanılgıya düşmeden, bir araştırma ve anlama arayışına yönelmiş olmasıdır.
istanbul escort
Ne var ki, bu tutum alış bile, ‘araştırma nesnesi’ni ‘anlama’ya yetmeyebilir.

Nitekim, Tele 1’de yaptığı programda milliyetçilik konusunda iki temel yaklaşım olduğunu ileri sürdü: sübjektif (öznel) ve objektif (nesnel).

Kanımca Başbuğ, ‘anlama’ya yönelik her çabanın ‘nesnel’ (yani objektif) olma zorunluluğunu henüz anlamamış görünüyor.

Öznellik konusunda ise, örneğin Türkiye’de ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’ demek ile Fransa’da ‘Yaşasın Cumhuriyet/Yaşasın Fransa!’ diye haykırmak arasındaki ‘nesnel ayırım’a dikkat çekilebilir.

Ya da sübjektiflik ile tinsellik (spiritüellik) arasındaki ayırım bu bakımdan oldukça öğretici olacaktır.

Ki, az ileride Ernest Renan’a geldiğimizde bu ‘Ulusal Ruh’un (l’âme national) ne olduğuna değineceğiz.

Ancak önce General Başbuğ’un General Mustafa Kemal’e atfen ‘savaşların millet oluşumundaki yeri’ne bakalım:

‘Yaşasın Ulus!’ (Vive la Nation!) haykırışı Fransa’da ilk kez, 1789 Devrimi’nin ardından, uğradığı düşman işgalini püskürten komutanlardan General François Etienne Kellerman tarafından kullanılmıştır.

Valmy kentini Alman işgalinden kurtaran General Kellerman’ın, kent meydanında ‘Yaşasın Ulus!’ diye haykırışını duyan Alman Goethe’nin bunu ‘İnsanlık tarihinde yeni bir çağ’ın başlaması olarak değerlendirmesi ‘öznellik’ mi yoksa ‘nesnellik’ alanına mı girmektedir diye sorarak başlayalım.

Öte yandan, bugün Fransız politikacılarının konuşmalarını bitirirken, millî şehvetle, ‘Yaşasın Fransa/ Yaşasın Cumhuriyet!’ (Vive la France/Vive la République!) diye haykırış formülünü General Charles De Gaulle’ün bulduğu bilinmekte midir?

Fransa’da 5nci Cumhuriyet’i kurduğu söylenen General De Gaulle, 4 Haziran 1858’de Cezayir’in başkenti Alger’de, “Fransa adına ilan ediyorum ki; bugünden itibaren Fransa için, bütün Cezayir’de, sadece tek tip bir vatandaş (habitans) kategorisi, aynı hak ve ödevlerle donanmış yek vücûd (à part entière) Fransız’lar olacaktır” diyecektir.

Ki konuşmasını, bugün bir ‘Ulusal imza’ gibi kullanılan ‘Vive la France/Vive la République’ diye haykırarak bitirmiştir.

Tıpkı General Kenan Evren’in Türk halkına dayattığı ve bugün neredeyse genel-geçer olan, öznel, ’‘Vatan, Millet, Din, Devlet ve Atatürkçülük’ anlayışı gibi…

Ki, bugün ‘Tek vatan, tek bayrak, tek ezan, tek millet, tek başkan…” kaba tekerlemesi biçimini aldığı söylenebilir.

Dolayısıyla, ‘Millet ve milliyetçilik’ ya da daha düzgün bir ifadeyle ‘Ulus ve ulusalcılık’ konusu, kendileri tarihsel kişilikler de olsa ne ulusal kahramanların ve ne de Sorbonne gibi uluslararası üne sahip üniversitelerde Ernest Renan gibi akademisyenlerin ‘tarif’ ettikleri biçimiyle anlaşılamaz.

Demek ki, ‘Milliyetçilik’, Ekrem İmamoğlu’nun biraz Karadenizceye çevirerek ‘tarifleme’(!?) dediği biçimde, yani ‘betimleme’ yoluyla ne anlatılabilir ve ne de anlaşılabilir.

‘Milliyetçilik’i tanımlayabilmek için ise, nesnel olarak, antropolojik, ontolojik, epistemolojik ve kuşkusuz tarihsel ve toplumsal temelleriyle ele almak gerekmektedir.

Gelecek yazıda ise General Başbuğ’un gönderme yaptığı Ernest Renan’ın ‘tanım’ı ve tanımındaki ‘çelişkiler’e değineceğiz.

(Sürecek)

 

Devamını Oku

Yeni bir ‘bahar’

Yeni bir ‘bahar’
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Habip Hamza ERDEM

31 Mart yerel yönetimler seçimlerinin ardından, ülkede yeni bir ‘Bahar havası’nın estiğine kuşku yok.

Bu gerçekten bir ‘Bahar’ mı olacak yoksa ‘Bahar havası’ olarak gelip geçecek midir?

Böyle düşünürken, dünyanın başka yerlerinde bir ‘Bahar havası’ olmuş mu diye baktım ve ilk kez Fransa’da ‘Halkların Baharı’ (Printemps des peuples) diye adlandırılıp 1848 Avrupa Devrimi’ni ateşleyen olayları anımsadım.

En son ‘Arap Baharı’ diye adlandırılıp dünyanın sadece Orta-Doğu’sunu değil ama genelini ilgilendiren ‘Yoz Bahar’ üzerinde duracak değilim.

Bu konuda çok şey yazılıp söylenmektedir ama kanımca Hüsnü Mahalli’nin değerlendirmeleri çok daha dikkate değer görünmektedir.

1848 Avrupa Devrimi’ni ateşleyen gelişmeler, 24 Şubat tarihinde, Paris sokaklarında başlayan ‘halk ayaklanması’ olup, giderek Berlin’den Frankfurt’a uzanan ve 23 yıl sonra Almanya’nın birleşmesiyle sonuçlanacak derin politik gelişmelerin kaynağını da oluşturmuştur.

Nitekim, Berlin, Postdam ve Viyana’nın yanısıra Budapeşte, Prag’dan başlayarak Venedik, Napoli, Palermo ve Toskano gibi İtalyan kentlerinden İspanya ve Portekiz’e değin tüm Kara Avrupası’nı saran bir ‘Halkların Baharı’ yaşanmıştır denilebilir.

Kiminde Monark’lar ‘Anayasal özgürlükler’e onay vermek zorunda kalırken kiminde ‘Sıkı Yönetim’lere başvurmak durumunda kalmışlardır.

Bir yönüyle ‘Ulusal Duygu’ların kabarması ve bir başka yönüyle ‘Ulusal Bilinç’in oluşmasına yol açmıştır denilebilir.

Fransa’da ‘1789 Ruhu’nun temsilcileri olan Lamartine’ler, Ledru-Rollin’ler, Arago’lar Paris ayaklanmasının Krallığın sonu ve Cumhuriyet’in yeniden kurulması olduğunu ileri sürerek ayaklanmacıların yanında yer almışlardır.

Gerçekten de 1830 Devrimi denilen ve 18 yıl süren ‘Anayasal Krallık’ (Meşruti Monarşi) son bulmuş ve Fransa’da IInci Cumhuriyet dönem başlamıştır.

Burada durup, 31 Mart yerel seçimleri ardından ‘Cumhuriyet Kazandı’ başlıklı yazıma, Kanada’lı bir arkadaşımın ‘Demokrasi’ mi yoksa ‘Cumhuriyet’ mi diye sorduğunu belirteyim.

Çünkü Kanada’lılar, bir ‘Federal Devlet’ olarak Kanada’nın hem ‘Anayasal Monarşi’ ve hem de ‘Parlamenter Demokrasi’ olduğunu biliyorlardı ama ‘Cumhuriyet’in ne demek olduğunu bilmiyorlardı.

O nedenle ‘Cumhuriyet’ ve ‘Demokrasi’ konusunda bir yazı dizisi yayınlamıştım.

Türkiye’de kaç kişinin bunun ayırdında olduğunu ise kestiremiyorum.

Örneğin, Türkiye’de sözde ‘demokratik yoldan’ geldiklerini ileri süren bir ‘Hükûmet’ ve onun ‘Baş’ı, kendilerinin seçilmesini sağlayan ‘Anayasa’ya uymadıklarını ve uymayacaklarını söyleyebiliyorlar.

Yargıçlar o ‘Anayasa’ya uymayabiliyorlar, Valiler, Kaymakamlar gibi ‘Kamu Yöneticileri’ (Mülkî Amirler) ve Ordu komutanları da uymuyorlar ama konuştukları zaman sözde ‘Demokrasi’ konusunda mangalda kül bırakmıyorlar.

Çünkü ‘Halk’tan kopmuşlardır ve Cumhuriyet’in ne demek olduğunu kavrayamamışlardır.

Oysa, yukarıda sözünü ettiğimiz ‘Halkların Baharı’ günlerinde, daha doğrusu 1848 Avrupa Devrimi günlerinde, kimi Monark’lar ülke dışına çıkmasalar bile geçici de olsa başkentlerinden kaçmak zorunda kalmışlardı.

1848 ‘Halkların Baharı’ günlerinde yapılmış Louis Marie Bosredon’un bir karikatüründe ise, yurttaşın bir elinde ‘oy pusulası’ diğerinde tüfeğinin olduğunu görüyoruz. İlginç olan, yurttaşın, oy’unu ‘dış güçler’, tüfeğini ise ‘iç düşmanlar’a karşı kullanacağını söylemesidir.

Oysa ‘Demokrasi oyunu’nda, tüfeğin ‘dış güçler’ oy pusulasının ise iç ‘temsilciler’ için kullanılacağı anlatılmaktadır.

Ne var ki, tam yedi çeyrek-yüzyıl aradan sonra, sanki karikatürde anlatıldığı gibi, halkların ‘dış düşman’larını kendi ‘oy’larıyla belirlediklerini görüyoruz.

Çünkü, sözde ‘demokrasi’ ile seçilen ‘temsilciler’in bir başka ülkeye savaş açıp açmayacakları onların sadece ‘iki dudağı’na bağlanıyor olmaktadır.

Kuşkusuz, komşu ya da değil, bir ülkeye savaş açılıp açılmayacağı ‘halkoyu’na sunulmalıdır demek istiyor değiliz.

Ancak, gerçekte ‘can ciğer kuzu sarması’ olan iki ülke temsilcisinin bir gece ansızın ‘amansız düşman’ ilan edilip savaş ilan edilmesinin hesabının sorulabileceği de sorgulanmalıdır değil mi ama?

Değil mi ki, hiç kimse, ‘Halklar’ın yüzyıllardan buyana ‘düşman’ olduklarını ileri süremez.

Nitekim, bizim Sinoplu Diyojen günümüzden (413+2023=) 2436 yıl önce ‘Dünya vatandaşlığı’ düşüncesini ileri atmıştı.

Diyojen’in bu antropolojik ‘insan’lık anlayışı Kant’ta ‘dünya yurttaşlığı’ ( Weltbürger) biçimini alarak ‘hukuk felsefesi’ bağlamında evrensel barışın (paix perpétuelle) temeline konulacaktır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Yurtta Barış/Dünyada Barış’ ilkesi de Kantçı anlayışın Türkçe dillendirilmesinden başka bir şey değildir.

Ne var ki, Kant’a göre, ‘Dünya yurttaşlığı’nın bir Devlet içinde yeşermesi için ilgili Devlet’in ‘Cumhuriyetçi’ bir politika izlemesi zorunluluğu vardır. Kuşkusuz bunun için ‘evrensel barış’ı gözeten bir ‘hukuk’ anlayışına gereksinme duyulacaktır.

Burada, 1848’de ‘Manifesto’sunu yayınlayan Marx ve Engels’in, farklı gerekçelerle de olsa, ‘Bütün ülkelerin proleterleri birleşin!’ sloganının özünde ‘Dünya Barışı’nı gözettiğinin altını çizelim.

Yazıyı uzatmamak için burada duracak olur da ‘Halkların Baharı’ terimine dönecek olursak, İlk ‘Bahar’ın halkların ulusal bilinç düzeyinde örgütlenmeleri olduğunu ileri süreceğiz.

İkinci ‘Bahar’ ise, ‘ulusallık’ ile ‘evrensellik’ arasında hem öznel ve hem de nesnel bir bağ kurduklarında gerçekleşmiş olacaktır.

Jean Jaurès’in dediği gibi “az enternasyonalizm vatandan uzaklaştırır çok enternasyonalizm yakınlaştırır / az yurtseverlik enternasyonalizmden uzaklaştırır çok yurtseverlik yakınlaştırır”.

Öyleyse, gerçek bir ‘Halkların Baharı’ için, olabildiğince yurtsever ve bir o kadar enternasyonalist olmak gerekmektedir denilebilir.

Aksi taktirde, günümüzde olduğu gibi, ‘Demokrasi’nin bir ‘burjuva oyunu’na dönüştürülmüş olması dolayısıyla, ‘Yoz Bahar’lar yaşatılmasından kurtulunamayacaktır.

Çünkü o, halka rağmen, ‘Bahar’ı, istediği zaman yaz sıcağına, istediği zaman zemheri ayazına çevirebilmektedir.

Devamını Oku

Devlet ve bekası

Devlet ve bekası
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Habip Hamza ERDEM

Kavramlar üzerine oldukça ayrıntılı yazılarımız oldu.

Ancak ‘soyutlama düzeyi’nde yapılan açıklamalardan ‘kendi somut’una dönülmediği sürece yeterince anlaşılmadığı da görülmektedir.

Örneğin Türkiye’deki şu ‘Beka sorunu’, adı Devlet olan siyasetçinin ‘psikolojik’ bir sorunu mudur, yoksa gerçekten bir ‘ideolojik’ sorun mudur diye sorulabilir.

Bu konuda, savımız olsun, Türkiye’deki nice ‘siyaset bilimci’nin Devlet’in ‘beka’sı yani kimi yerde denildiği gibi ‘sürdürülebilirlilik’ ve çok daha bilimsel bir tanımlama ile ‘yeniden-üretimi’ konusunda doyurucu bir ‘tanım’ verebileceği söylenemez.

Devletler hukuku’ konusunda ilk bilimsel çalışmaya imza attığı söylenen ‘siyasetçi‘nin bile henüz bütünsel bir ‘Devlet kuramı’nın kurulamamış olmasından yakındığı bilinmektedir.

İşte tam da burada, ‘kuram’ ile ‘ideoloji’ arasındaki derin ilişkiye gelmiş oluruz, ki ‘ideoloji’ denilince, topuğundan tepesine kadar ‘ideoloji’ye saplanmış olan nice ‘aklı evvel’in kendi aklından önce lanetlenmiş bir ‘ideoloji düşmanlığı saplantısı’ olduğunun altını çizelim.

Bu son tümce karmaşık gibi görünse de, özü orada saklı olduğu için açmaya çalışacağız.

Kavramlaştırmak demenin ‘betimlemek’ (tasvir) demek değil ama ‘tanımlamak’ (tarif) demek olduğunu anımsayalım.

Çünkü tanımlamak aynı zamanda tanıma yani ‘bilme’ demek olup, örneğin Devlet’i bilmeden de betimleyebiliriz; kimimiz Dr Recep’i, kimimiz vali, kaymakam ya da emniyet müdürünü, kimimiz bekçi ya da jandarma çavuşunu, kimimiz AKP il veya ilçe başkanını ‘Devlet’ olarak gösterebiliriz.

Hilal bıyıklılarımız için ise Osmaniyeli Devlet, ‘Devlet’in Bekası’nın garantisi olarak görülebilir.

Oysa tüm bu yaklaşımlar, yetkin sosyolog ve filozoflarca ‘kuramlaştırma’ya çalışılmış ve özellikle 1960’lı yıllardan itibaren ‘yeniden-üretim’ kavramı bağlamında bir ‘ideolojik aygıt’ ürünü oldukları ortaya konulmuştur.

Nitekim geçen yüzyılın başından itibaren salt ‘meşru şiddet’ (violence légitime) aygıtı olarak görülen Devlet’in, bir bakıma ‘sembolik şiddet’ (violence symbolique) sayesinde varlığını sürdüren bir olgu olduğu görülmeye başlanmıştır.

Burada yine Metin Bobaroğlu’nun açıklamalarına gönderme yaparak, iki tür ‘soyutlama’ yapılabileceği anımsatılmalıdır: kavramlaştırma ve simgeleştirme.

Simge, bizim dışımızdaki herhangi bir şeyi gösteren olup, algı düzeyindedir: Alâmet.

Yani gerçek bir ‘soyutlama’ değil ama duyumsal bir algı ürünüdür.

Tanrı Devletimize ve milletimize zeval vermesin derken, mecazi olarak yüce bir dilekte bulunuyor olabiliriz ama Devlet ne, millet kim sorularının yanıtını bu sözden çıkarmanın olanağı yoktur.

Bobaroğlu’nun deyimiyle, simge kendinden başka her şeyi gösterebilir, temsil eder ama kendisinin göstergesi değildir. Sadece o konuda düşünmeye yöneltmeye yarar.

İmge (imaj) ile simgenin birleşmesinden (tevhid) ise sembol denilen bir anlama ulaşılabilmektedir.

Ne var ki, imgelenerek ve giderek sembolleştirerek ulaşılan bir Devlet, ister istemez kişisine, konumuna, bıyığına veya olur-olmaz hesaplamalarına dayanarak bir ‘beka’ya dayandırılabilecek demektir.

Oysa, sosyolojik, ekonomi-politik veya felsefî olarak Devlet’in varlığı ve varlığını sürdürmesi ya da yeniden-üretimi ne imgesel, ne simgesel ve ne de sembolik olarak değil ama kavramsal, kuramsal ve bilimsel olarak ele alınmak durumundadır.

Eğer ideolojik bir yaklaşımdan söz edilecekse, Devlet’in biçiminden hareket eden ideolojiler ile içeriğinden hareket eden ideolojiler ayırımı yapılabilir.

İmgesel, simgesel, sembolik düşünme yoluyla yani ide’den hareketle ideale yönelen bir Devlet anlayışıyla, maddi, olgusal yani somuttan hareket eden bir soyutlama yoluyla ulaşılan Devlet anlayışının belli bir aralıkta buluşması da ‘olası’dır.

Ne var ki, o bilinen sözle denilebilir ki, “bugüne değin filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler, ama asıl olan onu değiştirebilmektir”.

Ancak biz Devlet’i değiştirelim derken, Devlet bizi değiştiriyor olmasın?

İşte ‘Devletin ideolojik aygıtları’, ‘Hegemonik blok’ veya ‘Habitus’ türü kuramlaştırma çabaları, Devlet’in yeniden-üretimini ele alan çalışmalardır.

Burada dil/düşünce/kültür açısından dikkat edilmesi gereken ‘dil sorunu’, ‘aygıt’ (appareil) ile ‘araç’ arasındaki ayırımdadır diyecek olursak abartmış olmayız.

Örneğin Devlet’in ‘baskı aracı’ olarak tanımlanmasındaki araçsallık ile ‘ideolojik araç’ tanımlanmasındaki araçsallık bir ve aynı olmayıp, ikincisi insanın ‘imgelem’ ve hatta ‘düşünme aygıtı’nı ya da doğrudan insana özgü ‘düşünce üretim mekanizması’nı dile getirmek için kullanılmaktadır.

Böyle olunca, ‘dinsel’, ‘ailesel’, ‘eğitim ve öğretimsel’, ‘hukuksal’, ‘politik’ ve basın yayın organlarınca dayatılan ‘iletişimsel’ araçların tümünden gelen veriler, insan beynindeki bir ‘aygıt’ aracılığıyla kişinin ‘ide’ ve giderek ‘ideolojik yapı’sını yeniden-üretecek demektir.

Tam da bu nedenle, kendisi tamamen bir ‘ideolojik yapı’ya sahip olan insanın ‘ideoloji üstü’ veya ‘ideoloji dışı’ kaldığını ileri sürmesi, en azından ‘kendisini tanıyamamış’ olması demek olacaktır.

Aynı şekilde, Devlet’in tarafsız (nötr) olduğunu ileri sürebilmek için de Devlet’i tanıyamamış olmak gerekmektedir.

O nedenle her iki durum için Etienne Balibar’ın felsefedeki üçlemeye uygun olarak  1°- genetik ve soykütüksel (genesis), 2° ontolojik ve teknik (mimesis)  ve 3° çevrimsel ve yeniden-kurumsal (poèsis) sürdürülebilirlilik veya yeniden-üretimini ele almak gerekmektedir.

Ve Devlet’in ‘beka’sının her şeyden önce insanın kendi ‘zihinsel bekası’na bağlı olduğu, eğer bu ikincisinde bir ‘sorun’ varsa birincisi için söylediğinin hiçbir değerinin olmayacağı söylenebilecektir.

 

Devamını Oku