Zeki Sarıhan

Zeki Sarıhan

16 Nisan 2024 Salı

Işyeri levhaları hakkında

Işyeri levhaları hakkında
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Zeki SARIHAN

Bursa Büyükşehir Belediye Meclisinin kentteki “yabancı” işyeri levhaların kaldırılmasıyla ilgili kararını okuyunca Belediye Başkanına bir kutlama notu göndermeye karar vermiştim. Çünkü Öğretmen Dünyası, Ulusal Eğitim Derneği ve bunları örgütlemesiyle seksen kadar demokratik kitle örgütüyle bu konuda geniş bir kampanya yürütmüştük.  Şimdi Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Mansur Yavaş, o tarihlerde Beypazarı Belediye Başkanı idi. Beypazarı’nda yabancı dille yazılmış işyeri levhalarını dükkân dükkân gezip işyeri sahiplerini ikna ederek Türkçe levhalarla değiştirmeyi başarmıştı. Kendisini kutlamak için üç arkadaş ziyaretinde de bulunduk. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olunca, bu konuyu Ankara’da da ele almasını beklemekle birlikte Ankara’da kapitalizmin başa çıkılamayacak kadar güçlü olduğu, bu nedenle belki de hiç bu işe girişemeyeceği ihtiyat payını koymuştum.

Malatya’ya bir konferansa gittiğimde. Belediye başkanının da aynı konuda bir çalışması olduğunu duyduğumdan makamına giderek kendisini kutladım. Başka bazı kent ve kasabalarda da yöneticiler bu konuda çalışma gösterdiler. Türk Dil Kurumu ve Dil Derneği de bu çalışmaları özendirdi. Kızılay civarında dükkân dükkân gezerek işyeri adı Türkçe olan esnafa bir teşekkür yazısı bıraktık. Türkçe olmayanların da dikkatini çektik.

Bursa’da değiştirilecek olanalar meğer “yabancı dilden” levhaların tümü değil, yalnızca Arapça olanlar imiş! Diğer bazı yerlerde de bu çalışma yapılmaktaymış.

Bu konuyu nasıl ele almalıyız?

Sorun, öncelikle bir milletin kendi dili ve kültürünü küçümseyerek zengin bir başka ulusun diline özenmesi olarak ele alınsa iyi olur. Bizim işyerlerine yabancı dilden adlar konulmasına karşı kampanya yürüttüğümüz 1990’larda özellikle büyük kentlerimizin hatta orta boy kasabalarımızın sokakları İngilizce işyerleri adlarıyla tanınmaz hâle gelmişti. Bu akım hız kesmeden devam ediyor. Bu durum kuru milliyetçilik söylemlerinin yanında gülünç de kaçıyor. Konu, ulusal onurla da ilgilidir. Bizim büyük burjuvazimiz ve onun etkisinde kalan şaşkınlarımız, eskiden beri yabancı hayranlığı illetinden kurtulamıyorlar. Yemek yenen bir yerin adına “Aşevi” gibi halkçı ve kolay anlaşılır bir ad vermek (bunu devam ettirmek) varken, “Restoran” yazmazlarsa fukara görüneceklerini sanıyorlar.

İhtiyaç olduğu bir kentte veya beldede işyerine başka dilden bir levha asılması, yerine göre oradaki halkın iletişim iletişimini kolaylaştırması açısından gerekli de olabilirdi. Türkiye’deki bir Amerikan üssünde “dişçi” levhası yerine “dentist” yazmasının hiçbir sakıncası yoktur. Bunun gibi son yıllarda Rusların akın ettiği ve nüfusun önemli bir kısmını oluşturduğu yerlerde, onların uğradıkları işyerlerine levhaların Rusça ile de yazılmasının mantıksız bir yanı olamaz.

Almanya’da Türklerin yaşadıkları kentlerde Türkçe levhaları olan işyerleri vardır.

Anlaşılan yetkililerimizin asıl dert ettikleri, işyeri adlarının Türkçe olmaması değil, Arapça olması, hatta Arap Alfabesiyle yazılmasıdır. Oysa Arap Alfabesi Türkiye’de ilk kez işyeri levhalarında görünür değildir. Tarihi yapılarımızın çoğunda, ibadethanelerin iç süslemesinde, eski mezar taşlarında olduktan başka şimdi okullarda gitgide daha yaygın Arapça öğretiminde de bu harfler kullanılıyor.

Türkiye’nin göç alma politikasını savunuyor değilim. Bu nüfus hareketinin yaratıcılarından biri de Türkiye hükümetidir. Ancak gördüğü her Arap karşısında nefret duygularına kapılmaya da gerek yoktur. Bizim halkımızın bir kısmının da Arap olduğunu unutmamak gerekir.

İşyeri levhaları hakkında yasal bir düzenleme olmadığı anlaşılıyor. Bu nedenle işe belediyeler el koyuyor gibi. Doğu ve Güneydoğu’daki Belediyelerin işyerlerine Kürtçe adlar konulmasını teşvik edeceği de basında yer aldı. Bunda da hiçbir sakınca yoktur. Şöyle düşünmek daha doğrudur sanırım. Kürt sorunu, Kürtçenin bu biçimde görünür hâle gelmesinden değil, aksine gelmemesinden (buna benzer nedenlerden) doğmuştur.

Bu konudaki kafa karışıklığını gidermek için tutulacak yol kanımca işyerlerine ister sözcük, ister yazıyla Türkçe olmayan bir ad konulacaksa, yanına Türkçesini de Latin Alfabesiyle yazmak yeterli olur.  (16 Nisan 2024)

zekisarihan.com

Devamını Oku

Eskişehir’de iki gün

Eskişehir’de iki gün
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Zeki SARIHAN

Eşim bir sürpriz yaptı. Bayram öncesi Eskişehir’e iki günlük bir gezi için hızlı trenden bilet almış ve Öğretmenevinde yer ayırtmış. Doğrusu benim de birkaç günlüğüne başımı kitaplardan kaldırıp Ankara dışına bir yerlere uzanmak içimden geçmiyor değildi. Tebdili mekânda ferahlık vardır derler.

Hızlı tren Ankara’dan Eskişehir’e 1 saat 15 dakikada ulaşıyor. Bizi Eskişehir garında emekli öğretmen, filozof kılıklı, sohbetine doyum olmaz, feleğin çemberinden geçmiş Aydın Nefesoğlu karşılayarak Öğretmen evine götürdü. Çantalarımızı bıraktıktan sonra evlerinin yakınlarında bulunan eşi Fatma’yı da çağırdı ve öğlen yemeğini birlikte yedik.

Ankara 50. Yıl Lisesinden öğrencim, Türk Dili ve Edebiyat öğretmeni Muradiye Büyükboduk, Saraıcakaya’nın Mayıslar köyünde bir akşam yemeğine davetli olduklarını söyleyerek gelmek isteyip istemediğimizi sormuştu. Gidilmez mi, iş buldun kaç, yemek buldun giriş, demişler. Fakat benim asıl merakım yeni yerler görmek ve ora halkını tanımak.

MAYISLAR KÖYÜNDE

Bu köyü, klasik bir ova köyü bellemeyin. Eskişehir ovasında epey yol aldıktan sonra Sündüken dağlarını tırmanacaksınız, sonra Sakarya vadisine doğru dolambaçlı yollardan epeyce bir ineceksiniz. Denizden yüksekliği yalnızca 220 metre olan, çöküntü bir arazide kurulmuş, bağ bahçe içindeki Mayıslar’a ulaşacaksınız. 5 kilometre daha ileride Sakarya ve onun kıyısında Sarıcakaya ilçesi var. Eskişehir’e 41 km. olan dağın ardındaki bu yerde Muradiyelerin ne işi var derseniz, orada eşi Melikşah’la birkaç yıl önce bir zeytinlik almışlar. Önceki yıl Ankara’da uğradıklarında bir şişe zeytinyağı da getirmişlerdi. Köye ulaştığımızda Melikşah’ın kardeşi zeytin budama işini bitirmişti. Zeytin yaprağının çay olarak kullanıldığını duymuş muydunuz? Denemek için biz de bir poşete doldurduk, deneyeceğiz, öğrenmenin yaşı yok.

İftar yaklaşınca köyün merkezine naklettik. Kahvelerin birinin altında masalar kurulmuş. Sıraya girip yerlerimizi aldık. Plastik kaplar içinde yemeklerimizi verdiler. Dağıtım yapanlara sordum. Tam 450 kişiye servis yapmışlar. Her ramazanda böyle toplu yemekler yerlermiş. Bazılarını maddi durumu daha iyi olan bir veya birkaç kişi giderleri üstlenirmiş, bazen de daha geniş katılımlı bir imece yaparlarmış. Merak bu ya: Acaba burada iftarda buluşanların ne kadarı oruç tutuyordur diye sordum. Biri yüzde doksan beşinin tutmadığını tahmin etti. Diğer ikisi yüzde elli rakamını verdi. Galiba bunu daha gerçekçi saymak gerekir.

MUHTAR TANER KURT

Bu köy nesi bir köydü? Halkı nereden gelmişti? Yemekten sonra kahvenin önünde oturup sohhbet ettik. Biraz sonra muhtar da aramıza katıldı, ondan daha kesin bilgiler aldık. 154 haneli, 370 nüfuslu köyde son seçimde 295 oy kullanılmış liseden terk, 4 nüfuslu, 59 yaşındaki Taner Kurt 148 oyla ikinci defa kazanmış. Diğer üç aday 49, 46, 27 oy almışlar. Motor tamirciliği ve çiftçilik yapan muhtar için ilginç bir bilgi, Dersim İsyanı sonrasında Ovacık’tan buraya sürülen bir aileden gelmiş olması. Bu aile şimdi üç hane olmuş, Sorum üzerine Kürt ve Alevi olduğunu söyledi. CHP’li, galiba aynı zamanda bir sosyalist. Öteki köylüler, Anadolu’nun fethedildiği zaman buralara yerleşen aşiretlerin torunları. Köy Eskişehir’e göç vermiş, şimdi ise geri dönüşler başlamış. Taşımalı eğitimde yalnızca yedi öğrenci var. Köylü bağcılık, zeytincilik işleryle uğğraşıyor. Benim sorularımın ardı arkası gelmeyince Cahit Mihalıç, “Dur, sana Sarıcakaya ile ilgili bir kitap var, onu getireyim” diyerek evine seyirtiyor ve kaymakamlığın bastırdığı kitabı getiriyor. Orada ilçe ve bağlı köyleri ile pek çok bilgi var. Köyde kaç hanede otomobil olduğunu soruyorum. Yüzde 30’unun yanıtını alıyorum, bazılarının da traktörü varmış.

Sordum. Köyde kütüphane var mı? Yanıt: yok!

Müze var mı? Yanıt: yok!

Sanki Türkiye köyleri kütüphane ve müzelerle donatılmış da Mayıslar bu konuda geri kalmış gibi “İşte bu olmadı” diye eleştiriye başlıyorum. Muhtar bir kütüphane oluşturacaklarına söz veriyor. Ben de ona kitap göndereceğime söz veriyorum. Muradiye de yardım edecek.

Gece, gittiğimiz gibi, Aydın Nefesoğlu’nun kullandığı otomobille yüreğimiz ağzımızda geri dönüyoruz!

Ertesi gün, eşimin kuzeni emekli öğretmen Ülkü Sölpüker’i ziyaret edip kahvesini içtikten sonra kentin merkezi olan Odunpazarındaki müzeleri gezmeye gidiyoruz. Bu semtte bir arada olan zengin konaklarını Yılmaz Büyükerşen asıllarına uygun olarak onarttırmış. Bazı konaklar otel, bazıları da müze yapılmış. Biz Kurtuluş Müzesi, Cam Sanatları Müzesi, Belmumu Heykelleri Müzesi ve Hamam Müzesini gezdik. Diğerlerini gezmeye zaman kalmadı. Öğlen oldu. Eskişehir’e gidince ne yemeli? Bildiniz: Çi Börek (Çiğ Börek değil.) Bu Tatar böreği Eskişehir’in yemeklerinden olmuş. Aydın ve Fatma bizi oraya götürdü, Muradiye de geldi. Börekçiden çıkınca karşıda CHP’nin İl Merkezi levhası görülüyor. Zaten diyecektim, hepimiz siyaset tartışıyoruz, onunla yatıp kalkıyoruz. Niçin gidip bir çaylarını içmeyelim, hâl hatır sormayalım? Yeni Belediye başkanını kutlamak de yerinde olur.

Fakat o da ne? Bina kapı duvar. Yahu bugün Pazar da değil. Koskoca il merkezi böyle boş bırakılır mı? Bir sekreter bile bekleyemez mi? Kapıya varan altı kişinin adını ve sıfatını bir kâğıda yazıp geldiğimiz saati de belirttiğimiz kâğıdı kapının altından atıyoruz!

PORSUK ÇAYI PARKLARINDA

Eskişehir’e varıp da Porsuk çayı çevresindeki açık mekânlara uğramamak olur mu? Burası bir mesire yeri olmuş. Biraz bulanıkça akan Porsuk’ta balıklar oynuyor.  İki yanı park ve bahçelerle dolu. Millet Ramazan mamazan dinlemiyor. Şortlu ve göbeği açık kızlara kadar herkes orada. Hükümetin ve Millî Eğitim Bakanlığının dindar ve kindar bir nesil yetiştirmek için harcadığı paralar ve tükettiği nefesler geri mi tepiyor? Aldı beni bir düşünce! “Başımıza taş yağacak!” demediğim kalıyor. Burada bir bardak çayın 20 lira olduğunu da kaydedeyim. Bunun için de başımıza bir taş zaten düşmüş de bulunuyor.

EMİRDAĞ PİDECİSİNDE SOHBET

Gene bir akşam yemeğine davetliyiz. Eskişehir’de Şenal’ın genel başkanı olduğu 29 Ekim Kadınları Derneğinin şubesi var. Gazeteci Sibel Erenoğlu. Bu kez, geniş caddelerine rağmen akşamları sıkışan trafiğin içinde uzun bir yol alıp şehrin bir ucunda bulunan Emirdağ Pidecisine götürülüyoruz. Eskişehir’de, hatta iddiaya göre bütün ülkede en iyi pide Emirdağ pidesi imiş! Burada 15 kişi kadarız. Eskişehir’in duayen Köy Enstitücülerinden, Çifteler mezunu, bu Enstitü ile ilgili ödül almış bir kitabı da bulunan İlyas Küçükcan ve Muharrem Kubat’ın karşısına oturtuluyorum. Kendileriyle Enstitüler hakkında sıkı bir sohbete dalıyorum.

7 Nisan Pazar günü, kahvaltıdan sonra Öğretmenevinin çok yakınında bulunan Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bağlı, binayı Eti Şirketi yapıp bağışladığı için adının başına Eti ibaresi konulmuş Eti Arkeoloji müzesini gezdim.  Öğleye doğru hem Aydın, hem Sibel Hanım Öğretmenevine geliyorlar, Aydın’ı orada bırakıp Sibel Hanım’la Gar’a gidiyoruz. Bizim için hazırlanmış “Haşgeşli” ekmek, patatesli böreklerle…

Eskişehir’in adı Eski ama galiba Anadolu’nun en yenilenmiş ve modern kenti. Geniş caddeleriyle, kültür ve eğitim kurumlarıyla, müzeleriyle ve medeni insanlarıyla.

Bu Eskişehir günleri boyunca benim zihnimin arka planında Kurtuluş Savaşı’nın Eskişehir görüntüleri gidip geldi. Ali Fuat Paşa, Çerkez Ethem, Kuvayı Seyyare, Seyyarei Yeni Dünya, Eskişehir’in boşaltılması, Sakarya Savaşı, Eskişehir’in kurtuluşu, burada öğretmenlik yapmış, hatta 1919 seçimlerinde mebus adayı olmuş yapmış olan Etem Nejat, Yunanlıların yaktığı köyler, Yakup Kadri’nin Yaban’ı…

Ara sıra evden kaçmakta yarar var. Öğrenmenin yolu yalnızca çok okumak değil. Çok gezmek de öğrenmenin bir yolu. Ama en öğretici olan da merak… (8 Nisan 2024)

zekisarihan.com

Devamını Oku

Türkiye kırmızıya boyanırken

Türkiye kırmızıya boyanırken
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Zeki SARIHAN 

31 Mart 2024 yerel seçimlerinin daha ilk sonuçları yayımlanmaya başlandığında ülkemizin kırmızıya boyanmakta olduğu anlaşıldı ve bu durum Türkiye’nin devrimcileri, demokratları, hatta liberalleri tarafından büyük bir sevinçle karşılandı.

Her seçim sonucunda kalemine güvenenler tarafından yorumlar yayımlanması doğaldır. Halkımızın geleceği ile ilgili kaygıları, tasarıları bulunan herkes gibi ben de bunu yapıyorum. Şimdi, çiçekli 1 Nisan sabahında bunları özetlemenin bir sorumluluk olduğu kanısındayım.

  1. 1977’den beri girdiği bütün seçimlerde birinci olamayan ve bu durum varına yoğuna başına kakılan CHP, bu seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Bu CHP’ye olduğu kadar, çeşitli renkler taşıyan devrimci ve demokratlara büyük bir moral üstünlük kazandırdı.
  2. 31 Mart seçimleri, Türkiye’nin siyasi kaderinin değişmeyeceği ön yargısını yıktı. Türkiye’nin önüne güçlü bir seçenek koydu.
  3. Gelecekten umudunu kesmiş bazı tuzu kuruların güya “CHP’ye bir ders vermek için” sandık başına gitmemelerinin ne kadar yanlış olduğunu kanıtladı. Halk onları utandırdı.
  4. 2019’da Tekrarlanan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimleri, sonun başlangıcı olduğunu gösteriyordu. Daha 6 Haziran 2014’te “AKP’nin Yükselişi ve Düşüşü” başlıklı yazımda bu gerilemeyi belirtmiştim. Ancak hop demekle ağaca çıkılmıyor. “Vakt erişmeyince” niyetler gerçekleşmiyor.
  5. AKP ve MHP ortaklığının geri dönülmez biçimde güç kaybetmesinin başta gelen nedeninin hayat pahalılığı, işsizlik olduğu kadar, partizanlık, adaletsizlik, kibir, ve gericileşme olduğunu hesaba katmak gerekir.
  6. İktidarın ülkeyi şeriatçı bir Ortadoğu ülkesi yapmak için tarikatçıları iktidarına ortak etmesi, eğitim sistemini bilimsellikten uzaklaştırması, hazineyi şeriatçı bazı kuruluşların hizmetine vermek için uyguladığı politikalar, bu seçim sonuçlarından anlaşıldığı üzere ters tepmiştir. Laikliğin güvencesinin devlet değil, halk olduğu yolundaki saptamalarımız doğrulanmıştır.
  7. CHP, Kılıçdaroğlu’nun başlattığı ve Özgür Özel yönetiminde ilerletilen bir kabuk değişimine uğramaktadır. O artık, Tek Parti döneminin, yani, halkla ilişkisi zayıf bir bürokrat burjuva partisi olmaktan çıkma yolundadır. 31 Mart seçim zaferi nedeniyle Genel Başkan Özgür Özel’in ifade ettiği gibi CHP artık diktatörlüğe son vermek isteyen “demokratların” partisidir.
  8. Son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kurulan “Millet İttifakı” tepede dağılmış olmakla birlikte halk arasında muhalefetin güçlerini birleştirmesi gerektiği gibi bir anlayışın güçlenmesine neden olmuştur. Nitekim, İttifakı dağıtan liderler hemen hiçbir varlık gösteremedikleri hâlde, Özgür Özel’in “Türkiye İttifakı” dediği kümelenme ana muhalefet partisinde gerçekleşmiştir.
  9. Sosyalist sol, eskiden olduğu gibi hâlâ parçalanmış durumdadır. Bu seçimlerde küçük bazı mevzilerde görünmelerine karşılık dişe dokunur bir varlık gösterememiştir. Dünyanın gericilik dönemi yaşadığı bu koşullarda bunda yadırganacak bir yan da yoktur. Ancak “komünist”ler birer öcü sayılmaktan çıkmışlar, seçim pusulalarında yerlerini almaya başlamışlardır.
  10. AKP iktidarının Kürt devrimci ve demokratlarını “terörist” ilan ederek düşmanlaştırmasını, bunların ülkeyi böleceklerini ileri sürerek halkı kendi çevresinde toplama politikasının da artık kullanım süresinin bittiği görülmektedir. Partileri hakkın da kapatma davası açıldığı, kazandıkları belediyeler “kayyım”la ellerinden alındığı, belli başlı siyasetçilerinin hapishanelerde rehin tutulduğu bu siyaset, kaya gibi yerinde durduğunu göstermiştir. Bu parti seçmenlerinin, parti yönetiminin de telkiniyle olsa gerek, kendi adaylarının seçime girdiği İstanbul, İzmir gibi yerlerde AKP karşısında baraj olacak CHP’ye oy vermeleri de akıllı bir siyasetin ürünüdür.
  11. Bu seçim sonuçlarının iktidar bloğunda yaratacağı etki de önemsiz değildir. AKP’nin burnu kırılmıştır. Bundan sonra halkın içine destursuz bağa girer gibi giremeyecektir. Ordu, bürokrasi, adliye, eğitim, kendi taraftarlarını iyice palazlandırdığı iş dünyasının büyük bölümünü elinde tutuyorsa da halkın çoğunluğu artık onun elinde değildir. Devlet ile halk arttık aynı çizgide buylunmuyor. Türkiye ikili bir iktidar dönemine girmiştir. Önümüzdeki süreçte, Devletin (AKP ve MHP’nin) halkı kazanacağı beklenemez. Aksine demokrasi güçleri devleti kazanacaklarıdır.
  12. Utanması gerekenler: Hangi partiden olursa olsun, bu seçime girip de kaybedenlerin hiçbiri utanılacak bir şey yapmamıştır. Bu demokratik bir yarışın gereğidir. Ancak utanması gereken kişiler de vardır. Devletin tarafsız olması gereken televizyonunu iktidar partisinin borazanı haline getirenler bundan utanç duymalıdırlar. Eski seçim yasalarında gayet mantıklı olarak seçimle ilgili üç bakanın adalet, ulaştırma ve içişleri bakanları seçimden bir süre önce istifa edip yerlerine partisiz bakanlar getiriliyordu. Bu uygulamayı kaldırdılar, fakat gene de bu bakanların, AKP adayına oy istemek için yollara düşüp “kapı kapı” gezmeleri hiç yakışık almadı. Bu üç bakan, kendilerine biraz güven varsa da bunu kaybetmişlerdir. Pişman olmaları beklenir.
  13. Seçimlerde oyların gizli verilmesi çok isabetli bir uygulama olmakla birlikte isteyenlerin gerek seçimden önce, gerek seçimden sonra oylarını açıklamaları da bir haktır. Bunun gereği olarak ben de epey bir süredir oy verdiğim kişi ve partileri açıklıyorum. Bu seçimde oturduğum Ankara-Çankaya’ya bağlı Koru Mahallesinde yeniden aday olan CHP?’li Türkân Yezer’e oy verdim. Kendisinden başka aday da yoktu. Çankaya’da ve Ankara Büyükşehir’de CHP’nin adaylarına oy verdim. Oy verdiğim herkes açık farkla kazandı!
  14. Seçimlerde bir kulağım Beyceli köyündedir. Çok ilginçtir ki, burada da CHP’li bir aday olan Şehzat Sarıhan kazanmış. Dikkat çeken husus, onun CHP’li olmasından çok Sarıhan sülalesine mensup olmasıdır. Bu seçimde adaylığını koyanlardan muhtemelen başka CHP’liler de var. Sarıhanlar, tek parti döneminde köyün hâkimi iddiler ve muhtarlar da hep onlardan olurdu. İlk kez 1973’te bu durum değişti. Arada bu aileden olan İsmet Sarıhan muhtarlık yaptı. Şimdi muhtarlığın yeniden Sarıhan soyadını taşıyan birinin eline geçmesi, Türkiye’deki 31 Mart seçim sonuçlarına ve CHP’nin birinci parti olmasına benziyor. Diyeceğim, CHP hakkında Tek Parti’den kalan olumsuz izlenimin genç kuşaklarda silinmeye başladığını gösteriyor. Nitekim Beyceli’de AK Parti Ordu adayı seçilmiş olmakla birlikte CHP’nin oyları da artmış. Geçenlerde yayımladığım bir yazıda CHP’nin olmayıp birinci parti olamayışını onun Tek Parti döneminden kalan olumsuz hatırasına bağlayıp “Özgür Özel, Erdoğan’ı Yenebilir mi?” diye sormuştum. 31 Mart Yerel Seçimleri, Özgür Özel’in şahsında demokratik muhalefetin Erdoğan’ı yendiğinin kanıtıdır. (1 Nisan 2024)

 

Devamını Oku

Kanunsuz ceza: linç

Kanunsuz ceza: linç
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Zeki SARIHAN

Hatırlanacağı gibi geçtiğimiz günlerde Moskova’da korkunç bir IŞİD saldırısı oldu. Zihnen mağara devrinden kalma olduğu izlenimi veren caniler, bir konser salonunu basarak rastgele açtıkları ateşle 150’ye yakın kişinin canını aldılar, bir o kadar kişiyi yaraladılar.  Binayı da ateşe verip kül ettiler.

Bütün halkların bu canileri lanetlemesi beklenirdi ve öyle de oldu. Olay, dinci fanatizmin dünyanın başına bela olduğunu göstermesi bakımından da ibret vericidir. İnsanlığın bu yarasının nasıl tedavi edileceği de henüz keşfedilmemiş görülüyor.

Sanıkları yakalama teknikleri Rusya’da da oldukça gelişmiş olmalı ki Putin’in servisleri, IŞİD’lilerın bir kısmını yakaladı. Sorguya aldı. Bununla ilgili fotoğrafta görünenler de kan dondurucu idi. Sanıkların yakalandıklarında adam akıllı haşat edildikleri anlaşılıyordu. Birinin yüzü gözü şişmiş, biri ise sandalyeye bağlanmış olarak baygın duruyordu, gözlerini açamıyordu!

Sakın hiç kimse “caniler bunu hak etmişler, üzerinde durmaya değmez” demesin. Putin bile, bu manzarayı görünce, sanıkların kanunlara göre sorgulanmasını polis müdürüne söylemiş.

Bir topluluğun uygarlık düzeyi, sanıklara karşı tutumuyla ölçülür. Hangi suçu işlemiş olurlarsa olsunlar, sanıkların nasıl sorgulanacağı, mahkûmiyet kararlarının nasıl yerine getirileceği yasalarla belirlenmiştir. Kimse kendini bu kurallara uymaktan muaf tutamaz. Bunu yapanlar hoş görülemez.

Bizim tarihimizde de sorgusuz infazlar çok görülmüştür. Cumartesi Anneleri yıllardır kaybolan evlatlarından haber soruyor. Kenan Evren rejiminin Diyarbakır Hapishanesinde uyguladığı işkence ve insan onuruna yakışmayan davranışları unutulmuyor.

BİR ÇOCUĞUN TANIKLIĞI

Aşağıda, bizim Kurtuluş Savaşımızda işlenen bir linç hareketini o tarihte 10 yaşında olan bir çocuğun tanıklığından aktaracağım. (Adnan Ergeneli, Çocukluğumun Savaş Yılları Anıları, İstanbul-1993, İletişim Yayınları, s. 175)

Adnan Ergeneli, 1922’de şehrin kurtuluşundan hemen sonra buraya mutasarrıf olarak atanan Hilmi Bey’in oğludur.

“Bir gün okulda derste iken, dışardan korkunç bağrışmalar duydum. Pencereden bakanlar kalabalık bir insan grubunun yerde bir şey sürüklediğini gördüler. Hepimiz, öğretmenlerin de dersi olduğu hâlde dersi yarıda bırakıp sokağa fırladık. Sokakta bir ceset sürükleniyordu. Meğer Yunan işgali sırasında Yunanlılarla iş birliği yapmış ve Türkleri çok kötü durumlara sokmuş olan hain bir mahalle imamıymış. Bu hoca savaş kazanılınca kaçıp köylerden birine sığınmış fakat o sırada saklandığı yerde yakalanıp jandarmalarla Kütahya’ya getirilirken halk onu tanıyıp etrafında toplanmış. Saldırıp adamı jandarmanın elinden almışlar. Hemen taş, yumruk, bıçak, sopa ve tekmelerle adamı yere yıkmışlar. Ve ağzından gem gibi bir ip geçirmişler, bağıra çağıra tozlu yollara sürüklüyorlardı. Kimisi taş atıyor, kimi de bir bıçak saplıyordu. Kan içindeki vücudu ve yüzü tozlara bulanmıştı. Galiba kulaklarını da kesmişlerdi. İple çekip sürükleyerek cansız cesedini çarşının ortasındaki kalın dalına bacağından baş aşağı astılar. Böylece biz de bir adamın linç edildiğini gördük. Korkunç bir manzaraydı. Hıyanetinin cezasını halk pek acı bir şekilde vermişti.”

Bu olay için kimse “iyi yapmışlar, ellerine sağlık” demesin. Böyle bir söz insanların içindeki vahşeti açığa vurmakta başka bir şey değildir. Medeni toplumların suçluları cezalandırmak için yaptıkları yasaları olur. Nitekim, Kurtuluş Savaşı yıllarında ihaneti görülmüş insanlar eğer yurt dışına kaçamamışlarsa kanun karşısında hesap vermiş ve cezaları kesilmiştir. Gazeteci Ali Kemal, Kuvayı Milliye’nin azılı bir düşmanı idi. İstanbul’dan kaçırıp Ankara’ya götürülürken İzmit’te Ordu Komutanı Nurettin Paşa tarafından linç ettirilmesi bir leke olarak kalmıştır. İzmir Metropoliti Hırisostomos da aynı biçimde linç ettirilmiştir. Bu gibi eylemler, uygulayıcıların yurtseverliğini değil, vahşetini gösterir ve linç edilen lehine bir acıma duygusunun doğmasına da neden olur.

Örneği Kurtuluş Savaşından vermemin nedeni, en haklı olduğumuz bir davada ve zamanda bile, kanunun ve insanlık değerlerinin dışına çıkmanın yanlış olduğunu anlatmak içindir.

Sakın “Oh olsun, iyi yapmışlar!” demeyin. En korkunç suçları işleyenlerin bile adil yargılama hakları olduğunu, vücut bütünlüklerine dokunulamayacağını kabul edin.

1960’lı yıllarda Adapazarı çevresinde bir çoban, bir İngiliz turiste saldırmış, galiba ırzına geçmişti. Çobana fena halde işkence yapmışlar. Avukat Mehmet Ali Aybar (Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı)  bu işkenceye açıkça karşı çıkmıştı. Galiba yalnız o karşı çıkmıştı. Çünkü o bir sosyalistti… (28 Mart 2024)

zekisarihan.com

Devamını Oku

Ramazan davulu

Ramazan davulu
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Zeki SARIHAN

Karadeniz bölgesi köyleri oldukça dağınıktır. Orta Karadeniz bölgesinde kıyıdan 30 kilometre içeride bulunan köyümüz beş mahalleden oluşmuştur.

Köyümüzün ramazanla ilgili vazgeçilemeyeceğini sandığımız bir geleneği vardı. Diğer köylerde bulunmayan bu gelenek yaklaşık yüz yıldır köyde ramazan davulcusu tutulmasıydı. Bu uygulamayı başlatanın dedemin babası olan ve köyün ileri geleni sayılan Osman Kadı olduğu söylenir.

Her Ramazan’da ilk teravih namazı için mahallemizin mescidinde toplananlar, davul çalma işini açık eksiltmeye koyarlar, en düşük ücreti veren, bir ay boyunca sahurda davul çalarak mahalleyi dolaşır, ev sahibi kadınlara tek tek seslenerek kaldırır, ışığın yandığını görünce öteki kapıya yönelirdi. Sahur bitimine beş on dakika kala da bulunduğu yerden davula döm döm vurarak son lokmaları almaları için köylüleri uyarırdı. Çocukluğumda zevkle dinlendiğine tanık olduğum, geçen ramazana kadar da devam eden bu uygulama köyümüzün özelliklerinden biriydi.

Köyümüzün beş mahalleden oluştuğunu söylemiştim. Davul yalnız bizim mahallede çalınır fakat davul sesi gecelerin sessizliğinde öteki mahallelerden de duyulurdu. Buna rağmen, davulcunun yüksek bir yere giderek karşı mahalleden bazı isimlere yüksek sesle -bağırarak o mahalle halkını da kaldırmaya çalışırdı.

Davulculuk, onu yapanlar için de zevkli bir işti. Ücreti na kadar düşük olursa olsun her zaman buna istekli olanlar bulunurdu. Ramazanın ortasında gece vakti davulcuya bir armağan vermek de adettendi. Davulcu, bayram günü ise gene ev ev dolaşır hediyesini alırdı. Bu kadiyeler genellikle bir börek parçası,halva gibi yiyecekler veya ufak bir para olurdu.  Uzun yıllar köydeki tatilim Ramazanlara rastlamadığından bu armağanların çeşitlenip çeşitlenmediğini bilmiyorum.

Her Ramazanın ilk gününde bizden köye telefon edilir, “Bu yıl davulu kim çalıyor?” diye soruyoruz. Böylece çocukluğumuzun seslerini duyar gibi olarak köyümüzle bağımız güçlenirdi.

Bu yıl bir şaşırtma ile karşılaştık. Bu Ramazanda köyde davul çalınmayacaktı! Nedeni ise buna kimsenin istekli olmamasıymış.  Yıllardaır davul çalmaya talip olanlar, hatta bu konuda birbirleriyle yarışanlar, gene köydeydi. Geçen yıl, gene iki kişi açık eksiltmeye girmiş, sonunda belli bir ücreti aralarında paylaşarak birlikte çalmaya karar vermişlerdi.

Yüz yıllık geleneğin bu yıl sona ermesi, muhtemelen gelecek yıl da yeniden başlamayacak olmasının nedeni, mahallede kışın bu aylarda oturan ailelerin çok azalmasıydı. 55 evin bulunduğu mahallede bu evlerin sahipleri kış gelirken ya İstanbul’un yolunu tutuyor, ya da Fatsa’ya iniyorlar. Bahar geldiğinde tek tük köye dönenler oluyor, Temmuz ve ağustos aylarında ise bu evler tamamen doluyor. Hatta, torun torba da geldiğinden köy bayağı kalabalıklaşıyor.

Ramazan her yıl on gün önce geldiğine göre bundan sonra 10-12 yıl Ramazan kışın gelecek ve köyde belki daha da az nüfus bulunacak. Dolayısıyla davul sesi, Ramazan’da artık Beyceli köyünde duyulmayacak demektir! Düğünlerde de. Çünkü çoğu köylü düğünü de artık Fatsa’daki düğün salonlarında yapıyor. Düğün sahipleri artık keşkek pişirmekle, düğüne gelenlere hizmet etmekle uğraşmıyor. Şehir düğünlerinde olduğu gibi parayı basırıp bütün bu hizmetleri düğün salonlarından satın alıyorlar.

Beyceli köyünde Ramazan’da davul sesinin kesilmesi, Türkiye’de köy nüfusunun giderek azalmakta olduğu gerçeğini de tescil ediyor. Köylüler de artık hayvan, tavuk beslemeye, çamur çiğnemeye, ocakta meşe odunu ile ısınmaya razı değiller. Sanayi, ticaret ve hizmet sektörünün gelişmesi, köyde eğitim hizmetlerinin ve haftada birkaç saat gelip ilaç yazan aile hekiminden başka sağlık hizmetlerinin bulunmayışı kentlere akını zorunlu hale getiriyor.

Bu zorunlu bir gelişme. Ama gene de Ramazan’da köyde davul sesinin kesilmesi anılarımızda ve sosyolojimizde bir kırılma yaratmış bulunuyor.

Fotoğrafı, birkaç yıl önce köyde Ramazanı anlattığım bir yazıda, Beyceli’de o yıl Ramazan davulculuğu yapan komşumuzdan isteğim üzerine gönderilmişti.

Anlayacağınız üzere Ramazan ayına pek ilgisiz sayılmayız! (17 Mart 2023)

 

Devamını Oku