Soner Sevgili

Soner Sevgili

07 Nisan 2024 Pazar

Anavarza, Dioskorides, Aydınlı Ali ve halk hekimliği/ ıı

0

BEĞENDİM

ABONE OL

 

Uzun boylu, yaşlı ama son derece dinç bir adam, yanında küçük oğluyla birlikte Anavarza düzlüklerinden tepelere doğru yöneldi. Sıcak bir bahar sabahıydı ve her ikisinin de sırtlarında bezden büyük torbalar asılıydı.

Ellerinde toprağı eşelemek için aletleri, sık sık duruyorlar ve baba oğula hep bir şeyler anlatıyordu. Sanki binlerce yıl önceden devraldığı sırların omuzuna yüklediği ağırlığı oğlu ile paylaşıyordu.

– “Bak Ömer’im, kınalı kuzum her bir malzemenin uygun mevsimde toplanması ve muhafaza edilmesi son derece önemlidir. Çünkü ilaçların etkili olup olmayacağı ya da gücünü kaybedip kaybetmeyeceği buna bağlıdır.”

Yaşlı adamın adı Ali idi. Kozan’ın en namlı aktarı idi. Yörük olduğu için Kozanlılar O’na Aydınlı Ali derlerdi. Kınalı kuzusu ise, oğlu ve mesleğini devredeceği Ömer’di.

Aydınlı Ali, durdukları, topladıkları her bitkinin başında Ömer’e kitaptan okur gibi bilgilerini aktarıyordu.

– “Ömer’im, malzemeler açık hava koşullarında toplanmalıdır. Çünkü malzemelerin kuru havada toplanmasıyla yağmurlu havada toplanması arasında büyük fark vardır.

Aynı şekilde bölgelerin dağlık, yüksek, rüzgârlı, soğuk ya da kurak olması da belirleyicidir. Çünkü bu özellikteki bitkilerin tedavi gücü daha fazladır. Düzlük, nemli, gölgeli ve rüzgârsız bölgelerde yetişen bitkiler genellikle daha az güçlüdür. Özellikle de uygun olmayan bir mevsimde toplanmışsa ya da güçsüzlükten solmuşsa.”

Ömer bir yandan topladıkları bitkileri, birbirlerine temas etmeyecek şekilde sırtlarındaki çantalara yerleştiriyor, bir yandan da bütün açlığı ile babasını dinliyordu:

– “Oğlum, bu bitkilerin, iyi toprak özelliğinden ve mevsim koşullarından dolayı genellikle eninde sonunda gücünün tamamına eriştiği de tabii ki göz ardı edilmemelidir. Bazı bitkiler kış mevsiminde çiçek ve yaprak vermesi bakımından ilginçtir, diğerleri ise yılda iki kez açar. 

Bu konuda deneyim kazanmak isteyenler, yeni filizlerin topraktan çıkmasına, bitkilerin tam büyümesine ve sonra solmasına tanık olmalıdırlar. Nitekim ne rastlantı sonucu filizlenmeyi gözlemleyen kimse bitkinin tam gücünü anlayabilir ne de sadece olgunluğuna erişmiş bir bitkiyi görmüş olan kimse o bitkiyi filizlenirken tanıyabilir. Bu nedenle yapraklardaki değişiklikler, sapların boyutu, çiçekler ve meyveler ya da herhangi başka bir özellik nedeniyle, bu şekilde gözlemler yapmamış olan kişiler şu ya da bu yanılgıya düşmektedirler. 

Bu bitkiler hakkında en çok bilgiyi, bu bitkilere birçok yerde sık sık rastlayan kişi edinebilir. Karabaş otu, açık renkli kedi kekiği, yarpuz, kara pelin otu, ada çayı, pelin otu, mercanköşkü̈ ve benzeri hassas bitkiler tohum verecekken toplanmalı, çiçekler ise düşmeden hemen önce, meyveler olgunlaşınca toplanmalı, tohumlar ise düşmeden önce kurumaya başlayınca toplanmalıdır. 

Bitki suları taze bitki saplarından çıkarılmalıdır. Yapraklar için de aynı şey geçerlidir. Akan özsular ve damla sıvılar (gözyaşları) ise bitki henüz tam gücünü̈ koruyorken saplar kesilerek elde edilmelidir.” 

Oğluyla birlikte topladıkları bitkileri, drogları yani doğal maddeleri, insan yapımı değişiklik yapılmamış hammaddeyi dükkana getiren Aydınlı Ali, kurutulması gerekenleri, saklanması gerekenleri birbirinden ayırdı. Oğlu Ömer’e bu işlemleri nasıl yapacağını da, bir sırrı paylaşır gibi teker teker anlatıyordu:

– “Bak oğlum, muhafaza ve sıkma ya da kabuğunu soyma için yararlı olan kökler, bitki yapraklarını kaybetmeye başlarken toplanır. Temiz olan kökler doğrudan nemsiz ortamda kurutulmaya bırakılmalıdır, toprak ya da kil kalıntıları olanlar suyla yıkanmalıdır. 

Güzel kokulu çiçekler ıhlamur ağacından yapılmış kuru sandıklarda saklanmalıdır. Bazı bitkilerin, tohumlarının korunması amacıyla kâğıt ya da yapraklara sarılarak muhafaza edilmesi daha uygundur.

Sıvı ilaçların muhafaza edilmesi için hiçbir şekilde sızdırmaz bir gümüş, cam ya da boynuz kap uygundur; topraktan, gözenekli olmayan ya da özellikle adi şimşir ağacından yapılmış ahşap kaplar da kullanılabilir. 

Maden filizinden yapılmış olan kaplar, özellikle de sirkeden, katrandan ve reçineden yapılmış göz ilaçları ve nemli ilaçlar için uygundur. Yağlar ve özler kalay kaplarda muhafaza edilmelidir.”

NOT: Oğlu ile hayali bir geziye çıkardığım Aydınlı Ali’nin, tırnak içinde verdiğim sözleri Anavarzalı Pedanios Dioskorides’in, yaklaşık 2 bin yıl önce, Milattan sonra 64 yılında yazdığı “İlaçlar Bilgisi Üzerine” anlamına gelen De Materia Medica kitabına yazdığı önsözden birebir alıntıdır. İlerde vereceğim örneklere de dayanarak, Dioskorides’in bilgilerinin ve yazdıklarının Aydınlı Ali gibi aktarların da içinde olduğu halk sağlığı uzmanları sayesinde bugüne ulaşabildiğine inanıyorum.

*    *    *

 

Türk Dil Kurumu’nun 1988’de çıkardığı Türkçe Sözlük’ten:

Aktar (isim)-(Arapça. Attar, “koku satıcısı” 1. Baharat, ev ilaçları, gereçleri satan kimse veya dükkan. 2. Anadolu’da iğne, iplik, baharat, zarf, kağıt, tütün vb. satan kimse veya dükkan.

Aktariye (isim)-(akta:riye) (Arapça. attâriyye) Aktarın sattığı şeyler.

Drog (isim) (Belirtme hali drogu, çoğulu droglar) 1. Hayvan ve bitkilerden, kurutularak veya özel metotlarla toplanarak elde edilen, eczacılık ve kısmen sanayide kullanılan ham veya yarı ham madde.

*    *    *

 

 

Prof. Dr. Turhan BAYTOP “Türkiye’de Bitkilerle Tedavi- Geçmişte ve Bugün” adlı eserinde Aktar kelimesini şöyle tanımlar: “İlaçların yapılmasında kullanılan bitkisel, hayvansal ve madensel ilkel maddeleri (drog) satanlar için kullanılan bir kelimedir”. Süheyl Ünver ise aktar kelimesinin “Akkar” kelimesi ile ilgili olduğunu ve akkar kelimesinin de “devaların aslı ve kökeni” anlamına geldiğini söyler.

Tarih boyunca Anadolu’da (ve hatta dünyanın dört bir yanında farklı ülke ve kültürlerde) aktarlık mesleği çok önemli bir yere sahip olmuştur. Bizans döneminde şifalı bitki ve baharat ticaretinin merkezi İstanbul idi. Bu alanda çalışan kokucular (koku ve boyar madde satıcısı), aktarlar (şifalı bitki ve ilaç satanlar), baharatçılar ve kökçüler kendi aralarında örgütlenmişlerdi ve önemli ölçüde devlet teşviki alıyorlardı. Devlet kasap, fırıncı, balıkçı ve mezecilere % 4 kar haddi oranı belirlerken, bu oran baharatçılar için yüzde 16 idi.

 

 

Evliya Çelebi ünlü seyahatnamesinde 17. asrın ortalarında İstanbul’da sağlık ile ilgili maddeler satan esnaf hakkında bilgiler verir. Evliya Çelebi bu dönemde İstanbul’da 2000 Attâr; 500 ilaç suları satan, 300 macuncu, 41 gülsuyucu, 35 amberci, 25 buhurcu, 8 tane de ilaç yağları satan esnafın, ayrıca “Ot bulucular esnafı”nın bulunduğunu bildirir ve şöyle der:

“Pirleri Hazret-i Lokman’dır. Yeryüzünde bulunan bütün bitkilere Allah dil vermiş ve hepsi ‘Ben şu derde devayım’ diye Lokman’a söylemiştir. Peygamberimiz zamanındaki pirleri Zünnun-i Mısri’nin oğlu Hidayetullah’tır. Mezarı Hicaz dağlarındadır ve bitki toplarken yılan sokmuş, şehirden ilaç yetiştirinceye kadar vefat etmiştir.”

Osmanlı döneminde halkın ilaç gereksinimi hekimler ya da aktarlar tarafından karşılanıyordu. 1868 yılında İstanbul’da 45 eczaneye karşılık 2 bin aktar bulunması, aktarların halk sağlığındaki önemini belirleyen bir kanıttır.

 

 

Geçmişte dededen, babadan toruna geçen ve ciddi bir bilgi birikimi gerektiren aktarlık mesleğini icra edenler Üstad, Gezici, İnce ve Yahudi aktarlar diye sınıflandırılıyordu. Nadir ve zor bulunan droglar ancak “İnce Aktar”lardan temin edilebiliyordu.

Ancak zaman ilerledikçe eczacılığın ilerlemeye başlaması ile birlikte hem kimyasal kaynaklı ilaçların, hem de azınlık ve yabancı uyrukluların açtığı eczanelerin sayısı İstanbul’da ve Anadolu’da hızla yayılmaya başladı.

 

 

Toplum içinde insanı yaratan yaratıcının dermanını da yarattığı ve bu dermanları insanlık yararına kullanmak için temsilcileri olan aktarları gönderdiğine inananların sayısı azalmaya başladı. Bunda eczaneler ve aktarlar arasındaki büyük rekabet kadar mesleğini kötü ve halk sağlığını tehlikeye atacak şekilde kullanan aktarların da rolü oldu.

Zengin bitki çeşitliliği, kültürel zenginliği, coğrafik konumu ve derin etnobotanik bilgi birikimi ile Anadolu’da hiçbir zaman yok olmayan aktarlar geçmişte eczacı, baharatçı, kırtasiyeci, hırdavatçı, parfümeri, nalburiye gibi birçok mesleği bir araya toplarken, günümüzde daha çok baharat, doğal kozmetik ürünleri ve yöresel gıdalar satan dükkânlar haline gelmeye başladı.

 

 

*    *    *

 

 

Anamur’da, Lenger’den Gülnar’a doğru, yani Toroslar’a doğru çıkarken Azgınlar Köyü’nde (Şimdiki adı Aydıncık Köyü) Aydınlı oymağı yaşardı. 1863 yılında bu oymakta, kara yörük çadırında bir çocuk doğdu. Adını Ali koydular.

Aydınlı oymağı, Dulkadirli Türkmenlerinin ilk tahririnde, Döngeleli boyu içerisinde yer alır. 1563’te üç oba hâlinde kaydedilen oymağın obalarından ilki Ali’nin obası idi. İkinci oba Andırın’da Heşterin köyünde ekincilik yapıp kışlarken, üçüncü oba Sunbas’ta kışlayıp Mağara’da yaylamaktaydı. Kavurgalı boyuna bağlı olarak kaydedilen obanın ziraat mahalleri de yine Sunbas’ta bulunmaktaydı.

Oymağın nüfusunun bu sırada 62 hane ve 33 mücerrede (bekar nüfus) ulaştığı görülmektedir. Aynı tarihte Demircili boyu içinde kaydedilen oba ise Şehir Deresini yaylayıp Ceyhan kenarında kışlamaktaydı. Maraş havalisinde bulunan Aydınlı oymağının 1580’de vergi nüfusu 54 hane ve 16 mücerreddi.

*    *    *

 

 

Ali’nin doğduğu dönemde bütün Çukurova’da tam bir karmaşa yaşıyordu. Özellikle Kozan bölgesinde devlet otoritesinin olmayışı oldukça ciddi sorunlara yol açıyordu. Bölgede, Kozanoğulları tam anlamıyla keyfi bir yönetim kurmuşlardı.

Fırka-i Islahiye’nin hazırlanmasını gerektiren sebepleri şu şekilde özetlemek mümkün: Kozanoğulları’nın isyanı ve buna bağlı olarak bölgede yaşayan Ermenilerin şikâyetleri, Gavurdağı’nda Küçükalioğlu Dede Bey’in isyan etmesi ve Çukurova da bulunan aşiretlerin, özelikle Tecirli Aşiretinin, uygunsuz davranışları…

Türkmen aşiretlerini denetim altına alamayan Osmanlı, bölgeyi bir düzene sokabilmek için Ali’nin doğumundan iki yıl sonra, 1865 yılında Fırka-i İslahiye’yi gönderdi.

 

 

Kurulan Fırkanın kumandanlığına Dördüncü Ordu Müşürü Derviş Paşa ve fevkalade memuriyet-i mahsusa (olağanüstü yetkili memur) sıfatıyla da Ahmet Cevdet Paşa tayin edildi. Derviş Paşa komutasında oluşturulan bu kuvvetler Kırım Savaşında yararlılıkları görülen birliklerden yedi tabur nizamiye askeri seçmişti. Bu birlikler dağ savaşlarına alışkın olan Arnavutlardan ve Zeybeklerden oluşuyordu.

Fırka-i Islahiye’ye Girit, Halep, Maraş ve Adana’dan da birer tabur düzenlendi. Bu durumda Fırkanın gücü 11 tabur ve 1 süvari alayından oluşuyordu. Ayrıca, Mirliva Kurt İsmail Paşa Fırkaya iltihak etmek üzere bir alay süvari ve 4 tabur piyade ile Sivas tarafından harekete geçmiş bulunuyordu.

 

 

Fırka 27 Mayıs 1865’te Adana sahillerine, ertesi gün de İskenderun limanına ulaştı. Gemilerdeki asker ve malzeme İskenderun’a yarım saat mesafede bulunan ve ordugah olarak seçilen Belen’e nakledildi.

Fırkanın harekâtını mümkün olabilecek en az direnişle karşılaşarak tamamlayabilmesi için ilk adım bir genel af ilan etmek oldu. Devlete itaat etme eğiliminde olan bölge insanı için yayınlanan “genel af” beyannamesi etkili oldu ve birçok küçük aşiret ve oymak devlete bağlılığını bildirdi. Kendilerine gösterilen yerlere yerleşti.

Fırka-i Islahiye 1865-1866 yıllarında Çukur-ova, Gavur-dağı (Cebel-i Bereket), Kozan-dağlarında devlet idaresini yeniden tesis etti. Bunun yanında özellikle konar-göçer oymaklar dağıtılıp, iskân ve yerleşmeleri de başarıldı.

*    *    *

 


 

İşte bu dağıtılan, yerleşik hayata geçmeye zorlanan aşiretlerden biri de Ali’nin aşireti idi. Azgınlar obası önce Misis’e, oradan Ceyhan’a, oradan da Kozan’a gönderildi. O yüzden Ali’ye uzun zaman Ceyhanlı Ali denildi. “Aydınlı” adını alması çok sonralara uzanır.

Aileye önce başka bir ev tahsis edildi. 1915 yılında Kozanlı Ermeniler tehcirle kenti terk ettiğinde evleri ve dükkanları da satışa çıkarıldı. Şimdiki dükkanın arkasındaki eski taş ev bir Ermeni eviydi ve burayı Aydınlı Ali 150 liraya satın aldı. Burada karısı Fatma Ana, üç kızı; İclal, Belhizel, Şemşi ve üç oğlu; Bekir, Yusuf, Ömer ile ömrünün sonuna kadar yaşadı.

Aşağı Çarşı’nın bitiminde, Şahin Sokak ile kesişme noktasında hanın ve demircilerin yanında (Civanın Kahvesi’ne doğru) Aydınlı Ali ilk aktar dükkanını açtı. Uzun yıllar burada hizmet verdi.

Soyadı kanunu çıktıktan sonra aile, önce obalarının adı olan Azgın’ı seçti. Ancak daha sonra Kozan’da da tanındığı ismi, yani “Aydınlı”yı seçip, soyadlarını Aydınoğlu olarak değiştirdi.

 

 

*    *    *

 

 

Benim hatırladığım dönemlerde (ki 1970’li yılların başına kadar uzanır) Aydınlı Ali, Adana Yolu (Irmak Caddesi) üzerinde, Adliye’ye gelmeden önce, 1963-64 yıllarında oğulları Bekir, Yusuf ve Ömer’le birlikte inşa ettiği şimdi ki dükkanda hizmet verirdi.

Bu cadde o dönem Kozan’ın en önemli caddesiydi. 200-300 metrelik bu cadde üzerinde Kozan’ın ilk eczanelerinden olan Kozan Eczanesi, Arap’ın fırını, en namlı avukatların ofisleri, Foto Oral, o yılların en modern eğlence mekanı olan Zuhal Sineması da bulunurdu.

Ön tarafı boydan boya çinko daraba ile kapatılan bu dükkanda Aydınlı Ali, oğlu Ömer ile çalışırdı.

 

 

Bu yazının yazıldığı günlerde hem bilgi almak, hem de anılarımı canlandırmak için dükkana yeniden gittiğimde, Aydınlı Ömer’in oğlu İbrahim ve Emin’in sağlık sorunları nedeniyle dükkana gelemediğini, dede mesleğini torun genç Hazım’ın sürdürdüğünü, dükkanın benim bildiğim o eski halinden hiçbir iz kalmadığını, çinko darabaların yerini plastik pimapenlerin aldığını içim inceden sızlayarak gördüm.

 

 

Duvarda Aydınlı Ali ve oğlu Ömer’in vesikalıktan büyütülmüş fotoğrafları o eski günlerden kalan tek iz gibiydi. Çizgili gömleği, bembeyaz sakalı ve gözlerinde ki o bilge ışıltıyla bakan Aydınlı Ali’nin fotoğrafının altına not düşülmüş: Doğum 1833, ölüm 1982… (Burada bir yazım hatası yapılmış. Aydınlı Ali’nin doğum tarihi 1863’dür.)

Dükkanın üstünde eski taş evde yaşar ve aradaki küçük geçitten oğlunun yardımıyla dükkana inerdi Aydınlı Ali. Burada fotoğrafta da görülen kendisi için hazırlanmış bir köşede çuvalların arasında deri koltuğuna otururdu. Onun rahat etmesi için koltuğun üzerine türlü örtü ve battaniye serilirdi. Bu koltukta oturan Kozan’ın en yaşlı adamı, bu kadim şehrin tarihinin çok önemli aktörü Aydınlı Ali, yoldan gelen geçenleri seyreder, verilen selamları belli belirsiz bir gülümsemeyle kabul ederdi.

Bütün çocukluğum boyunca hiç ayrılmadığım, ilk, ortaokul, lise yıllarında sıra arkadaşım, dostum, sırdaşım olan kuzenim Özden’lerin evi dükkanın hemen ilerisinde olduğu için günde en az 2 defa oradan geçer ve koltuğundan Kozan’ı izleyen o yaşayan tarihi görürdüm. Her seferinde O’nu orada görebilmek için gözlerim aranır, göz göze gelebilmek ve selam verebilmek için fırsat kollar, selamım yerine ulaştığında da mutlu olurdum.

Eğer dükkan çok yoğunsa Aydınlı Ali’de oğlu Ömer’e yardım etmek için oturduğu köşesinden kalkar ve müşteriler ile ilgilenirdi. Böyle zamanlarda benimle de ilgilendiğini hatırlıyorum.

*    *    *

 

 

Aydınlı Ali 119 yıllık hayatında Osmanlı padişahları Sultan II. Mahmud, Abdülmecid, Abdüllaziz, V. Murad, II. Abdülhamid, V. Mehmet Reşat, VI: Mehmet Vahideddin’in tahta çıkışını gördü. Cumhuriyet’e tanıklık etti. Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Kenan Evren’in cumhurbaşkanı olmasına şahit oldu.

Bu toprakların kaderini belirleyen onlarca savaşa, barışa, darbe girişimlerine tanıklık etti. Tanık olduğu önemli olayları sıralayınca ömrüne neleri sığdırdığını daha iyi anlıyor insan:

3 Kasım 1839’da Gülhane Hattı Hümayunu yani Tanzimat Fermanı’nın okunması…

1833’de Adana ve Çukurova Bölgesi’ni de işgal ederek Kütahya’ya kadar ilerleyen Kavalalı Mehmet Ali Paşa, 1840’da yenildi ve bölgeyi boşaltmak zorunda kaldı…

1853’de İstanbul’da I. Abdülmecid tarafından yaptırılan Dolmabahçe Sarayı’nın inşası tamamlandı…

1854’de Osmanlı-Rus savaşı başladı. Silistre’de Musa Paşa idaresinde ki bir avuç Osmanlı askeri, 8 kat kalabalık Rus askerlerine karşı kaleyi kahramanca savunarak bir destan yazdı…

16 Ağustos 1855’de İstanbul’da Şehremaneti kuruldu. Bu tarih modern belediye idarelerinin başlangıcı kabul edilir.

9 Eylül 1955’de Edirne-Varna-Kırım arasında ilk telgraf hattı kuruldu. Kırım’dan İstanbul’a yapılan ilk haberleşmede “Sivastopol”’un Rus işgalinden kurtulduğu bildirildi.

1856’de Islahat Fermanı yayınlandı. Islahat Fermanı veya Islâhat Hatt-ı Hümâyûnu Tanzimat’ın ilanından sonraki uygulamalarla ilgili olarak özellikle gayrimüslimlere yeni haklar tanıyan 18 Şubat 1856 tarihli hatt-ı hümâyundur.

12 Şubat 1859’da Mekteb-i Mülkiyye kuruldu.

1860’da ilk basılı yerli tiyatro, Şinasi’nin Şair Evlenmesi tefrika edildi. 1860’ın 22 Ekim’inde ise Tercüman-ı Ahval gazetesi yayına başladı.

Abdülaziz 25 Haziran 1861 tarihinde kardeşinin ölümü üzerine, 31 yaşında iken tahta çıkmıştır. 32. Osmanlı padişahı ve 111. İslam halifesidir. II. Mahmud ve Pertevniyal Sultan’ın oğlu, Abdülmecid’in kardeşidir ve tahttan indirilip öldürülen son padişahtır.

1869’da Süveyş Kanalı açıldı.

1875’de Osmanlı maliyesi iflasını açıladı, Bosna-Hersek’de isyanlar başladı. Hemen ardından Bulgarlar isyan etti ve Karadağ Osmanlı Devleti’ne savaş açtı.

30 Mayıs 1876 Darbesi ile Abdülaziz tahttan indirildi. Gözaltında bulundurulduğu Feriye Sarayı’nda 4 Haziran 1876 tarihinde bilekleri kesilmiş olarak ölü bulundu. Yerine önce V. Murad tahta çıktı, sonra O’nun da hal’i ile II. Abdülhamid’in cülusu gerçekleşti.

23 Aralık 1876’da Meşrutiyet ilan edildi. 1878’de II. Abdülhamit tarafından Meclis kapatılmış ve Anayasa’nın bazı bölümleri askıya alınmış ise de, teorik olarak Meşruti rejimin devam ettiği kabul edilmiştir.

24 Nisan 1877’de Rusya’nın tecavüzü ile Rus Savaşı başladı. Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden Osmanlı tarihinde 93 Harbi olarak bilinen bu savaş, 1877-1878 yılları arasında sürdü. Balkanlar’ın ve Doğu Anadolu’nun Rus işgaline uğraması ile sonuçlanan savaşta Rus orduları İstanbul’a kadar ilerledi.

1878’de Sırbistan, Karadağ ve Romanya müstakil birer devlet olarak kurulurken Bulgaristan Prensliği de ortaya çıktı. Aynı yıl Makedonya meselesi ve Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan’ın işgal ve idaresine terki yaşandı.

1881’de Mustafa Kemal Selanik’te doğdu. O yıl Mısır İngiltere tarafından, bir yıl sonra da Tunus Fransızlar tarafından işgal edildi.

1886’da Adana-Mersin demiryolu hattı tamamlandı. 1888’de ise Haydarpaşa-İzmir-Ankara demiryolu imtiyazı Almanlara verildi. Bir yıl sonra imtiyaz yetkileri genişletilerek Bağdat demiryolu hattı olarak düzenlendi.

1894’de Sasun’da Ermeni olayları yaşandı. Bir yıl sonra olaylar İstanbul’a sıçradı ve Ermeni militanlar Osmanlı Bankası şubesine saldırdı. 21 Temmuz 1905’de II. Abdülhamid’e bombalı bir saldırı sonrasında büyük olaylar 1909’da Adana’da yaşandı.

23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi ve 17 Aralık’ta ilk Meclis-i Mebusan toplandı.

13 Nisan 1909’da İstanbul’da Meşrutiyet karşıtları ayaklandı. Tarihe 31 Mart Vakası diye geçen bu olay sonrasında Selanik’ten hareket eden Hareket Ordusu isyanı bastırdı ve padişah II. Abdülhamid’i tahtan indirdi. Yerine 27 Nisan 1909’da V. Mehmed Reşad tahta çıktı.

1911-12 yıllarında Osmanlı-İtalyan Savaşı yaşandı. Bu savaşlar sonrasında Trablus, Bingazi, Rodos ve Oniki Adalar İtalyanlara bırakıldı.

23 Ocak 1913’de yaşanan Bab-ı Ali Baskını diye anılan hükümet darbesiyle Mahmud Şevket Paşa sadrazamlığa getirildi.

29 Haziran 1913’de Balkanlarda, o yılın 30 Mayısında biten savaş yeniden alevlendi. II. Balkan Savaşı denilen bu savaşta Osmanlı Devleti, Balkanlarda çok fazla toprak kaybetti.

28 Haziran 1914’de Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ın Saraybosna’da öldürülmesi ile dünya savaşı başladı. 29 Ekim’de Karadeniz’e açılan Goeben ve Breslau’nun Rus limanlarını bombalaması ile Osmanlı Devleti de savaşa girmiş oldu.

1915’de Cemal Paşa kumandasında Kanal Seferleri, müttefiklerin Çanakkale Boğazı’nı geçmeye çalışması ile Çanakkale Savaşı yaşandı.

27 Mayıs 1915’de Doğu Anadolu Bölgesi’nde Ruslarla işbirliği yapan Ermeni nüfusun iç bölgelere taşınmasını amaçlayan Tehcir Kanunu kabul edildi.

1916’da Hicaz ve Mekke kaybedilirken 1917’de Sina ve Filistin Cepheleri çöktü.

3 Temmuz 1918’de Padişah Mehmed Reşad’ın ölümü üzerine son Osmanlı Padişahı Vahidettin tahta çıktı.

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti resmen savaşı kaybetmiş oldu. 13 Kasım’da İtilaf Devletleri donanması İstanbul’a gelerek şehri teslim aldı.

Mustafa Kemal Paşa 16 Mayıs 1919’da İstanbul’da Samsun’a hareket etti. 23 Temmuz’da Erzurum, 4 Eylül’de Sivas Kongresi düzenlendi. 22 Ekim’de ise Amasya Protokolu yayınlandı. Artık Milli Mücadele başlamıştı.

23 Nisan 1920’de Ankara’da Millet Meclis toplandı.

6 Ocak 1921’de Birinci İnönü, 31 Mart’ta İkinci İnönü, 3 Eylül’de Sakarya Meydan Savaşları kazanıldı.

30 Ağustos 1922’de Başkomutanlık Meydan Muharebesi kazanıldı ve Türk birlikleri 9 Eylül’de İzmir’e girdi.

1 kasım 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla Osmanlı saltanatı kaldırıldı. 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet kuruldu. 3 Mart 1924’de saltanat kaldırıldı.

11 Şubat 1925’de Doğu’da Şeyh Said İsyanı başladı. Aynı yılın 27 Ağustos’unda Mustafa Kemal, Şapka Devrimi’ni yapmak için Kastamonu’ya geldi. 25 Kasım’da da “Şapka Kanunu” yayınlandı, dini kıyafetler giymek yasaklandı.

1 Kasım 1928’de Latin harflerinden uyarlanan Türk alfabesi kabul edildi.

21 Haziran 1934’de Soyadı Kanunu kabul edildi, unvan olarak kullanılan Bey, Efendi, Paşa, Sultan ve Hanım gibi kelimeler terk edildi. Mustafa Kemal Paşa, Atatürk soyadını aldı.

10 Kasım 1938’de Mustafa Kemal Atatürk öldü. Yerine eski asker ve başbakan İsmet İnönü geçti.

22 Mayıs 1950’de Celal Bayar Türkiye Cumhuriyeti’nin üçüncü cumhurbaşkanı seçildi.

25 Haziran 1950’de Türkiye, Birleşmiş Milletler adına Kore Savaşı’na katıldı.

27 Mayıs 1960’de Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koydu. Silahlı Kuvvetler adına ülke yönetimini Millî Birlik Komitesi üstlendi. Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edildi. Cemal Gürsel cumhurbaşkanı seçildi.

Kara Harp Okulu komutanı Albay Talat Aydemir 22 Şubat 1962 ve 20-21 Mayıs 1963’te iki başarısız askeri darbe girişimine önderlik etti.

28 Mart 1966’da Cevdet Sunay beşinci cumhurbaşkanı oldu.

12 Mart 1971’de Türk Silahlı Kuvvetleri bir muhtıra ile Demirel hükümetinin istifasına neden oldu.

6 Nisan 1973’de Fahri Korutürk cumhurbaşkanı oldu.

20 Temmuz 1974’de Türkiye, Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirdi.

12 Eylül 1980’de Türk Silahlı Kuvvetleri bir darbeyle yönetime el koydu. 9 Kasım 1982’de Kenan Evren cumhurbaşkanı seçildi.

*    *    *

 

 

Evimizin önündeki küçük arazi her yıl özenle sürülür, çapalanır, taşları ayıklanır ve bostan için hazırlanırdı. Bir önceki yıldan tohumluk için ayrılan sebzelerin elde edilen tohumlar hazırlanır, eksikler için ise Aydınlı Ali’nin dükkanına gidilirdi. Evin önündeki o küçücük alana ekilen maydanoz, tere, dereotu, kabak, domates, fasulye, patlıcan, biber, mısır, nane evin ihtiyacını gördüğü gibi çoğunluk komşulara da yeterdi.

Kış bittiğinde tüm mahalle ile birlikte bizim evde de bahar temizliği başlardı. İlk adım olarak sobalar sökülür, temizlenir ve depoya kaldırılırdı. Sonra kazaklar, yün giysiler, kışlık yorganlar, halılar temizlenir, Aydınlı Ali’den alınan taze naftalin ile hepsi özenle bohçalara sarılır ve yüklüğün üstündeki bölüme incelikle yerleştirilirdi.

Yazın geliyor oluşu ayrıca evlerde yaşanan boya-badana hareketliliğinden de anlaşılırdı. Büyük variller içinde söndürülen kireç ile evlerin içi kar beyazına dönüşürdü. Evlerin dışı için ise, bu kirecin içine Aydınlı Ali’den alınan mavi, yeşil ya da kiremit rengi toz boya katılırdı. Evin rengi bir anlamda adres bilgisi gibi olurdu. Sokağın ortasındaki yeşil ev bizimdi, Saliha Hanım Teyzelerin pembe evi önemli bir nirengi noktasıydı…

Yağmur Jandarma Sokağı çocukları için bayram gibi olurdu. Evde yiyeceği azarı göze alan mahalle çocuklarının en büyük yağmur eğlencesi, sokaktan hızla akan suyun önüne barajlar yapmak ve teneke roketleri en yükseğe fırlatma yarışmaları düzenlemekti. Bu oyun için önce yere küçük bir çukur açılır, içi su ile doldurulur ve suyun içine Aydınlı Ali’den alınan karpitlerden atılırdı. Sonra çukur, üzerine küçük bir delik açılmış teneke kutuyla kapatılır ve çevresi hızlıca çamurla kaplanırdı. Olabildiğince uzun bir kamışın ucuna sarılmış kağıt yakılarak kutunun üstündeki deliğe tutulurdu. Karpitin su ile reaksiyonundan oluşan yanıcı gaz roketimiz için yakıt görevi görürdü. Kutunun çevresi çamurla yeterli ölçüde kaplanmışsa roket onlarca metre yukarıya fırlardı. O zamanki çocuk aklımla, Aydınlı Ali’den yeterince karpit alabilsem kutuyu aya bile gönderebileceğime inanırdım.

Babam böbrek taşları nedeniyle büyük acılar yaşardı. Ataklar geldiğinde acıdan iki büklüm olup kıvranırdı. Böyle zamanlarda babam için modern tıp ve eczacılık yanında Aydınlı Ali’nin şifalı bitkilerine de başvururduk. Koştur koştur Aydınlı Ali’ye gidilip alınan meyan kökü evde koca tencerelerde kaynatılır, babam bardak bardak bu sudan içer, evi saran kokudan herkes babamın acılar içinde bir dönemi yaşadığını anlardı. Okuma sevdalısı babamın kütüphanesinin önemlice bir bölümünü bu şifalı otlar ve geleneksel halk hekimliği kitapları oluştururdu.

 

 

Evimizin Aydınlı Ali’nin dükkanıyla ilişkisi elbette bunlarla sınırlı değildi:

Kış gelmeden depodan çıkarılan teneke soba ve borularının boyanması gerekirdi. Metalik soba boyası ve fırçalar için Aydınlı Ali’nin kapısı çalınırdı. Yaylaya gitmeden annemlerin saçlarına yakacağı kına, yayla evinin ahşap zeminini temizlemek için kullanılan arapsabunu ve ahşabı koruyan boya, bizim okul önlüklerinin ve babamın gömleklerinin yakasının kalıp gibi durmasını sağlayan kola, beyaz çamaşırları kar gibi yapan mavi çivit, kahvaltı sofralarının vazgeçilmezi çemenin adresi hep Aydınlı Ali olurdu.

Yaşım biraz daha büyüdükten sonra alışveriş için ben gider olmuştum Aydınlı Ali’ye. Yüzlerce yılın izini taşırmış gibi eski, yüzlerce yılın birikimiyle renkli şişeler, kavanozlar, kutular ve çuvallar içerisinde türlü türlü şifalı ot ve drog ile bu dükkan bir büyü gibiydi. İçerisi kalabalıksa ve sıra bekliyorsam en çok sevdiğim şeyin şişelerin, kavanozların üstündeki yazıları okumak olduğunu hatırlıyorum.

Oğulotu, civanperçemi, adamotu, aslanpençesi, ebegümeci, havlıcan, karabaş, hatmi çiçeği, dulavratotu, kara hardal, çoban çantası, sinameki, harnup, altın başak, zerdaçal, azgın tekke, okaliptus, şerbetçiotu, kenger, kantaron, murt, kayışkıran, üzerlik, kuşburnu, zencefil, hünnap, sığırkuyruğu, demirhindi, çörekotu, karabiber, zencefil, kimyon, fesleğen, mürver…

Birbirinden renkli isimlerle adlandırılmış bu baharat ve bitkilerin bir kısmı kendi bahçemizde, oyun oynadığımız sokağın kenarlarında, pikniğe gittiğimiz yerlerde görebileceğimiz bitkilerdi. Kiminin isimlerini de biliyordum, kiminin kendini biliyor ismini bilmiyordum. Kimi ise tamamen bambaşka bir dünyanın ürünüymüş gibi geliyordu bana. Dünyanın tüm baharat ve bitkileri, o dükkanda tozla kaplı kavanoz ve kutular içindeymiş gibi geliyordu. O yüzden bütün bunları bize sunan Aydınlı Ali’ye hayranlık duyuyordum.

*    *    *