Sibel Özbudun

Sibel Özbudun

26 Nisan 2024 Cuma

Postmodernizme veda… Sınıf, yeniden![1]

Postmodernizme veda…  Sınıf, yeniden![1]
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Sibel ÖZBUDUN

“Onlar, Montevideo’da bir duvara

anonim bir elin yazdığı şu sözleri

yalanlayan tek çalışanlardır:

Çalışan adamın para kazanmaya vakti olmaz.”[2]

Sanırım durum, 24 Eylül 2011 günü Londra’daki Victoria ve Albert Müzesi’nin “Postmodernizm: Tarz ve Başkaldırı -1970-1990” başlıklı sergiye ev sahipliği yapacağını duyurmasıyla resmiyet kazandı: Postmodernizm, artık bir “müze parçası”ydı…

O gün bu gündür edebiyatçılar, yazarlar, sanat eleştirmenleri, sosyal bilimciler, şu sıralar içinde olduğumuz döneme isim arayıp duruyorlar: hiçbiri henüz genel kabule mazhar olmuş olmasa da öneriler havada uçuşuyor: “Post-postmodernizm” (Tom Turner), “trans-postmodernizm” (Mikhail Epstein), “post-milenyalizm” (Eric Gans), “pseudo-modernizm” ya da “dijimodernizm” (Alan Kirby), “metamodernism” (Timotheus Vermeulen ve Robin van den Akker), “hiperhibridizm” ya da “heterolinasyonalizm” (Mehdi Ghasemi),[3] “performatizm” (Raoul Esherman), “remodernizm” (Billy Childish ve Charles Thomson)[4] vb. vb… Bu nitelemelerden hangisinin galebe çaldığını yakında Birikim dergisi sayfalarında küresel “trend”leri ilk yakalayan olmak için birbiriyle yarışan genç akademisyenlerden öğreniriz. Benim elimden şimdilik sosyalist-devrimci solun bu biçimlenmekte olan “yeni moda”ya kendini kaptırmayacağını ummaktan başka bir şey gelmiyor!

“Postmodern sol”?

Haksız mıyım? Bu coğrafyanın sol/ sosyalist hareketleri, kimi zaman farkında dahi olmaksızın “postmodern hegemonya”nın büyüsüne kapılmadı mı? “Aşağıdan yukarıya inşa”, “tembellik hakkı”, “çokseslilik”, “bireyin öndeliği”, “aşkın ve devrimin partisi” vb. söylemleriyle, bünyesinde “devrimcileri, sosyalistleri, sosyal demokratları, yeşilleri, feministleri, vicdani retçileri, radikal demokratları”[5] barındıran ÖDP’den başlamak üzere…

1970’li yılların hâkim vurgusu “sınıf” ve “sınıfsal kurtuluş”tan etnik, dinsel, cinsel kendilikleri kendisine özne kılan “kimlik(ler)” ve bu dolayımla da muğlak bir “özgürlük” söylemine geçiş, mitinglerde elden düşürülmeyen Deniz, Mahir, İbo flama ve sloganlarının perdelemeye yetmediği bir “paradigma değişikliği”ne işaret ediyordu. 2000’li yılların “sol, sosyalist, devrimci” hareketlerin büyük çoğunluğuna düşen, bundan böyle “mış gibi” yapmayı asla elden bırakmaksızın, yani 70’li yılların devrimci hareketlerinin bir “simülakr”ı olarak varlıklarını sürdürmeye çabalamak olacaktı. İşçilerden, emekçi sınıflardan, yoksullardan uzaklaşarak orta sınıf “habitus”una uyarlanmış, feminist, Kürt-Alevî-LGBTİ dostu, etnisist, çevreci, kitlesellikten alabildiğine kopuk, ama “işçi-emekçi” söylemini elden bırakmayan, “her şey” olmaya talip ama hiçbir şey olamayan bir yenilgi alanı…

Ama haksızlık yapmamak gerek… Neoliberal dünyada, soldaki genel manzara, coğrafyamızdan pek farklı değil. Britanya’dan bir (öz)eleştiri, insana kendini “evinde” hissettiriyor:

“Geçmişte Britanya Sosyalist İşçi Partisi’nin geniş mitinglerinden birine katılanlar örgütün performatif veçhelerinin farkına varacaktır. Varlığını sürdürdüğü onlarca yıl boyunca bir işçi partisi inşa etmeyi başaramadığı için, bir işçi partisi olduğu izlenimini yaratacak, ‘örgütlü işçileri hiçbir kuvvet yenemez!’ sloganıyla sonlanan performanslar yaratmak zorundadır; aksi takdirde işçiler ona katılmayacaktır. Bu sloganı kime yönelttikleri de açık değildir. Yakınlarda patron filan yoktur, dolayısıyla oralardaki işçilere yönelik olması daha yüksek olasılıktır; ya da yalnızca işçi sınıfına adanmışlıklarını kendilerine anımsatmayı görev edinenlere. Adanmamış değillerdir -adanmış olduklarına kesinlikle inanmaktadırlar- ancak sorun şudur ki, adanmışlıkları bir performanstır. Bir işçi partisi inşa edecek yerde işçilerin katılacağı umuduyla onu taklit etmektedirler.

Postmodern sol, sloganları, pankartları ve tüm militan sol gereçleriyle, ama direniş edimlerinden hiçbiri olmaksızın, Sol’un simülasyonudur. Mücadeleyi taklit eder, muzaffer imgelemden haz duyar, ama neden hiç zafer elde edemediğini kendine sorar durur. Oysa gerçek bir mücadele olmaksızın zafer elde edilemez ki…”[6]

Neoliberalizm ile Postmodernizmin İttifakı

Sosyalist bloğun tasfiyesi, kapitalizmin nihaî ve ebedî zaferinin ilanı ve bu süreçle eşzamanlı olarak gerçekleşen sermayenin önündeki toplumsal/sınıfsal, sermaye hareketlerinin önündeki fiziki ve kamusal tüm engellerin kaldırılması, devletlerin sosyal rollerinin tasfiyesi süreci yani neoliberal küreselleşme, kapitalist metropollerin, ama en çok da çeper ülkelerin emekçilerine, az ileride ele alacağımız üzere, devasa zararlar verdi. Gerek ulusal, gerekse uluslararası düzlemde gelir ve kaynak dağılımındaki uçurumu emekçiler aleyhine derinleştiren bu süreç, Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye gibi pek çok coğrafyada askeri darbeler aracılığıyla hayata geçirebildi, emekçilerin tepki ve dirençleri silah zoruyla kırıldı.

Ama silah genellikle tek başına yeterli değildir. Halkları, emekçileri kendilerine dayatılan mülksüzleşme, örgütsüzleşme, yoksullaşma ve yoksunlaşma süreçlerine “rıza”sını sağlayacak ideolojik “ikna” araçları da gereklidir; postmodernizm, özellikle de yönetilen sınıfları etkileyebilecek konumdaki aydınları nötralize etmede yararlı bir gereç olduğunu kısa sürede kanıtlayacaktı.

Aslında “muhalif” bir düşünce akımı olarak doğmuştu… “Aydınlanma” ve ondan kaynaklanan değerlerin (akılcılık, ilerleme, evrenselcilik, sekülarizm…) biçimlendirdiği modernitenin iki dünya savaşı, soykırımlar, kitle imha silahları, totaliter rejimler vb. eliyle nasıl bir distopyaya dönüştüğünden kalkınarak, Aydınlanma’nın araçlarını “yapıbozumu”na uğratma girişimiydi… O güne dek “doğru” bildiğimiz her şeyin inkâr ve imhası: akıl ve bilimsellik savları her zaman onları ileri sürenlerin iktidar çıkarlarını perdeliyordu örneğin. Emperyalist uluslar, egemen sınıflar, erkekler, beyazlar, heteroseksüeller, doktorlar, psikiyatristler, daima perspektiflerinin evrensel ve rasyonel bir bakışı tanımladığını iddia edegelmişlerdi. Bu tip iddialar “ötekiler”in, ezilen ulusların, etnik-dinsel azınlıkların, kadınların, eşcinsellerin, delilerin, çocukların, mahpusların, hastaların… bastırılmasına, susturulmasına yönelik iktidar söylemlerinden ibaretti aslında. Batı’nın “uygarlık” iddiası Batılı-olmayan ulusların sömürgeleştirilmesinin meşrulaştırılmasında araçsal olmuştu. “Evrensellik” savları, Batı tipi moderniteyi tekil ve tartışılmaz bir “model” derkesine yükseltirken onun dışında kalan her şeyi “yerel, yaban, folklorik, marjinal” olarak kodlamıştı…

“Bunlar yanlış mı?” diyebilirsiniz… Ulusların içinde olduğu gibi, uluslar arasında da eşitsiz güç ilişkilerinin hâkim olduğu, Batı kapitalizminin Batı-dışı dünyayı sömürgeleştirerek gelişebildiği inkâr edilmez bir gerçek. Erkeklerle kadınlar arasında tarihsel olarak biçimlenmiş, tek tanrılı dinler tarafından mühürlenen bir eşitsizliğin var olduğu da… Veya farklı cinsel yönelimlerin, etnik, dinsel, cinsel azınlıkların hukuksal ve fiili baskılara maruz kaldığı da… Kuşkusuz bu gerçeği ilk dile getirenler postmodernistler olmadı.

Postmodernizmin yaptığı, her şeyi “söylem”e indirgeyerek eşitsizliklerin gerisindeki sömürü ve tahakküm ilişkilerinin gerçek faillerini, yani varlıklarını ancak başkalarını sömürme yoluyla sürdürebilen egemen sınıfları ve onların edimlerini perdelemek oldu. “Nesnel gerçeklik” diye bir şey yoktu, o ancak söylem yoluyla inşa edilirdi ve dışladıkları üzerinde bir tahakküm aracıydı. “Nesnel gerçekliğe” değgin her saptama, söylem-dışı bırakılanlara yönelik bir baskılama edimiydi aynı zamanda. İnsanların kendilerine dışsal olana ilişkin algıları, içinde yer aldıkları güç ilişkileri (kültür dâhil) tarafından koşullanmıştı; bu nedenle herhangi bir konu hakkında evrensel olarak geçerli bir hükme varmak, olanaksızdı. “Bilgi” ancak “yerel bilgi” olarak mevcut olabilirdi, Kuantum fiziğini “evrensel” sayarken Afrikalı kabile büyücüsünün bilgi ve edimlerini “yerel” kabul etmek, bilgiler arasında hiyerarşi tesisi, bir “iktidar oyunu”ydu. Oysa her biri bazı şeyleri vurgularken bazılarını dışlayan/bastıran metinler olarak her türlü bilgi, “yerel bilgi”ydi…

Postmodern düşüncenin “kurucu babası” Fransız filozof Jean François Lyotard, postmodernizmi “meta-anlatılara inançsızlık” olarak tanımlamaktadır:

“Uç noktaya kadar basitleştirerek, postmoderni meta-anlatılara inançsızlık olarak tanımlıyorum. Bu şüphecilik kuşkusuz bilimdeki ilerlemenin bir ürünüdür; ama bu ilerleme de bunu gerektirir. Meta-anlatıların meşrulaştırma aygıtının eskimesi, en önemlisi, metafizik felsefenin ve kısmen ona dayanan üniversite işlevinin krizine denk düşer. Anlatı işlevi, işlevlerini, büyük kahramanını, büyük yolculuklarını, büyük amacını kaybediyor.”[7]

“Meta-anlatılar”, Lyotard’a göre kendilerini herhangi bir “metasöylem”e (tinin diyalektiği, anlamın yorumbilgisi, aklın ya da emeğin özgürleşmesi, zenginliğin yaratılması…) referansla meşrulaştıran “modern” bilimlere değgindir: işlevini yitirmiş, eskimiş bir tutarlılık arzusu…

Postmodernizme göre “sınıf” da bu “meta-anlatılar” meyanındadır:

“Önde gelen postmodernistlerin çoğu sınıf politikasını Aydınlanma mirasına içkin olduğu gerekçesiyle reddeder. Sınıf politikasının önceliği iddialarının tarihsel olarak kadınların, ten renkleri farklı insanların, gay ve lezbiyenlerin ve kaygıları sınıf çerçevesine sığmayan diğerlerinin çıkarlarının bastırılmasıyla bağlantılı olduğuna işaret ederler. Ve postmodernist düşünürlerin çoğu Marksist sınıf politikalarını daha da kararlı biçimde reddederler. Onların yorumuna göre Marksist politika, devrimci öncünün tüm işçi sınıfının çıkarlarını kapsayabileceği öncülü üzerine kurulmuştur. (…)

Evrensellik iddiaları terk edilirse, alternatif, bazen ‘kimlik politikaları’ olarak da adlandırılan tikellik politikalarıdır. Bu argümana göre, evrensel akıl adına konuşma iddiasında bulunanlar tartışmayı tekellerine aldıklarında, marjinal grupların sesleri bastırılır. Postmodern politikaya angaje olanlar bu tekele karşı çıkar ve susturulmuş grupların her birine kendi tikel sesiyle ses vermeye girişirler. Bu, toplumsal hareketler çoğulluğunu gerektirir: kadınların, farklı ten rengine sahip insanların, gay ve lezbiyenlerin, hastaların, mahkûmların vb. hareketleri…”[8]

Neoliberalizmin büyük ölçüde Kuzeyli sol entelijensiyanın düş kırıklıklarından kaynaklanan postmodernizm ile kesiştiği kritik nokta tam da budur: “büyük anlatılar”ın tabii özellikle de sınıf savaşımı doktrininin sonu… Nihayetinde neoliberalizm de bir “son” anlatısıyla sunulacaktı, Francis Fukuyama’nın elinden, izleyicilere: Tarihin Sonu. Soğuk Savaş’la birlikte, ideolojiler ve dolayısıyla ideolojik çatışmalar da sona ermiş, liberal demokrasi ebedi bir zafere erişmiştir!

İşçi sınıfının partisi öncülüğünde bir devrimle iktidarı ele geçirip üretim ilişkilerini köklü bir biçimde değiştirme, üretim araçlarının özel mülkiyet olmaktan çıkartılarak sosyalizasyonu, toplumun işçi-emekçi kitlelerinin ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda yeniden örgütlenmesi fikri… “Hayalet” Avrupa üzerinde salınmaya başladığından bu yana burjuvazinin ve müttefiklerinin karabasanı olmayı sürdüregelmiştir. Ve bu “karabasan”ı fikrî planda bertaraf etme olanağını onlara postmodernizm altın tepside sunmaktadır: “Meta-anlatıların, (tabii bu arada Marksist sınıflar mücadelesi ‘anlatısı’nın da) sonu”… Bundan böyle muhaliflere düşen, “yerellikler”e yol, “meta-anlatılar” tarafından bastırılıp susturulanlara ses vermek, onların kendilerini ifadeleri ve “temsil”leri için uğraş vermek olacaktır… Etnik-dinsel azınlıklar, kadınlar, farklı cinsel yönelimler, yerli halklar, göçmenler, birbirleri üzerinde hegemonya kurmaya çalışmadan, birbirlerine karşı özerkliklerini yitirmeden, ve de en önemlisi, “iktidarı ele geçirmek” gibi “baskıcı” söylemlerden uzak durup en iyi olasılıkla toplumu tabandan dönüştürmeye, en kötü ihtimalle de “tanınma”ya çabalayan “toplumsal hareketler” hâlinde gevşek örgütlenmeler ve geçici koalisyonlar oluşturarak “işçi sınıfı partileri”nden boşalan yeri dolduracaktır. İşçi sınıfı elbette ki bu geçici koalisyonlar içinde yerini alabilir, ama toplumsal değişimi sağlamada artık herhangi bir “ayrıcalıklı” (öncü vb.) role sahip değildir…

“Postmodern sol siyaset” teorisyenlerinden Chantal Mouffe Marksist devlet kuramını cepheden eleştirirken, “devleti ele geçirme”nin karşısına devleti ‘içeriden’ reforme etmeyi koyar: “Hedef devletin ele geçirilmesi değil, devlet olmaktır.”[9]

“Devleti küçültme” retoriğine sarılan neoliberal kapitalizm açısından -hemen belirtilmeli, burada küçül(tül)en “devlet” değil, onun sosyal işlevleridir- bu önermeler, arayıp da bulamadıkları nimetti. Devletin “küçüldüğü” bağlamda ana aktörler ÇUŞ’lar ve “sivil toplum” olacaktı. Devlet aradan çıktığında, pazarlık STÖ’ler, şirketler ve uluslararası kuruluşlar arasında gerçekleşecekti. Sivil toplum, temsilcileri aracılığıyla ÇUŞ’larla müzakereye oturur, hatta bu pazarlık sürecinde bir şeyler kazanabilir de… ÇUŞ’lar da bu vesileyle toplumsal sorunlara ne denli “duyarlı” olduklarını göstermiş olurlar! (LGBTQ+ Onur Yürüyüşü’ne destek verdiğini açıklayan Coca Cola,[10] etnisite dostu Benetton, her fırsatta “kadınların güçlenmesinden yana” olduklarını ilan eden ÇUŞ’lar, yerli halkların “özerkliğini” savunan, ama topraklarındaki kaynakları ucuza kapatmaya çalışan maden, ormancılık, enerji vb. şirketleri, vb.)

ÇUŞ’lar “STÖ dostu” olduğu ölçüde, (STÖ’lerin “popüler alternatifi”) “yeni toplumsal hareketler”e dayanan postmodern sol da çoğunlukla ÇUŞ’lara karşı “uzlaşmacı” bir tutum izlemeyi yeğlemektedir. Bunun somut örneği, Yunanistan’da Troika’ya boyun eğen Syriza, İspanya’da da büyük sermayeye taviz üzerine taviz veren Podemos… Yığınların neoliberal kapitalizme karşı devasa gösterilerde tezahür eden tepkilerinin üzerinde yükselen her iki “postmodern” (kimilerine göre “popülist”) “sol” parti de iktidar ortağı olduklarında halklara dayatılan kemer sıkma politikalarını desteklemiş, IMF, DB gibi finans kurumlarına ve uluslararası sermayeye birbiri peşisıra tavizler vermiş, yine de ilk seçimlerde hükümet dışı kalmaktan kurtulamamışlardı…

Yukarıda da belirttiğim gibi, post modern “sol”da sınıf vurgusunun yerini bir yandan muğlak bir “kitleler/ halk” söylemine, bir yandan da kimlik retoriğine bırakması, neoliberal politikalara meydanı tam anlamıyla boş bulduğu bir serbestiyet sağlayacaktı. Gelir dağılımında dengenin tümüyle şirazeden çıktığı, kamusal hizmetlerin hemen tümüyle özelleştirildiği ve nüfusun büyük bölümü için erişilmez hâle geldiği koşullarda kitlelerin 2000-2010’lu yıllara damgasını vuran öfke patlamaları ise, bazı coğrafyalarda şiddet ve kanla bastırılırken, Avrupa ve Latin Amerika’da ise çoğu kez “postmodern sol” eliyle yatıştırılacaktı.

Buna karşın, önünde, deyim yerindeyse kendi sürdürülemezliğinden başka bir engel olmayan neoliberalizm çarşafa dolandı… Yarattığı küresel ölçekli gelir uçurumu, kitlesel işsizlik, doğanın geri dönüşsüz talanı, kaynakların denetimi üzerine yürütülen vekalet savaşlarının dünyayı her an infilaka hazır bir bombaya çeviren asıllar arası savaşa dönüşme olasılığı, bu felaket tablolarının tetiklediği kitlesel göçler, iktisadi, toplumsal, ekolojik ve beşeri krizleri üst üste bindirerek içinden çıkılmaz bir “uygarlık krizi”ne dönüştürdü…

Oxfam raporuna göre günümüz dünyasında en zengin beş kişinin (Elon Musk/Tesla, Bernard Arnault/LVMH, Jeff Bezos/Amazon, Larry Ellison/Oracle ve Mark Zuckerberg/Meta) serveti saatte 14 milyon dolar artarak 2020’den 2023’e ikiye katlanırken (869 milyar dolar), 8 milyarlık nüfusun 5 milyarı ise yoksullaştı.[11] Ölümcül bir yoksulluk: Yine bir OXFAM raporuna göre, yoksul ülkelerde sağlık hizmetlerine erişim eksikliği nedeniyle her yıl tahminen 5,6 milyon, açlık nedeniyle her yıl 2,1 milyondan fazla ve iklim krizi nedeniyle her yıl 231 000 insan yaşamını yitiriyor.[12] Savaşları saymıyorum bile…

Çokulusluların kaynaklarını yağmaladığı, coğrafyalarını çöplüğe çevirdiği, geçim kaynaklarını tahrip ettiği, yol açtığı iklim kriziyle kuraklığa, açlığa mahkûm kıldığı yoksul ülke halkları ölümü göze alarak Avrupa ya da Kuzey Amerika ülkelerine kapağı atmaya kalkıştıklarında ise tırmanan ırkçılıkla yüz yüze geliyorlar.

“Sınıf Yerine Kimlik”: Faşistler İçin de…

Postmodernizmin çok iddialı olup da duvara tosladığı alanlardan biri olarak, Avrupa ve Kuzey Amerika’da tırmanan ırkçılık üzerinde biraz durmak gerek. Malûm, postmodernizmin anaakım siyasete doğrudan tercüme edildiği alanlardan biri, “kimlik politikaları” ve bu yaklaşımın bir türevi olarak “çokkültürcülük” idi:

“Genellikle postmodernizmle ilişkilendirilen kimlikçilik, iktidar ilişkilerine vurgu ve (bir kaçını zikretmek gerekirse) ırksal, cinsel, ya da toplumsal cinsiyet gruplaşmaları üzerinden tanımlanan insanların tanınıp konumlarının ilerletilmesi adına, maddeci açıklamalardan (örn. sınıf çatışması), tutunumlu inanç sistemlerinden (örn. Marksizm ya da liberalizm) ya da parti bağlantılarından uzak durur. (…) Hans-Ulrich Wehler ‘kimlik’ teriminin hâl-i hazırdaki kullanımını ‘anlamı belirsiz, muğlak, her yere uygulanabilen bir sözcük’ olarak tanımlamıştı. (Avusturyalı kültürel incelemeler uzmanı Peter) Stachel ile birlikte kimlik politikalarının sosyal bilimlerin, esnek bir dil lehine amprik olarak desteklenen açık ve kesin kavramlardan uzaklaşmayı içerdiği yolundaki, sıkça tekrarlanan suçlamayı dile getirdiler. Kimlik, kimlik politikalarında genellikle… özsel farklılıklardan (ırk, cinsiyet) oluşan ‘büyük ölçüde istikrarlı bir çekirdek’ olarak ele alınır.”[13]

Çokkültürcülük”, kimlik politikalarının, göçlerin yarattığı etnik/kültürel çoğullukla baş etmede liberal hükümetlerce benimsenen bir veçhesiydi. Göçmenlerin ev sahibi kültür içinde eri(til)meşini öngören “asimilasyon”dan farklı olarak, yeni gelenlerin kültürel farklılıklarını koruyarak ev sahibi kültüre katılmalarını öngören “entegrasyon” politikalarına dayanıyordu. Hiçbir uygulayıcı devlet tarafından net bir biçimde tanımlanmayan “çokkültürcülük”, göçmenlerin (ya da etnik-kültürel azınlıkların) kendi kültürlerini sürdürecek araçlara (basın-yayın, eğitim kurumları) sahip olması, kendi dinsel inançlarının gereklerini engelsizce yerine getirmesi, yönetimin belirli düzlemlerinde temsil edilmeleri vb. uygulamaları içeriyordu. Ve birbirlerinden farklı olduğu varsayılan kültürlerin, birbirleriyle karışmaksızın bir “hoşgörü” çerçevesinde (= anaakım kültürün azınlık kültürlere karşı “hoşgörü”sü) yan yana varlıklarını sürdürmesi olarak tasavvur edilmekteydi.

Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Çünkü “ev sahibi kültür”ün mensupları da neoliberal talandan payına düşeni almış, büyük miktarlarda gelir kaybına uğramış, işsizlik tehdidiyle karşı karşıya kalmış ve özelleştirmeler sonucu sosyal güvencelerinin önemli bölümünü yitirmişti. Küçülen ekmeğini sınırlarda oluşturulan göçmen kamplarına ya da kentlerinin varoşlarına yığılan yoksul yabancılarla paylaşmaya niyeti yoktu. Göç dalgalarının kumdan “hoşgörü” kalelerini yıkması uzun sürmedi. Pusudaki (neo-)faşizm ise yangına körükle gidiyor, neoliberal politikaların yol açtığı yıkımdan kaynaklanan tepkileri göçmenlere, göçmenlere yönelik tepkileri ise merkez-liberal hükümetlere ustalıkla yönelterek etki alanını genişletiyordu.

Ve bunu yaparken bilin bakalım, hangi retorikten yararlanmaktaydı? Yanılmadınız: Kimlik…

Neo-faşizmin postmodernizmden pek haz ettiği söylenemez. Onu genellikle “ulusun bütünlüğünü bozmaya, zayıf düşürmeye yönelik bir “Yahudi” (şimdilerde bunun yerini “İslam” aldı) komplosu olarak görme eğilimindedir. Ancak postmodern muğlaklıktan yararlanmazlık da etmez. Postmodernizmin ses vermeye” uğraştığı azınlık kimlik(ler)i vurgusu, neo-faşizmin elinde çoğunluk “kimliği”nin savunusuna dönüşmüştür. Yabancı, yabansı, ilkel, “kadınlarımızı taciz eden” “maço” (“neo-faşist feminizm”?), radikal (“neo-faşist liberalizm”?), “terörist” unsurların istilası karşısında kendi anavatanında “yabancı” konumuna düşen Almanların, Fransızların, Avusturyalıların, İtalyanların, Amerikalıların vb. savunusu… Ortalamanın dilini manipüle etmedeki becerisi, ortalamanın kaygılarıyla örtüşen bir söylem tutturması, neo-faşizmi merkeze taşımaktadır:“ ‘Çokkültürcülüğün iflası’[14] karşısındaki başlıca tepkilerden biri, ‘kimlik politikaları’ ya da kimlikçilik olarak bilinen gevşek biçimde tanımlanmış düşünce sistemidir.”[15] Kimlikçiliğin esas aldığı hâliyle sabit, değişmez, geçirimsiz kimlik fikri, milliyetçiliğin “ulus” tasarımıyla örtüştüğü ölçüde, faşizm için de “kullanışlı” bir araçtır. Bu bakımdan, Avrupa çapında örgütlenen ve kendini “Avrupa uygarlığının savunucusu” olarak lanse eden ulusaşırı yabancı düşmanı örgütlenmenin adının “Kimlik Hareketi” (Identitäre Bewegung, IB)[16] olması şaşırtıcı olmamalı…

Aslına bakarsanız postmodernizmin toplumsal muhalefete, özellikle de emekçi sınıflara verdiği en büyük zarar, sınıf mücadelelerinde işlevsel ve yol açıcı olan kavramları, içini boş, muğlak, dileyen herkes için kullanılabilir olanlarla ikame ederek emekçi sınıfları ideolojik açıdan donanımsızlaştırması olmuştur… Ekonomi-politik gözden düşürülürken yerine ikame edilen kültür, sınıf yerine ikame edilen kimlik, parti yerine ikame edilen toplumsal hareketler… “herkese uyan” kavramlardır. Kimlik örneğinde olduğu üzere: neo-faşistler için “ulus” ya da “Avrupa/ Batı uygarlığı”, solcular için “ezilen gruplar”, ÇUŞ’lar için reklam nesnesi (McDonalds’ın Filipinler’de “Onur -Haftası” dolayısıyla hazırladığı LGBTI+ dostu reklam filmi çok yankı uyandırmıştı!)…

Sınıf… Yeniden!

Ama her ağacın kurdu, kendinden olur… Neoliberalizmin sonunu getiren, kendini frenleme/ dengeleme yetisinin bulunmayışı olduğu gibi,[17] postmodernizmin sonunu da öyle gözüküyor ki, “ses vermeye” çalıştığı ezilenleri baskılayan ideolojilere (liberalizme olduğu kadar faşizme de) verdiği servis getiriyor. “Sınıf” pusulasını terk etmek, kitleleri neoliberal talan karşısında silahsız bırakmaya, kadın hareketine “neoliberal feminizm” denen bir ucubeyi musallat etmeye[18] ve kadınları, ‘post sekülarizm’ adına yükselmesine yol verdiği dinsel köktenciliklerle karşı karşıya bırakmaya, göçmenler karşısında kimlik şovenizminin körüklenmesine, yerli toplulukların, yoksulların “projeci” STÖ’lerin insafına terk edilmesine… yol açtı. Bir başka deyişle, postmodernizmin ezilenleri, güçsüzleri “görünür” kılma savları, tam tersi sonuçlara yol açtı. Ve tüm bunlar, dizginlerinden boşanmış neoliberalizmin emekçiler ve doğa üzerinde sınırsız bir talanı sürdürdüğü bir kesitte gerçekleşti…

Yeryüzündeki eşitsizlik büyüdükçe, gelir uçurumu açıldıkça, “sınıf” kavramı olanca vazgeçilmezliğiyle bir kez daha dayatıyor kendini tarih sahnesine. Üstelik yalnızca emekçi sınıflar için değil. Düzenin sahipleri de artık “sınıf”tan, “sınıf mücadeleleri”nden söz etmeksizin izah edemiyorlar mevcut durumu. Meral Tamer’e “Karl Marx’ın ruhu Davos’ta” manşetini attıracak kertede…[19] Dünya Ekonomik Forumu yöneticisi Saadia Zahidi kapitalizmin (pandemi döneminde keskinleşen) krizinin ve krizin yoğunlaştırdığı gelir adaletsizliğinin toplumsal öfke patlamalarını tetiklemesinden duyduğu endişeyi dile getiriyor…[20] Yıllar yılı sokak tezgâhlarında, sahaf raflarında sürünen Kapital, 2010’lu yıllardan beri art arda baskılar yaparak finans dünyası dergilerinde “hayranlığa mazhar oluyor.” Ve Karl Marx’ın resmi, Chemnitz’deki Alman bankası Sparkasse’nin kredi kartlarında boy gösteriyor![21]

Ve neoliberal saldırganlığın onyıllar boyunca örgütsüzleştirdiği, marjinalleştirdiği işçi sınıfı bir kez daha tarih sahnesine çıkmaya hazırlandığına dair işaretler veriyor. Connel Üniversitesi İşçi Eylemleri İzleme Merkezi, 2023’ün ilk 11 ayında ABD’de gerçekleşen 400 greve yarım milyondan fazla işçinin katıldığını kaydediyor.[22]

Yalnız ABD mi?

Uluslararası Sigorta Şirketi Allianz iş dünyasını yükselen grev, protesto ve toplumsal olaylar dalgasına karşı uyaran bir rapor yayınlamak durumunda kaldı. Rapora göre, “Verisk Maplecroft Sivil Kargaşa Endeksi’ne göre 2022’nin ikinci ve üçüncü çeyreği arasında sivil kargaşa riski ülkelerin yüzde 50’sinde yükseldi. 198 ülkenin 101’inde risk artarken 42’sinde düşme sergiledi. Bu 15 yıl öncesinin Küresel Finans Krizi’nden bu yana istikrarsızlıktaki artış eğilimine uygun düşüyor. Şiddetli gösteriler, 2008’den bu yana yüzde 50 ile tüm göstergeler arasında en büyük bozulmayı kaydediyor. (…)

2022’deki hükümet karşıtı gösterilerin yarıdan fazlası ekonomik nedenlerden kaynaklanmıştı; mali geleceğe ilişkin kamuoyu güveni sallantıdayken, sivil kargaşanın 2023 boyunca da bir kaygı nedeni olmayı sürdürmesi bekleniyor. 2023 Edelman Güven Barometresi’ne göre ekonomik iyimserlik, % 50’den % 40’a gerileyerek küresel düzlemde çöktü. Araştırma kapsamındaki ülkelerin yarısında ailelerinin beş yıl içerisinde daha iyi durumda olacağına dair umut yıldan yıla iki haneli oranlarda düşüş gösterdi.”[23]

Allianz, “kaygılanmakta” haklı… Coğrafyamızda da… 2016’daki Fethullahçı darbe(?!) girişimi “Allahın lütfu” sayılıp tahkim edilen “Tek Adam rejimi”nin otoriterliğinin zirve yılları 2016-19’da “işyeri temelli eylem vakası sayısı, (…) 420-438 bandına düşmüş, 2020’de de hükümetin salgında patronları kollayan uygulamaları ile 389’a kadar inmişti. Bu sayı 2021’de 468’e, 2022’de ise 600’e yükseldi. 2021’de işyeri temelli eylemlere katılan sayısı 83 bine çıkmıştı ve bu sayı 2016’dan bu yana ulaşılan en yüksek sayıydı. 2022’de işyeri temelli eylemlere katılan sayısı 155 bine çıkarak Metal Fırtına’nın damgasını vurduğu 2015’i bile geride bıraktı…

2022 yılında basına yansıyan 1.556 tekil işçi ve memur eylemi tespit edilmiştir. Bir diğer deyişle, Türkiye işçi sınıfı 2022’de her gün ortalama 4,3 eylem gerçekleştirmiştir. (…) Covid-19’un damga vurduğu 2020 yılında işyeri temelli eylem vakalarının % 26’sında hak geliştirme niteliği tespit etmiştik. 2021’de aynı oran dramatik bir artışla % 65’e çıkmıştı. 2022’de bu oran daha da yükselerek %72’ye çıktı.

Tüm bu veriler 2022 yılında işçi sınıfı mücadelesinde önemli bir yükseliş yaşandığına işaret etmektedir.”[24] 2023 ise işçi eylemleri açısından çok daha “bereketli” bir yıl olacaktı…

Lyotard, Foucault, Baudrillard ve Elveda Proletarya’nın yazarı Gorz ne derse desin, bir “meta anlatı” olarak sınıf, yeniden tarih sahnesinde. Çünkü dizginlerinden boşalmış kapitalizmin işsiz bıraktığı, evinden barkından ettiği, geçim kaynaklarını talan ettiği, açlığa, yoksulluğa, sağlıksızlığa, eğitimsizliğe mahkûm kıldığı milyonlar, artık bir avuç ÇUŞ’un kârı düşmesin diye emeklerinin, yaşamlarının, geleceklerinin öğütülmesini istemiyor. Bir kez daha yaşam koşullarını iyileştirebilecek yegâne silaha sarılıyorlar: sınıf mücadelesi…

Öte yandan, postmodernistler ne derse desin, sınıf mücadelesi zaten hiç buharlaşıp yitmemişti ki… Fransız marksist düşünür Jacques Ranciere’in dediği gibi, “Marksist düşüncede sağlam kalan bir şey, sınıf mücadelesidir. Fabrikaların yok olması, yani ülkelerimizin sanayisizleşmesi ve sınai işin emeğin daha ucuz ve uysal olduğu ülkelere ihraç edilmesi, egemen burjuvazinin sınıf mücadelesindeki bir hamlesinden başka ne olabilirdi ki?”[25] Yani postmodern hempaların “işçi sınıfının, dolayısıyla da sınıf mücadelesinin varlığına son verdi”ğini iddia ettikleri şey, bizatihi sınıf mücadelesine içkin bir edimdi… ve şimdilerde emekçi sınıflardan yanıtını buluyor. Hem de ABD’den Sri Lanka’ya, Fransa’dan Somali’ye tüm yeryüzünde…

11 Şubat 2024 10:26:56, İstanbul.

N O T L A R

[1] 9 Mart 2024’de Kaldıraç Akademi’de yapılan sunum… Kaldıraç Dergi, No:273, Nisan 2024…

[2] Eduardo Galeano, Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu, çev: Bülent Kale, Çitlembik Yay., 2004.

[3] “Post-postmodernism”, Wikipedia, https://en.wikipedia.org/wiki/Post-postmodernism.

[4] Ag Apolloni, “The end of the era of endings”, Symbol, sayı 10 (2017).

[5] Ufuk Uras’tan aktaran: A. Ömer Türkeş, “ÖDP Üzerine Dilsel Bir Analiz Denemesi”, Birikim, sayı 103, Kasım 1997.

[6] “The postmodern left and the success of neoliberalism”, https://www.reddit.com/r/CriticalTheory/comments/3zx68k/the_postmodern_left_and_the_success_of/

[7] Jean-François Lyotard, The Postmodern Condition.

[8] Tony Smith, “Postmodernism: Theory and politics”, ATC 45, Temmuz-Ağustos 1993, https://www.marxists.org/history/etol/newspape/atc/4881.html

[9] Chantal Mouffe, For a Left Populism, Verso, 2018, s.28.

[10] “LGBTQ+ Onur haftasını Coca Cola’nın çok renkli Onur koleksiyonuyla kutlayın. Onurunuzu göstermeye başlamak için gökkuşağı tişörtler, kapüşonlu polarlar ve şapkalar online satışta!” (https://www.coca-colastore.com/collections/pride)

[11] “… ‘Eşitsizlik Raporu’ Yayımlandı: Zengin Zengin Olmaya Devam Ediyor”, NTV, 16 Ocak 2024, https://www.ntv.com.tr/ntvpara/esitsizlik-raporu-yayimlandi-zengin-zengin-olmaya-devam-ediyor,Q31DEeRBaECJCLSdkLhS2g#.

[12]Eşitsizlik Öldürür”, OXFAM Raporu Ocak 2022, https://www.kedv.org.tr/public/uploads/files/raporlar/Oxfam%202022%20E%C5%9Fitsizlik%20%C3%96ld%C3%BCr%C3%BCr%20Raporu/Oxfam%202022%20Es%CC%A7itsizlik%20O%CC%88ldu%CC%88ru%CC%88r%20Raporu.pdf

[13] William Peter Fitz, Reactionary Postmodernism? Neoliberalism, Multıculturalism, the Internet and the Ideology of the New Far Right in Germany, University of Vermont, Undergraduate Theses, 2018, ss.59-60.

[14] Almanya Hristiyan Demokrat Birliği (CDU)’nden dönemin başbakanı Angela Merkel, 2010 yılında “çokkültürcülüğün iflası”nı ilan etmişti…

[15] Fitz, agy. s.59

[16] Fitz, agy. s.66.

[17] Bunu artık Marksistler, sosyalistler değil, kapitalizmin “guru”ları da açıkça ifade ediyor. Örneğin, “Davos toplantılarını düzenleyen Dünya Ekonomik Forumu’nun kurucu başkanı Klaus Schwab koronavirüs salgını sonrası hâkim ekonomi anlayışı neoliberalizmin geleceğine ilişkin ‘İş dünyasının işi kâr etmektir, anlayışını savunan ve serbest piyasanın her sorunu kendi yöntemleriyle çözeceği inancına dayanan neoliberal ideolojinin dünyayı büyük bir çıkmaza sürüklediği pandemiden çok önce belliydi zaten’ çıkışını yaptı.” (“Davos’un kurucusu Klaus Schwab: Değişmesi gereken şeylerin başında neoliberal ideoloji geliyor”, Politik Yol, 21.10.2020, https://www.politikyol.com/davosun-kurucusu-klaus-schwab-degismesi-gereken-seylerin-basinda-neoliberal-ideoloji-geliyor/)

[18] Sibel Özbudun, “ ‘Çocuk da Yaparım, Kariyer de!’ ya da Neo-Liberal Kapitalizm Feminizmi Nasıl Gasp Eder?”, İnsancıl, Ekim 2023, ss.12-16.

[19] Bkz. https://archives.saltresearch.org/handle/123456789/96425

[20] Can Aytekin, “Davos’u Derin Endişeye Sürükleyen Tarihsel Gerçeklik”, Marksist Tutum, 16 Şubat 2022, https://marksist.net/can-aytekin/davosu-derin-endiseye-surukleyen-tarihsel-gerceklik.

[21] Stuart Jeffries, “Why Marxism is on the Rise Again?”, The Guardian, 4 Temmuz 2012, https://www.theguardian.com/world/2012/jul/04/the-return-of-marxism

[22] Cecilia Smith-Schoenwalder, “Why Were There So Many Strikes 1n 2023?” US News, 28 Aralık 2023, https://www.usnews.com/news/national-news/articles/2023-12-28/why-were-there-so-many-strikes-in-2023-and-what-does-it-mean-for-2024#:~:text=More%20than%20half%20a%20million,project%20director%20of%20the%20tracker.

[23] “Strikes, riots and civil commotion – a test of business resilience”, Allianz Global Corporate & Speciality, https://commercial.allianz.com/content/dam/onemarketing/commercial/commercial/ reports/AGCS-strikes-riots-civil-commotion-report-2023.pdf

[24] Alpkan Birelma, H. Deniz Sert, Betül Kocaaslan, Ebru Işıklı, İşçi Sınıfı Eylemleri Raporu, 2022. Emek Çalışmaları Topluluğu, 2024. https://emekcalisma.org/

[25] Akt. Jeffries, a.y.

 

Devamını Oku

“Alaturka” neoliberalizmin biyopsisi: karabük üniversitesi

“Alaturka” neoliberalizmin biyopsisi: karabük üniversitesi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Sibel ÖZBUDUN 

“Eğer eğitim öğretim

zayıf ve değersiz ise

insanı da zayıf ve

değersiz yapar.”[1]

Haber gözünüzden kaçmış olamaz: Karabük Üniversitesi’nin Instagram hesabındaki “İtiraf Sayfası”nda yer alan notlardan, kentteki Afrikalı öğrencilerle ilişkiye giren çok sayıda kadın ve erkek öğrencinin HIV ve HPV belirtileri nedeniyle sağlık merkezlerine müracaatta bulunduğu anlaşılmıştı.[2]

Anımsayacaksınız, Karabük 2023 yılında 17 yaşındaki Gabon’lu öğrenci Dina cinayeti ile kamuoyunun gündemine gelmiş, kentte Afrikalı öğrenci sayısının yüksekliği dikkat çekmişti. Gerçekten de, Karabük Üniversitesi’nde 98 farklı ülkeden 12 bin yabancı öğrenci eğitim gördüğü, bunların yaklaşık 6 binini Afrika’nın farklı ülkelerinden gelen öğrencilerin oluşturduğu bildiriliyor.[3] Bir başka deyişle, 132 binlik kent nüfusunun yüzde onunu yabancı, yüzde beşini ise Afrikalı öğrenciler oluşturuyor!

Bu nasıl mı oluyor? Hakkındaki yolsuzluk iddialarının[4] ayyuka çıkması ardından profil resmini değiştirip Cumhurbaşkanı Erdoğan’la çekilmiş bir fotoğrafını koyan[5] eski rektör Prof. Dr. Refik Polat’ın iki yıl önce verdiği bir röportaj, çok açıklayıcı: “Biz üniversite olarak, hele hele devlet üniversitesi olarak para nasıl kazanılır bunu öğrendim. Yani devletin bana yıllık verdiği yatırım bütçesi kadar belki o kadar ulaşmadı ama ona yakın bir miktarda ben para kazanıyorum. Uluslararası öğrencilerden kazanıyorum, formasyondan kazanıyorum, TÖMER’den kazanıyorum, yaz okulundan kazanıyorum, efendim gayrımenkul şeylerden kazanıyorum. Kiralarımdan kazanıyorum. Nereden baksan 14-15 milyon, eski parayla 14-15 trilyon… Sadece yaz okullarından bu sene 4 milyon lira para kazandım. Ben devletten gidiyorum Naci Ağbal’dan para istiyorum vermiyor…”[6]

“Neoliberal üniversite” anlayışının alaturka versiyonu… Eski rektör, üniversitelere (ve tabii diğer bütün kamu hizmeti veren kurumlara) yönelik kamu bütçesini kısıp “başınızın çaresine bakın, ekmeğinizi taştan çıkartın!” diyen neoliberal dictum’u iyi kavramış. Hem üniversitesini kamunun sırtında bir “yük” olmaktan kurtarmış, hem de onu “eski parayla trilyonlar” kazanan bir ticarethaneye dönüştürmüş!

Ama dedim ya, “alaturka” bir versiyon… Aslına bakılırsa kapitalizmin neoliberal birikim modeli, önceki modellerden, yüksek adaptasyon yetisiyle ayırt ediliyor. Önceki modeller bir dizi kurumsal uyarlanmayı (ulus-devlet, Batı-tipi bir “modernizm”, sekülerlik, görünüşte de olsa işlerlikte olan bir insan hakları ajandası, hatta demokratik işleyiş, vb…) gerektirirken, neoliberal modelde bu bagajı boşaltıldı. Neoliberal kapitalizm sirayet ettiği coğrafyalardan tüketim kapasitesinden başka hiçbir şey beklemediği gibi, kendisini her siyasal-toplumsal kültürel varyanta uyarlamaya muktedir gözüküyor: bu bağlamda Suudi Arabistan versiyonu da, İran versiyonu da, Çin versiyonu da, Brezilya versiyonu da aynı ölçüde kapitalist, aynı ölçüde “küresel”!

Bu olgu, bizi “Karabük/Karabük rektörü” vakasının başka veçhelerine ulaştırıyor. AKP’nin “alaturka neoliberalizmi”nin anlaşılmasında olmazsa olmaz değer taşıyan başka veçhelerine…

Örneğin dinsel veçhe: 2019’da Cumhurbaşkanı tarafından atanan rektör Refik Polat, Yeniçağ Gazetesi’nden Fatih Ergin’in bildirdiğine göre, Hakyol cemaati mensubu… “Döneminde, Hakyolcular üniversitede örgütlenmiş ve akademisyenlerden Afrikalılar için ‘himmet’ toplanmış! Cemaatçi olmayanlar da bağışa mecbur kalmış!” [7]

“Hakyol da ne” mi? Nakşibendiliğin Türkiye’deki en etkili kollarından biri olan İskenderpaşa Cemaati’nin kurduğu vakfın adı… Kurucusu, cemaatin lideri Esad Coşan… Esad Coşan’ın Avusturya’da geçirdiği bir trafik kazasında ölmesinin ardından onursal başkanlık, oğlu Muharrem Nureddin Coşan’a devrolacaktı.

Malum, İskenderpaşa, Turgut Özal, Necmeddin Erbakan gibi devlet ricalini saflarına katabilmiş, devlet içinde en örgütlü cemaatlerden biri. “Yeni dönem”de yıldızı AKP’nin Fethullah Gülen “fiyaskosu”nun ardından, Gülen cemaatinden açılan boşluğu doldurmasıyla parladı. Özellikle sağlık ve adalet kurumlarında güçlü olan cemaat, öyle gözüküyor ki Hakyol aracılığıyla, üniversitelerde de örgütlenmekte.[8]

Ve neo-Osmanlıcılık hevesi: Eski rektör, belli ki hem kişisel, hem de cemaat ilişkilerini kullanarak Afrika ülkeleriyle yakın bağlar kurmuş, anlaşmalar imzalamış. Tanzanya, Gabon, Zanzibar, Çad, Sudan, Senegal… Taraflar açısından “ballı” anlaşmalar: Tabii ki varlıklı ailelerden gelen Afrikalı öğrenciler için “hazır diploma”, üniversite (ve genelde Karabük) için ise milyarlarca doları bulan bir getiri:

“Yerel kaynaklardan kimle görüşsek yabancı öğrencilerden kayıt esnasında ciddi meblağlarda para alındığı söyleniyor. (…) Şehirdeki yabancı öğrenciler kendilerinden alınan tutarın bölümden bölüme değiştiğini belirtiyor. Örneğin 2 yıllık bir Otomotiv bölümü için yıllık 1000 dolar gibi bir ödeme yapılırken Tıp Fakültesi’nden bu tutar 20 bine kadar çıkıyor.”[9]

Ve karanlık ilişkiler: Hâl böyle olunca ve kayıtlar nizamî yollardan değil de, aracı firmalar eliyle yapıldığından, mafyalaşma da kaçınılmaz hâle geliyor: aracı şirketler arasındaki rekabetin, tehdit, şantaj, insan kaçırma, silahlı çatışma boyutlarına ulaştığı, Karabük Adliyesi kayıtlarına geçmiş bile![10]

Ancak “mafya(lar)” yalnızca Afrika ülkelerinden öğrenci getirip onları fahiş (ve tabii yasal olmayan) meblağlarla üniversiteye kaydettirmekle yetinmiyorlar. Gabonlu öğrenci Dina’nın katli, kentte hareketli bir fuhuş sektörünün varlığını da ortaya çıkardı… “Karabük sokaklarında dolaşırken kaynağımızın söyledikleri, bakire üniversiteliler için kurulan borsanın büyüklüğünü gösteriyordu. Dina’yı kovalayan 3-4 kişinin bu fuhuş çetelerinden birinin üyeleri olabileceği iddialarını güçlendiriyordu. Ona göre bu ağ o kadar büyüktü ki, İstanbul’dan bile (fuhuş çetelerinin daha geniş ağa ulaşabilmesinden kaynaklı) insan getirebiliyor.”[11]

Ve ne acıdır ki tüm bunlar, yakın bir zaman öncesine dek neredeyse tek geçim kaynağı, emekçilerin Kardemir’i olan bir işçi kentinde olup bitiyor: 1994 yılında zarar ettiği gerekçesiyle kapatılmasına karar verilen, ancak işçilerin yanısıra tüm halkın seferber olduğu bir direniş sonucu kapatma kararından geri adım atılarak Karabük halkına devredilen, Türkiye’nin ilk demir-çelik fabrikasının kenti…

Özetle, tekmili birden kusursuz bir “yerli ve milli” neoliberalizm serüveni… İçinde yok yok! Sanayisizleştirme, üretim yerine rant ekonomisine geçiş, ticarethaneye dönüştürülen “girişimci” üniversite modeli, neo-Osmanlıcı Afrika “açılımı”, yolsuzluk, tarikat, mafya, fuhuş, cinayet…

Bunları gerçekten de hak ediyor muyuz?

23 Mart 2024 10:17:31, İstanbul.

N O T L A R

[1] Niccolo Machiavelli, Siyaset Üzerine Konuşmalar, çev: Hakan Zengin, Dergah Yay., 2008.

[2] “Karabük Üniversitesi’nde Birçok Öğrenci HPV ve HIV Belirtileriyle Hastanelere Başvurdu”, Cumhuriyet, 22 Mart 2024… https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/karabuk-universitesinde-bircok-ogrenci-hpv-ve-hiv-belirtileriyle-2188602

[3] A.y.

[4] İşte eski rektör Refik Polat hakkındaki yolsuzluk iddialarından bazıları: İki sekreterini ve güvenlik görevlisini akademik kadroya aldırmak, üç daire başkanlığına din kültürü öğretmenleri atamak, makam odasına banyo yaptırmak, evinde çalışan kadının ücretini üniversite bütçesinden ödemek, üniversitede çalışan temizlik görevlilerini özel hizmetinde kullanmak, rektörlük konutunu yıktırıp sadece peyzajına yüzbinlerce lira harcanan tenis kortlu yeni bir konut yaptırmak ve bu süre içerisinde lojmanda değil de arkadaşının evinde kalıp kirayı üniversite bütçesinden ödemek, 10 milyon TL’yi aşan bir malvarlığı… (Deniz Gök, “Hakkında Yolsuzluk İddiaları Ortaya Atılan Rektör, Profil Fotoğrafına Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Koydu”, Onedio, 30 Ekim 2021… https://onedio.com/haber/hakkinda-yolsuzluk-iddialari-ortaya-atilan-rektor-profil-fotografina-cumhurbaskani-erdogan-i-koydu-1013360.)

[5] Ay

[6] Ersin Eroğlu, “Sayıştay’dan Karabük Üniversitesi Raporu: Yabancı Öğrenci Sınavı Ücretini Yetkisiz Kişiler Tahsil Etmiş”, 10 Haber, 23 Mart 2024… https://10haber.net/gundem/sayistaydan-karabuk-universitesi-raporu-yabanci-ogrenci-sinavi-ucretini-yetkisiz-kisiler-tahsil-etmis-388625/

[7] https://twitter.com/Fergin923/status/1771466289636048897

[8] “Hâlen Hakyol Vakfı’nın onursal başkanı olan Muharrem Nureddin Coşan, bugünlerde üniversitelerde yapılanma içine girdiği için ciddi şekilde gözlem altına alınmış durumda… Müritlerinin çoğunluğunun üniversitelerde önemli görevlerde yer alması ve çoğunluk elde etmesinden dolayı devlet tarafından üniversiteler gözlem altına alındı.” (Ebru Küçükaydın, “Üniversitelerde HAKYOL Tarikatı Mercek Altında”, Haberimizvar.net, 22 Eylül 2019… https://www.haberimizvar.net/universitelerde-hakyol-tarikati-mercek-altinda-6321-haberi)

[9] Ersin Eroğlu, Hazar Dost, “Karabük’te ‘Bacasız Sanayi’: Afrikalı Öğrencilere Üniversite Diploması Ticareti”, 10 Haber, 15 Nisan 2023… https://10haber.net/gundem/karabukun-bacasiz-sanayi-yabanci-ogrencilere-universite-diplomasi-ticareti-169613/

[10] Ay.

[11] Ersin Eroğlu, Hazar Dost, “Dina’nın Şüpheli Ölümünde Fuhuş Şüphesi ve 1002. Cadde’nin Sırrı” Haber 10, 17 Nisan 2023,https://10.haber.net/gundem/fuhus-suphesi-ve-1002nci-sokakta-yasananlar-170643/

 

Devamını Oku

İhmal, rant, cinayet… Ya da “sürüye saydılar bizi”[1]

İhmal, rant, cinayet…  Ya da “sürüye saydılar bizi”[1]
0

BEĞENDİM

ABONE OL

 Sibel ÖZBUDUN

“Önlenebilir her ölüm cinayettir.”[2]

Öğretmen kızı, 6 yaşındaki torunuyla birlikte şu şom namlı “Rönesans Rezidans”ta yaşıyormuş dünya başlarına yıkıldığında…

Karı-koca “cennetten bir köşe” olarak lanse edilen rezidansın son tuğlası kaldırılana dek, gözlerini ayırmadan beklemişler enkazın başında, “Kızımız, torunumuz çıkartılırsa teslim alalım, en azından gömdüğümüz yeri bilelim,” diye… Olmamış.

Bunun üzerine DNA örneklerini verdikten sonra geçici olarak Bursa’ya göçüp bir misafirhaneye yerleşmişler. Altı ay sonra bir telefon… Kızları Hatay Şehitler Mezarlığı 915 numaralı mezarda, torunu ise 369 numaralı mezarda “bulunmuş”.

Bizim haberimizin olması 6 ay sürdü ama buna da şükür,” diyor baba. “6 ay sabrettik, dua ettik. Çok mutluyum, çok huzurluyum. Hem buruk sevincim var hem üzüntüm var. En azından cenazelerimize kavuştuk. Darısı diğer depremzedelerin başına. Ayın 4’ünde haber geldikten sonra 6’sında kesin raporu aldık. Gıyabında eş, dost, akrabalarla cenaze namazlarını kıldık. Hatimlerini indirdik. Daha sonra oradan ayrıldık. Devletimizden Allah razı olsun[3]

DEVLETİMİZDEN ALLAH RAZI OLSUN?

Gönüllüler afet bölgesine 5-6 saatte varabilmiş, enkaz altında kalanları kurtarmak, sağ çıkanlara sağlık hizmeti, sıcak çorba, içme suyu sağlayabilmek için çırpınırken, ülkenin her köşesinden yardımlar akarken ancak üç gün sonra, o da son derece yetersiz, beceriksiz, basiretsiz bir şekilde ortalıkta boy gösteren… “askeri görüntü vermemek için” orduyu depremzedelere yardımla görevlendirmeyen[4]

Yurtdışından gelen yardım konvoylarını engelleyen[5]… çarşafa dolandığına dair eleştirileri duymamak, duyurmamak için enkaz altında kalanların tek haberleşme aracı interneti kesen… inisiyatif kullanmayı beceremeyip en küçük görev için tepeden emir bekleyen liyakâtsiz kapıkullarının pespayeliği nedeniyle kurtarılabilir durumdaki onbinlerce canı yitirmemize neden olan[6]

Yüzlerce naaş enkaz altında beklerken arama kurtarmaya son verip iş makinelerini yıkıntılara süren… geride kalanlara bırakın düzenli, sağlıklı bir barınma olanağı sağlamayı, bir çadır vermeyi günlerce beceremeyen… afetten aylar sonra depremzedelerin su, elektrik, ısınma, sağlık gereksinimlerini karşılayamayan[7]

Depremzedelerin barınma alanlarının bitişiğinde yıkım ve enkaz kaldırma çalışmalarını sürdürürken ortalığa saçılan asbesti ve oluşturduğu sağlık tehdidini umursamayan… depremden bir yıl sonra dahi, depremzedeleri yerleştirdiği (ve her yağmur yağdığında sular altında kalan) konteynırlara düzenli elektrik veremeyen[8]

Ve tüm bunları yaşamak zorunda bırakılmış, evleri başlarına yıkılmış, sevdiklerinin enkaz altından çıkartılmasını günlerce beklemiş, hayatları sönmüş insanları “hiç değilse bir mezarı olacak” sevincine mahkûm kılan… Bir devletten mi Allah razı olsun?

(Sahi, neden bu kadar azla yetinir, neden bu kadar tepkisiz, bu kadar kaderine razı, bu kadar kendini hiçe sayar insanlarımız? Bu ülkenin vergisini veren, yükümlülüklerini hakkıyla yerine getiren yurttaşları olarak haklara sahip olduklarını, bir devletin Anayasası’ndaki “sosyal” nitelemesinin, yurttaşların ondan hizmet talep edebilecekleri, etmeleri gerektiği anlamına geldiğini neden bilmezden gelirler?)

Ancak bu kadar aymazlık, beceriksizliklerin, ihmalin yanında, pekâlâ becerdikleri de var: Örneğin, deprem sürecinde Kızılay’ın elindeki çadırları depremzedeler için kullanacak yerde pazarlayarak[9] bir sosyal yardım kurumu değil ama işbilir bir tüccar olduğunu kanıtladı[10]… Özelleştirilen enerji şirketi, Aralık ayından itibaren depremzedelere on gün içerisinde ödenmek kaydıyla “ilk okuma tarihi 6 Şubat 2023 olan” elektrik faturaları göndermeye başladı.[11] Bir başka deyişle devlet deprem gününden itibaren depremzedelerin ısınma ve aydınlanma giderlerini desteklemeyerek itibardan değil ama, “sosyal” niteliğinden “tasarruf” etmeyi başardı…

Devletin deprem sürecinde bir başka “başarı”sı, OHAL ilan etmesiydi: “7 Şubat 2023 günü tüm deprem bölgesinde OHAL ilan edildi. “Neden seferberlik değil de OHAL” sorusunu can derdinden kimseler tartışamadı. 20 yıldır bu kentlerde bile isteye deprem riski konusunda doğru düzgün bir tedbir almayanlar, depremi bir ‘güvenlik sorunu’ olarak etiketledi, henüz ikinci günde…”[12]

Peki deprem bölgesindeki OHAL yetkileri hangi amaçlarla kullanıldı? İnşaat şirketlerinin makine parklarında atıl duran iş makineleri ve vinçlere el koyup kurtarma çalışmaları için bölgeye sevk etmek için mi, örneğin? Seferberlik ilan edip askerleri kurtarma çalışmalarında görevlendirmek için? Mali kaynakları öncelikle depremzedelere acilen sağlıklı, düzenli barınma, sağlık ve eğitim olanakları sağlamaya yönlendirmek için?

Bunların hiçbiri değil. Peki OHAL yetkileri ne için kullanıldı?

Devam edelim: “Enkazda on binlerce insan varken, depremden kurtulanlar yardım beklerken 24 Şubat günü bu sefer de 126 No’lu Olağanüstü Hâl Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanı Kararnamesi yayımlandı. Kararnamenin özeti şuydu: ‘Deprem bölgesinde her ne yapılacaksa kimseye açıklamak zorunda değiliz.’ Kararla yapılaşmaya dair tüm düzenlemeler askıya alındı. Mevcut hukuki rejim de geçerli değil yani. Üstelik bu kararın asıl önemli noktası, Cumhurbaşkanı’nın arzu ettiği her yeri imara açma, işaret ettiği her mülkün statüsünü ve malikini değiştirme yetkisiydi. Derhâl deprem bölgesi olmayan yerlerde de ‘acele kamulaştırma’ kararları art arda yayımlandı. Biz Kızılay’ın akla ziyan faaliyetlerini tartışırken 10 Mart günü de OHAL kararına dayanılarak Hatay’da geçici barınma alanları için ‘bedeli daha sonra ödenmek üzere’ arazilere el koyma kararı ve listesi açıklandı. Liste sonradan sürekli uzadı elbette. Ve son olarak 5 Nisan’da, Cumhurbaşkanı imzasıyla Antakya’nın tarihi merkezini de kapsayan 307 hektarlık bölüm, ‘riskli alan’a çevrildi.”[13] Ama “riskli alan”daki yapıların bir bölümü orta hasarlı bile değildi; muhtarlıklara yapılan tebligat yeterli sayılmış, kat maliklerine itiraz için iki gün, itiraz etmeyenlere konutlarını tahliye etmeleri içinse bir gün tanınmıştı.

Oysa olan olmuş, deprem çevrimi tamamlanmıştı. Antakya, Hatay barosu avukatlarından Ecevit Alkan’ın deyişiyle “belki de Türkiye’nin en güvenli yeri”ydı artık. “Çünkü 100 yıl daha bu depremi beklemiyoruz… 6306 sayılı yasanın temel amacı depremden önce can kaybını azaltıp, kentsel dönüşümü sağlamaktır. Şu anda risk gerçekleşti. Bütün yakınlarımızı kaybettik. Buna rağmen idare, risk gerçekleştikten sonra bizim mülklerimizin bulunduğu alanı riskli alan ilan etti.”[14]

Bir başka deyişle OHAL, yurttaşların mülklerine el koymak, deprem bölgelerini “rant alanları”na çevirmek üzere kullanılıyordu. “Riskli alan” taktiğinin hukuksal açıdan tutmayacağı açığa çıkınca bir başka yola başvuruldu: “Rezerv alan”… “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”, meclisten 195 muhalefet milletvekilinin katılmadığı oylamayla alel acele geçirilirken ‘rezerv yapı alanı’ tanımında değişikliğe gidildi. Böylelikle, mevcut yerleşim alanlarının da TOKİ’nin talebi ya da Bakanlık kararıyla “rezerv yapı alanı” ilan edilerek istimlak edilmesinin önü açılmış oldu…

“Rezerv alan” uygulamasındaki değişiklikten ilk payını alan, Antakya’ydı: “9 Kasım 2023’te 6036 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanunda yapılan değişiklik ile Antakya ve Defne’yi kapsayan 270 hektarlık alan rezerv yapı alanı olarak ilan edildi. Bu düzenleme ile hasarsız ya da az hasarlı yapılar da yıkılabilecek. Böylece Türkiye’de ilk kez bir yerleşim alan rezerv alanı ilan edilmiş oldu.[15] Sadece Antakya ve Defne değil, Samandağ’da yüzlerce yurttaş, telefonlarına gelen mesajla evlerinin hazineye devredildiğini öğrendiler.[16] Antakya depremden önce de iktidar ve yandaş şirketler açısından cazip bir bölgeydi. Körfez sermayesine pazarlanıp bir “Toledo/Sur”, bir “Galataport”, bir Mall of İstanbul vb. yaratılmaması için bir neden yoktu…

Süleyman Demirel’in ünlü bir lafı vardır: “Tapuyu deldirmem!” Ecevit’in “Toprak işleyenin, su kullananın” sloganına karşı, özel mülkiyetin “kutsallığı”na atfen sıkça tekrarladığı bir slogandı bu. “Tapuyu delmek”, deprem tehdidinden fırsatlar devşiren AKP iktidarına nasip oldu…

AKP iktidarının “krizleri fırsata çevirme”deki mahareti nicedir biliniyor. Deprem sonrasında bölgeye “yandaş müteahhitler”in hücum ederek ballı ihaleleri kapması, bir başka “başarı”… Malatya’da yapılacak 800 adet deprem konutu ihalesi, Antaş Altyapı Anonim Şirketi, Ankara’da yaptığı AFAD binasının cephesi fırtınada uçan ve Tarsus-Adana-Gaziantep yolu son depremde boydan boya yarılan Silahtaroğlu Mühendislik İnşaat Anonim Şirketi ve Gökyol İnşaat ve Sanayii Anonim Şirketi’ne gitti, örneğin. Antakya’da TOKİ tarafından yaptırılacak olan 1415 konut ve çevre düzenlemesi işi ise, AKP’li eski Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz’ın çocukluk arkadaşı Ahmet Sarıdağ’a ait, Erzurum’da inşa ettiği kayak pisti çöken Sarıdağlar İnşaat ve Ticaret Anonim Şirketi’yle Egemen İnşaat ve Ticaret Anonim Şirket iş ortaklığına verildi[17]… Antakya’da yapılacak deprem konutlarının bağlantı yolları ve rezerv alanları imar yolları ile altyapı işleri ihalesi ise İntaş Taahhüt Yapı ile, kurucuları arasında eski AKP Trabzon İl Başkan Yardımcısı İsmail Keleş’in yer aldığı, Sarıosmanoğlu İnşaat Madencilik Nakliyat Turizm ve Ticaret Limited Şirketi iş ortaklığına verildi[18]… Aynı iş için düzenlenen ikinci ihaleyi ise AKP Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı‘nın dünürü Mehmet Çeker‘in yönetim kurulu başkanı olduğu İntaya İntes İnşaat Taahhüt Yatırım Ticaret Anonim Şirketi aldı.[19] İskenderun’da Düğünyurdu mahallesi konut inşaatı ve altyapı-çevre düzenlemesi ihalesinin “talihli”si ise, 2019 yılında AKP’den Şırnak Belediye Başkanı seçilen Mehmet Yarka’nın May İnşaat’ıydı.[20]

* * *

Bu nasıl iştir? Deprem olur… On binlerce insan ölür, bir o kadarı yaralanır… Ölüler mezarsız kalır… Kentler yıkılır… Çocuklar kaybolur… Yüzbinlerin evi, barkı, ocağı söner, sonu belirsiz bir oradan oraya sürüklenme içine düşerler… Yüzbinler işini gücünü yitirir, ele güne muhtaç durumda kalır… Tarihler yıkılır, anılar tarumar olur…

Ve “pusudakiler” ellerini ovuşturmaya başlar. Yine bir “Allah’ın lütfû” hasıl olmuş, “nasıl ederiz de çöreklenip parseller, rezidanslar, port’lar, AVM’ler diker, Körfez sermayesine pazarlarız” diye düşündükleri uçsuz bucaksız alanlar bir depremle yağmalarına açılmıştır. “Kentsel dönüşüm” dedikleri devasa sermaye transferi, küçük mülk sahiplerinin birikimlerine el konulup mülksüzleştirilmesi, kiracıların kent saçaklarındaki TOKİ kutularına sürülmesi, bereketli tarım topraklarının, zeytinliklerin imara açılıp eş-dost şirketlerine, yerli-yabancı sermayeye peşkeş çekilmesi artık mümkündür… Projeler İstanbul’un “business” merkezlerinde, hayatlarında deprem bölgelerine adım atmamış CEO’ların gözetimi altında, hayatlarında deprem bölgelerine adım atmamış maaşlı teknisyen kadrolara, proje firmalarına hazırlattırılır. Daha kazma vurulmadan Dubai’de, Katar’da, Londra’da, Kuveyt’te, Moskova’da muhtemel yatırımcılara sunumlar yapılır, pazarlığa oturulur…

Çok mu kötümserim?

1999 Gölcük depreminden sonra İstanbul’da yaşananları anlatıyorum aslında. İstanbul’un “kentsel dönüşüm”ü, düşük gelirliler için erişilebilir, depreme dayanıklı konutları, arama kurtarma çalışmalarının engelsiz yürütülebileceği geniş, sağlam yolları, toplanma alanlarını, müdahaleye hazır bekleyen iş makinası parklarını, acil yardım noktalarını vb. getirmedi beraberinde. Hayır, bunun yerine kentin gökdelenler, rezidanslar, AVM’ler, beş yıldızlı oteller ve daha nice “Alis Harikalar Diyarında”larla doldurulduğunu gördük. Gecekondu mahalleleri “soylulaştırıldı”, arsa spekülasyonu dizginden boşaldı, yoksullar kent dışına sürüldü. Taşrada imalathane sahibi yandaşların İstanbul yağması sayesinde birkaç yılda Forbes dergisinin dünyanın en zenginleri listesine girdiğine tanık olduk. “İstanbul’un gerçekten deprem riski taşıyan alanları ile iktidarın ‘kentsel dönüşüm’ projelerini aynı haritada üst üste koyduğunuzda yüzde 20 oranında dahi çakışmaması neyi, niçin yaptıklarını gösteriyor zaten,” diyor Bahadır Özgür.[21]

Ve kentin sakinlerine, evleri başlarına yıkılmışlara, günler boyu, yaktıkları derme çatma ateşle ısınmaya çalışarak sevdiklerinin enkaz altından çıkartılmasını bekleyenlere, artık yerle bir olmuş kafelerde bir zamanlar dostlarıyla koyu sohbetlere dalmış olanlara, tanınmaz hâldeki sokaklarda içinden bir türkü mırıldanarak dolaşmaktan haz duyan eczacıya, semt pazarını en az iki kez turlamadan alışverişe başlamayan ev kadınına, şimdi dükkânının yerinde yeller esen köşedeki bakkala takılmadan geçmeyen muzip öğretmene, “askıda ekmek” uygulaması başlatan fırıncıya, kahvede emekli maaşına gelecek zammı hesaplayan ihtiyara, okula geç kalmamak için her sabah kaldırımlardan bir koşu tutturan öğrenciye… hiçbir şey sormuyorlar: Nasıl evlerde yaşamak istersiniz? Mahallenizin nasıl olmasını istersiniz? Çocuk bahçesi nereye yapılsın? Meydan nasıl düzenlensin? Yıkılan tarihi yapıların replikalarını mı inşa edelim? Bir deprem müzesi yapalım mı?

Onların hiç söz hakkı yok… Hiç… Yıllar yılı, kuşaklar boyu yaşadıkları kenti biçimlendiren, ona kendilerinden bir şeyler katan, ondan bir şeyler alan, kentle, yaşadıkları mekânla özdeşleşmiş insanlardan geriye kalanlar, her an cep telefonlarına gelecek bir mesajla evlerinden olmayı, mahallelerinden, kentlerinden sürülmeyi bekler hâle düştüler. Sürüye sayıldılar…

Devlete hayır duası etmeden, bunları düşünmek gerekmez mi?

17 Ocak 2024 17:03:57, İstanbul.

N O T L A R

[1] Barbarları Beklerken, Deprem Özel. Der.: Dolunay Aker, Aleni Kitap, 2024, ss.21-34.

[2] Zeki Gül, Evrensel, 10 Ocak 2024.

[3] https://www.milliyet.com.tr/gundem/180-gundur-bekledigi-aci-haber-geldi-o-an-icin-dunyanin-en-mutlu-insaniydim-6988839

[4] “CHP Ankara Milletvekili Yıldırım Kaya, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında, (…) ‘Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) 1999 depreminde zamanında müdahale ettiği için 10 bin 528 kişinin hayatını kurtardı. 24 sene sonra TSK’nin deprem alanına inmesine izin verilmediği için elindeki tüm imkânlara rağmen sadece 327 canı kurtarabildi’ dedi.” (Ekonomim, 14 Mart 2023, https://www.ekonomim.com/gundem/kaya-tsk-1999-depreminde-10-bin-528-kisinin-hayatini-kurtardi-haberi-686469#google_vignette)

[5] “Sınır Tanımayan Eczacılar-Almanya ekibi ile tanıştık. Bu ekip iki TIR dolusu tıbbi malzeme, ultrason gibi tanı olanakları ve 17 sağlık çalışanından oluşan ekiple depremin dördüncü gününden beri kendilerine izin verilmesi ve yer gösterilmesi için çaba gösterdiklerini anlattılar. Henüz hizmet sunmaya başlayamamışlardı.” (Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER) Hatay Raporundan. “HASUDER’den Çarpıcı Hatay Raporu: İlk 48 Saat Arama Kurtarma Yapılamadı, AFAD Yetersiz Kaldı”, Birgün, 23 Şubat 2023, https://www.birgun.net/haber/hasuder-den-carpici-hatay-raporu-ilk-48-saat-arama-kurtarma-yapilamadi-afad-yetersiz-kaldi-422475

[6] “Enkaz Altında Kalanlar Donarak Yaşamını Yitirdi: Yalvardık İş Makinesi Gelmedi”, Mezopotamya Ajansı, https://mezopotamyaajansi35.com/tum-haberler/content/view/197788.

[7] Öyle anlaşılıyor ki, ısıtıcı alabilmek için “şehit” olmak gerekiyor: “Pençe Kilit Harekatı bölgesinde teröristlerle çıkan çatışmada şehit olan Piyade Sözleşmeli Er Müslüm Özdemir’in acı haberi, Kahramanmaraş’taki depremzede ailesine ulaştı. Ailenin evinin 6 Şubat’taki depremlerde yıkıldığı konteyneri ısıtamadıkları için çadırda kaldıkları öğrenildi. (…)Ailenin konteyneri ısıtamadığı için çadırda kaldığı öğrenilirken şehit haberinin alınmasının ardından ailenin çadırına konulan 10 adet ısıtıcı dikkat çekti.” (“Depremzede Şehit Ailesine 10 Adet Isıtıcı Verildi”, Cumhuriyet, 13 Ocak 2024, https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/depremzede-sehit-ailesine-10-adet-isitici-verildi-2162435)

[8] “Deprem bölgesinde bitmeyen sorunlar yaşamı daha da zorlaştırıyor. Hatay’da uzun süreli elektrik kesintileri çekilen çilenin son örneği oldu. Çadır ve konteynerlerde kalan yurttaşlar, ‘Bazen günlerce elektrik gelmiyor. Geceleri donuyoruz. Çocuklarımız için kaygılıyız. Sesimizi duyun’ dedi.” (Çağdaş Bayraktar, “Soğuk Havalarda Elektrik Kesintisi Nedeniyle Isınamayan Depremzedeler İsyan Etti: Geceleri Donuyoruz”, Cumhuriyet, 28 Aralık 2023, https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/soguk-havalarda-elektrik-kesintisi-nedeniyle-isinamayan-depremzedeler-2156483)

[9] “Kızılay’ın bedelsiz dağıtması gereken çadırları Ahbap’a ve bölgeye sahra eczaneleri kurmak isteyen Türk Eczacılar Birliği’ne parayla sattığı ortaya çıktı.” (“Kızılay Çadırları: ‘Asrın Felaketi, Asrın Ticaretine Dönüşmüş”, Duvar, 26 Şubat 2023, https://www.gazeteduvar.com.tr/kizilayin-cadir-satmasi-gundem-neden-bagis-aliyorlar-o-zaman-galeri-1605642)

[10] Kızılay Yatırım Holding Anonim Şirketi, 30 Kasım 2018’de 100 milyon TL sermaye ile Türkiye Kızılay Derneği tarafından kuruldu. (…) Kızılay Yatırım Yönetimi bünyesinde aşama aşama yeni şirketler kuruldu ve hâlen 11 farklı şirket faaliyet gösteriyor. Kızılay, 11 şirketin de yüzde 100 hissesine sahip. 11 şirketin de adresi Kızılay Genel Müdürlüğü ile aynı.

Şirketler kurulunda, Kızılay mal ve hizmet alımını kendi şirketlerinden yaptığı için ihaleye çıkmasına gerek kalmıyor. Şirketler kendileri mal ve hizmet ürettiği gibi, dışarıdan da mal ve hizmet alımı yapabiliyor. Bu şirketler Türk Ticaret Kanunu’na göre kurulduğu için mal ve hizmet alımında ihale yapmasına gerek kalmıyor. Böylece Kızılay, dolaylı olarak mal ve hizmet alımlarında ihale usulünü devre dışı bırakmış oluyor. (…)

Kızılay’ın 11 şirketinin 11’inde de iki kişi değişmez yönetim kurulu üyesi. Kızılay Başkanı Kerem Kınık ve Kızılay Yatırım CEO’su İlyas Haşim Çakmak. (…) yönetim kurulu üyeleri aylık huzur hakkı alıyor. Huzur hakları asgari ücret üzerinden belirleniyor ve her şirket yönetim kurulu üyeliği için ortalama dört asgari ücret tutarında huzur hakkı ödeniyor. Bu şirketlerin kârlarından ise, yıl sonunda kâr payı da dağıtılıyor yönetim kurulu üyelerine.

Bu şirketlerin tüm vergi ödemelerden sonra kalan kârları ise Kızılay’a bağış olarak aktarılıyor.

Kızılay’ın bir gelir kalemi de bağışlar. Kurumun, bireysel ve kurumsal bağışçıları var. Kurumsal bağışçılar, bağışlarını gider olarak gösterip vergiden düşebiliyor. Bağışçılar, para ve değerli mal dışında, ev, arsa, bina gibi taşınmazlar da bağışlayabiliyor. Kızılay’ın bu şekilde farklı illerde ev ve yurtları bulunuyor. Kızılay, deprem sürecinde bu ev yurtları depremzedelere tahsis etmedi. Kızılay’ın, sahibi ya da kullanım hakkı olduğu gayrimenkullerin işletilmesi için Taşınmaz Yönetimi A.Ş.’yi kurma hazırlığında olduğu öğrenildi. (Hıdır Göktaş, “Kızılay: Yardım Kuruluşundan Devasa Bir Holdinge”, 28 Şubat 2023, https://medyascope.tv/2023/02/28/kizilay-yardim-kurulusundan-devasa-bir-holdinge/)

[11] “Depremzedelere 11 Aylık Elektrik Faturası Gönderildi: 10 Gün İçinde Ödenmesi Bekleniyor”, ArtıGerçek, 10 Ocak 2924, https://artigercek.com/guncel/depremzedelere-11-aylik-elektrik-faturasi-vade-farksiz-8-taksit-279991h

[12] Bahadır Özgür, “Antakya’da özel bir hâkimiyet kuruluyor”, Birgün, 9.4.2023, https://www.birgun.net/makale/antakyada-ozel-bir-hakimiyet-kuruluyor-428209

[13] Bahadır Özgür, a.y

[14] Havva Gümüşkaya, “Hatay’da ‘Riskli alan’ kararına karşı hukuk mücadelesi başladı”, Birgün, 3 Mayıs 2023, https://www.birgun.net/haber/hatay-da-riskli-alan-kararina-karsi-hukuk-mucadelesi-basladi-434069.

[15] “Rezerv Alan Nedir? Rezerv Alanı İlan Edilirse Ne Olur? İstanbul’da Rezerv Alanı İlan Edilen Yerler Neresi?”, Cumhuriyet, https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/rezerv-alan-nedir-rezerv-alani-ilan-edilirse-ne-olur-istanbulda-2154583?utm_medium=AramaSonuc&utm_source=AramaSonuc

[16] Çağdaş Bayraktar, “Samandağ’da Rezerv Alan Tepkisi: Yüzlerce Yurttaş Tek Mesajla Evlerinden Oldu!”, Cumhuriyet, 11 Aralık 2023, https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/samandagda-rezerv-alan-tepkisi-yuzlerce-yurttas-tek-mesajla-2150347?utm_medium=AramaSonuc&utm_source=AramaSonuc

[17] Şeyda Öztürk, “Deprem Bölgelerinde İnşa Edilecek Konutlar ‘Sabıkalı’ Şirketlere Emanet”, https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/deprem-bolgelerinde-insa-edilecek-konutlar-sabikali-sirketlere-emanet-2082376

[18] Cengiz Karagöz, “Antakya’daki Altyapı İhalesini Saray Yolu Yapan AKP’li İsmail Keleş Aldı: Dikmece Köyü De Kapsam Alanında”, Cumhuriyet, 1 Aralık 2023, https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/antakyadaki-altyapi-ihalesini-saray-yolu-yapan-akpli-ismail-keles-2147105

[19] Şeyda Öztürk, “AKP’li Hayati Yazıcı’nın Dünürü Deprem Bölgesinden Yine İhale Aldı”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2023, https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/akpli-hayati-yazicinin-dunuru-deprem-bolgesinden-yine-ihale-aldi-2093462?utm_medium=AramaSonuc&utm_source=AramaSonuc

[20] Elbette bu kadar değil ve elbette sadece Hatay değil. Adıyaman Kahta’da iktidar yanlısı bir gazete çıkartan Mustafa Fevzi Koç ve Halil Koç; Adıyaman merkez ilçede eski AKP milletvekili Galip Ensarioğlu’nun şirketinin ortağı Biroğlu İnşaat; Gaziantep Şehitkamil ilçesinde Abdullah Gül’ün damadı Mehmet Sarımermer; Nurdağı ve İslahiye’de MÜSİAD üyesinin ortak olduğu Can İnşaat; Maraş-Elbistan’da AKP’li bakanlarla yakın ilişki içindeki Nazmi Coşar; Malatya Yeşilyurt’ta Kalyon, Limak, Cengiz vb. ile ortak işler yapan eski AKP milletvekili Abdülkadir Kart; Urfa-Eyyubiye’de AKP milletvekili aday adayı Bedreddin Binbay… AKP’nin “ihale piyangosu”ndaki ikramiyeleri kapan talihliler oldular. (“Yine Tanıdık İsimler! Deprem Bölgesindeki İhaleler Yine Yandaş Şirketlere”, Tele1, 11 Mart 2023 https://tele1.com.tr/yine-tanidik-isimler-deprem-bolgesindeki-ihaleler-yine-yandas-sirketlere-803422/)

[21] Bahadır Özgür, “Antakya’da Özel Bir Hâkimiyet Kuruluyor”, Birgün, 9 Nisan 2023, https://www.birgun.net/makale/antakyada-ozel-bir-hakimiyet-kuruluyor-428209

 

Devamını Oku

Krizin “kadın hâli” ve kadın mücadelesi

Krizin “kadın hâli” ve kadın mücadelesi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Sibel ÖZBUDUN

“Kadınların emeğini kapitalistler için çekici kılan,

Yalnızca daha düşük ücretli olması değil, aynı zamanda

Kadınların daha itaatkâr olmalarıdır.”[2]

Farkında mısınız, biz kadınlar, son zamanlarda krizden daha az söz eder olduk… Arşivleri bir karıştırın, 2001, 2009 ve en son da pandemi dönemi 2020’de krizin kadınlar üzerindeki etkisi üzerine tartışmalar dolduruyordu gazete-dergi sayfalarını, ekranları, sosyal medyayı ve salonları. Sendikaların, kadın örgütlerinin başlıca gündem konusu buydu… Covid-19 pandemisinin sonu ilan edildikten sonra bu tartışmalar duruldu, kriz adeta gündemden düştü.

Peki, bitti mi? Bu sorunun yanıtını vermek için ekonomi uzmanı, borsa simsarı, yatırım danışmanı filan olmanıza gerek yok. Geçen hafta gittiğiniz marketteki ya da çıktığınız pazardaki fiyatlarla bu haftakileri kıyaslamanız, geçen aya kadar satın alıp da bu ay almaktan vazgeçtiğiniz gereksinimlerinizi hatırlamanız yeterli…

Hayır, kriz bitmedi. Kronikleşti… 2000’li yılların başından bu yana, kapitalist metropollerin 1970’lerin krizini atlatabilmek için giriştikleri “model değişikliği”nin, yani neoliberal ekonominin onmaz, geri dönüşsüz krizinin içinde yaşıyoruz. Bu nedenle belki alıştık, belki “krizsiz günler”in neye benzediğini unuttuk… Ya da korku filmi bağımlıları gibi, korkmak için bir öncekinden daha dehşetli, daha ürkütücü sahneyi bekliyoruz…

“Geri dönüşsüz” dedim, gerçekten de içinde debelendiğimiz kriz, artık sistemin kendini restore edebileceği boyutları aştı. Bunun en önemli nedeni, yalnızca iktisadî/malî olmaması. Neoliberal ekonominin frensiz talan mantığının itimiyle mevcut hâl,  yaşamımızın farklı veçhelerindeki krizleri tetikleyip onlarla örtüşerek bir “uygarlık krizi”ne dönüştü. Artık “normalleşme” mümkün gözükmüyor. Ve üst üste düşen iktisadî/malî, sosyal/beşeri, siyasal ve ekolojik -krizler kapitalist sistemin kendini onarma yetisini dumura uğratıp daha da saldırganlaşmasına yol açarken, kadınların yaşamlarını da derinden sarsıyor.

O zaman gelin,  bu dört veçheli krizin coğrafyamızda kadınların yaşamlarında ne gibi etkilere yol açtığını kısaca da olsa, irdeleyelim.

İKTİSADÎ/MALÎ KRİZ

İktisadî/malî krizlerin kadın emekçiler üzerinde (Janus heykeli misali) çifte etkisi olduğu yıllardır söyleniyor. Bunlardan ilki, kadınların kitlesel olarak hane-dışı üretime çekildiği “sanayi devrimi”nden bu yana geçerli: “yedek işgücü” olarak görülen kadınlar, kriz zamanlarında evin esas “ekmek getiricisi”ne yol verip, yeniden üretim maliyetlerini düşürmek üzere yine işten çıkartılıyorlar.

Ancak son dönemlerde bunun tersi bir eğilimin devreye girdiğini gözlemliyoruz. Kadın emekçilerin daha ucuza, daha uzun süreler çalışmaya razı olup aynı zamanda yeniden üretim “işlerini” de bedelsiz olarak üstlenmeye yatkın olduğunu sezinleyen patronlar, kriz dönemlerinde kadın işçi istihdamına yönelmeyi tercih eder gözüküyor. Nitekim Türkiye’nin en “güvenilir” (?!!) kurumlarından biri olan TÜİK’in verileri de bütün ihtiyat payına rağmen, bu eğilimi doğruluyor. Bu verilere göre Türkiye’de erkek işsizliği oranı Aralık 2022’de % 8.2 iken Aralık 2023’de % 7.1’e düşmüş gözüküyor. Erkek işsizliğinde 1 yıllık gerileme oranı: % 1.1. Buna karşılık Aralık 2022’de % 14.4 olan kadın işsizliği, Aralık 2023’de yüzde 12’ye gerilemiş. Gerileme oranı: % 2.4. Bir başka deyişle patronlar, işe almada kadınları tercih etmiş…[3]

Sizce neden? Patronlar kadınların “güçlendirilmesi” gerektiğine inanıp buna katkıda mı bulunmak istiyorlar? Yoksa tarihsel işbölümü içinde kadınların itaatkâr, uysal, konsantrasyon yetisi yüksek, dikkatli ve de en önemlisi, talepkârlık düzeyi düşük olması nedeniyle mi, yani kâr marjlarını korumak ya da yükseltmek için mi tercih ediyorlar onları? Öyle ya, geleneksel işbölümü kadınlara, çalışıyor da olsalar, esas görevlerinin eve, çoluğa-çocuğa bakmak olduğunu belletmiştir. Bu nedenle de kendilerini genellikle esas ekmek getiren olarak görmezler. Zorunluluklar nedeniyle çalışıyorlardır, güçlükler atlatıldığında eve dönme hayaliyle… Kendilerini “geçici işçi” olarak algılamaktan vazgeçemezler bir türlü.

Bildiğimiz bir şey daha var: Pandemi sürecinde hizmet sektöründe yaygınlaşan “evden çalışma modelini” patronlar çok sevdi. (Hemen ekleyelim; “evde çalışma” özellikle taşra KOBİ’lerinin tercih ettiği bir model olarak pandemiden önce üretim sektöründe yaygın olarak uygulanıyordu: özellikle tekstil sektöründe, parça başı çalışma olarak…) Sevmekte kendi açılarından haklılar da: personelin yemek, ulaşım, aydınlatma, ısınma, hatta tuvalet giderlerini kendisine yükleyip tasarruf edebiliyor, üstelik de böylelikle işyerindeki örgütlenme, grev, iş yavaşlatma, protesto gibi “nifak unsurlarından kaçınabiliyorsunuz. TÜSİAD’ın, TÜRKONFED’in, TİSK’in, MÜSİAD’ın evde(n) çalışmaya, ya da bir diğer adıyla “esnek çalışma”ya övgüler yağdırması boşuna değil.

Peki “evde(n) çalışma”yı en çok kimler gerçekleştiriyor? Doğru tahmin ettiniz, yine kadınlar… Öyle ki, resmi kaynaklar “esnek çalışma” [yani part time, geçici, evde(n)… bir başka deyişle düşük ücretli, güvencesiz, izole…] modelleri sayesinde kadın istihdamının arttığını bildiriyor; Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş da (düşünün, Çalışma bakanı bile değil!)  “kadınların ev ve iş hayatı arasında tercih yapmak durumunda kalmaması için” esnek ve uzaktan çalışma, hibrit çalışma modelleri üzerinde durduklarını müjdeliyor!

Bu “müjde” bizi iktisadi krizin kadınlar üzerindeki ikinci yüküne getiriyor. Ev işleri, yani yeniden üretim faaliyetlerinin hemen tümüyle kadınların sırtına yıkılması… Krizde işçilerin, emekçilerin, emeklilerin, dar gelirlilerin alım güçleri daha da düşer. Daralan bütçeyle evi idare etmek, indirimli ürünleri, pazarın ucuz saatlerini kollamak, belki çöpleri karıştırmak, sökükleri dikmek, eski giysileri bollaştırıp onarmak, evdeki yaşlılara, hastalara bakmak, makarna, yumurta, tarhanayla mucizeler yaratmak, Halk Ekmeklerde kuyruk beklemek, evde yalnızken ısıtıcıyı kapatmak, ek gelir için evlere temizliğe gitmek, çorap, bere, atkı örmek… onlara düşer. Bir işte çalışsalar da çalışmasalar da…

Yani kadınlar kapitalizm için çalışsalar da çalışmasalar da “üretim maliyetini düşürücü unsurlardır”… Ucuz, örgütsüz işçilikleri ve bilabedel gördükleri ev işleriyle…[4]

Bu durum kadınlara değer katmaz. Tam tersine, değersizleştirir. Bu “değersizlik”in temelinde kadınlarla erkekler arasındaki tarihsel “hiyerarşi” vardır, hiç kuşkusuz. Erkek çocuk doğduğunda bayram eden, kız doğduğunda yasa bürünen, kız çocukları “babaya itaat, kocaya hizmet” zihniyetiyle yetiştiren, bu coğrafyada yaşayan kadınların yarıya yakınının koca eline bakıyor olmasından beslenen, bekâret zarı takıntılı bir hiyerarşi…

SOSYAL/BEŞERÎ KRİZ

Ancak kadınların yaşadığı ve giderek bir korku filmini çağrıştıran kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet sarmalı, yalnızca bu “geleneksel” hiyerarşiyle ilgili değil. Aynı zamanda, genel bir değer yitimine yol açan “sosyal/beşerî kriz”in bir sonucu… Kabul etmeli ki 1980’li yıllardaki neoliberal birikim rejimine geçiş, bu ülkede kapsamlı bir “değer altüstlüğü”nü tetikledi. “İyilik yap, denize at…”, “Ne verirsen elinle, o gider seninle”, “alçak uçan yüce konar, yüce uçan alçak konar”, vb. atasözlerinde tezahür eden alçakgönüllülük, paylaşımcılık ethosu, kısa sürede “kafayı kullan, köşeyi dön”, “altta kalanın canı çıksın”, “gemisini kurtaran kaptan”cılığa dönüştü.

Ülke içi gelir bölüşümündeki uçurum açıldıkça ve birilerinin servetine servet katmasının ancak yığınların yoksullaşmasıyla mümkün olacağının bilince çıkmasıyla birlikte, yeni bireyci ethos, bir insanî çürüme/yozlaşmaya tahvil olacaktı. Empati yerini kibirli bir benmerkezciliğe, acıma duygusu sadizme, okumaya, ilme duyulan saygı hoyrat bir cehalet güzellemesine dönüşürken, toplumun yeni rol modelleri, ne idüğü belirsiz “tiktok fenomenleri” olacaktı…

Bu sosyal/beşerî krizden kadınların payına düşen ise, giderek ağırlaşan, önü alın(a)mayan ve her gün en az bir kadının hayatına mal olan şiddet oldu.  Ve tabii kadınların bedenlerini metalaştıran fuhuş ve porno sektörlerinin vardığı boyut… Eğer bugün depremzede kız çocuklarının Jeffery Epstein’ın pornografik adasında milyarderlere, politikacılara, ünlülere ikram edilmek üzere kaçırılmış olma ihtimalini konuşuyor isek eğer ve dünya yıkılmıyorsa, bu, değersizleşmenin vardığı boyutları bize göstermektedir.

SİYASAL KRİZ

“Sosyal/beşerî kriz”, bir yönüyle malî/iktisadî krizin getirisiyse, bir yanıyla da siyasal krizle bağlantılı. Küresel kapitalist sistemde parlamenter demokrasilerin bir simülasyona dönüşmesi ve yeni-faşizmin yükselişiyle tezahür eden siyasal krize, Türkiye’de egemen sınıfın “kabuk değiştirmesi” eklemleniyor. Taşra kökenli Anadolu Kaplanları’nın “laik” Marmara Baronları’nı tahtta indirmek için giriştikleri kıran kırana mücadeleden söz ediyorum. Akit yazarı Sinan Burhan’ın, sermayenin el değiştirme sürecine değgin “itiraf”ından okuyalım:

“Şöyle 20 yıl geriye doğru bir gidelim…

Türkiye ne hâldeydi ne hâle geldi… Kendini dindar hisseden, mağdur hisseden insanımız bugün özgürlüğe ve konfora kavuştu.

28 Şubat sürecinde Refah Partisi kapatıldı, hükümet devrildi, başörtüsü yasaklandı, imam hatip okulları kapatıldı, devlet daireleri dindarlara kapatıldı. Dindarlar öksüz, dindarlar yetim; dindarlar Necip Fazıl’ın deyimiyle paryaydı. Ekonomik olarak Beyaz Türkler ülkeyi idare ediyordu. Boğaz’da yaşayanların ülkesiydi, bir elleri yağda bir elleri baldaydı, garip guraba umurlarında değildi.  (…)

Bu ülkede Beyaz Türklerin çocukları diplomat oldu, vali oldu, emniyet müdürü oldu, büyükelçi oldu, gazeteci oldu; Anadolu çocukları işe işçi oldu, şoför oldu, ırgat oldu… Ne zaman ki Erdoğan iktidara geldi; insanın kaderi değişti, fakir fukaranın kaderi değişti, Boğaz’daki bir avuç elite karşı doğru insanın önü açıldı. Anadolu insanı bakan oldu, milletvekili oldu, büyükelçi oldu.. Anadolu insanının cebi para gördü, Anadolu insanı tatil yapmaya başladı. Bunları kim yaptı!? Recep Tayyip Erdoğan yaptı. Başörtülü öğrenciler üniversiteye giremedi, Erdoğan önlerini açtı. Başörtülü polis var, başörtülü asker var. Bunlar hayaldi gerçek oldu.

Nankörlük yapmayın gerçekleri görün. Daha düne kadar adam yerine konulmayan insanlar bugün Erdoğan’ı eleştiriyorlar. Erdoğan Anadolu insanının zincirlerini kırdı, Anadolu insanlarını mahkûmiyetten, esaretten kurtardı. Siz de yapabilirsiniz, ayağa kalkın dedi. Başörtülü kardeşlerimiz askeri tesislere giremezdi daha düne kadar. Cumhurbaşkanının eşi GATA’ya giremiyordu.

Erdoğan bu engellerin hepsini kaldırdı, Türkiye’yi demokratikleştirdi, Türkiye’yi bir avuç azınlıktan kurtardı, Türkiye’yi diktatörlerden, zalimlerden kurtardı. Erdoğan’ın kıymetini bilmek lazım.

Efendim hırsızlık yapanlar varmış, yolsuzluk yapanlar varmış! Hırsızlık yapar, yolsuzluk yapar suçlu Erdoğan!

Ne yapacak adam günah dinlemiyorsa, hukuk dinlemiyorsa? Herkesin vebali kendi boynuna. Erdoğan her birinin vicdan bekçisi olacak değil ya!”[5]

Çok açık, değil mi? Sinan Burhan “Tayyip Erdoğan Boğaz’dan ülkeyi idare eden (seküler/Batıcı) elitlerin yerine Anadolu insanını (İslâmcıları) geçirdi; bununla da kalmadı, kamu görevlerini İslâmcılara açtı; yeni biçimlenen siyasal İslâmcı egemen sınıfa payanda olacak bir İslâmcı orta sınıf yarattı. (Kamu görevlerinin AKP üyeleri, cemaatler ve İmam-Hatip çıkışlılar arasında pay edildiği unutulmamalı!) Bunlar olurken bir miktar yolsuzluk, hırsızlık da olmuş, e o kadarını da idare ediverin artık…” diyor.

Şöyle söyleyeyim, 2002’den bu yana hükümet olan AKP eliyle sürdürülen bu mücadele, toplumda muhafazakârlaşma/İslâmcılaşma yönelimli bir dönüşümü gerçekleştirme uğraşıyla atbaşı gidiyor. Toplum, İslâm referanslı bir iktidar eliyle, Batıya dönük seküler bir yönelimden, Ortadoğu’ya dönük İslâmi bir yönelime geçişi hedefleyen bir “toplum mühendisliği”ne zorlanıyor.

Bu “toplum mühendisliği”nin kadınlar açısından ağır bir bedeli var. “İslâmcılaşma” esas olarak kadınların bedenleri ve yaşamları üzerinden yürütülüyor. Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, boşanmanın güçleştirilmesi, nafakanın sınırlandırılması hedefli tartışmalar, kürtajın fiilen olanaksızlaştırılması, toplum üzerindeki “ahlâk cenderesi” daraltılırken kadınların giysilerini, kamusal alanda boy göstermelerini, özel yaşamlarını hedef alan bir “namus bekçiliği”nin devreye sokulması, özgürlük peşindeki, mücadeleci kadınlara karşı “misogyn” (=kadın düşmanı) bir nefret dilinin kışkırtılması… bu bedele içkin…

EKOLOJİK KRİZ 

Ve nihayet, günümüz kapitalizminin, yeryüzü kaynaklarını büyük bir hızla ve geri dönüşsüz biçimde tüketmesi, mevcut kriz dinamiklerine ciddi bir ekolojik boyutun da eklenmesine yol açtı. Tarımda, örneğin, iklim değişikliğinden kaynaklanan büyük verim kaybı yaşanıyor. 2021 yılı için yalnızca buğday rekoltesinde % 50’ye varan bir düşüşten söz ediliyor. Bu, bir yönüyle kırsal çöküş,  diğer yönüyle ise açlık anlamına gelmekte… BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)’nün 2023 tarihli raporuna göre dünya nüfusunun üçte bire yakını, iklim değişikliği, çatışmalar ve salgın hastalıklar yüzünden gıda erişiminden mahrum kaldı. 691 ila 783 milyon insanın açlıkla karşı karşıya… FAO, gıda krizine bağlı olarak, her gün 1,6 milyon kişinin güvenli olmayan gıdalar sonucu hastalandığını ifade ediyor. Aynı rapora göre, 3.1 milyardan fazla insan da yeterli beslenememekte…[6]

Ülkemizde 2 milyona yakın kadının tarımda çalıştığı düşünüldüğünde, kırsal çöküşün; beslenmenin geleneksel olarak bir kadın işi olduğu düşünüldüğündeyse, açlık tehlikesinin doğrudan birer kadın sorunu olduğu, görülecektir. Kadınlar, kırsalın çöküşünün de, açlık tehdidinin de, ekolojik felaketlerin yol açtığı göçlerin de birinci elden mağdurlarıdır.

NİHAYET

Tüm bunlar neyi mi anlatıyor? Öncelikle kadınların yaşadıklarının ve çektiklerinin iktisadi-siyasal ve toplumsal sistemden yalıtarak ele almanın mümkün olmadığını… Kadınlık durumunun sistemdeki kırılmalardan etkilendiğini… Dahası, aynı zamanda ataerkil işbölümünün kendilerini yerleştirdiği kırılgan konum nedeniyle kadınların erkeklerden farklı biçimlerde ve fazlasıyla etkilendiklerini… Yani kapitalizmin ve onun krizinin bir “kadın hâli”nden söz etmek gerektiğini… Ve nihayet, çürüyen ve çürüten bir sistem (kapitalizm) içerisinde kadın mücadelelerinin kadim hedefi eşitliğe ulaşmanın mümkün olmadığını…

Bu nedenledir ki, kadınların eşitlik savaşımları, artık baştan başa bir kriz rejimine dönüşen kapitalist sistemi hedef almadıkça, ancak kısmî, geçici ve palyatif başarılara ulaşabilecektir. Kadınlar mevzi kaybettikçe daha geri konumlara razı oluyor, daha azla yetinmeye alış(tırıl)ıyorlar. Örneğin, çalışma hayatının yanı sıra ev işlerini de tek başına yüklenmek zorunda olan bir kadın, zamanını dilediği gibi kullanabileceği yanılsamasıyla, “evde(n) çalışma” seçeneğini bir kurtuluş olarak görebiliyor… Aile bütçesini denkleştirebilmek için çırpınan bir kadına verilen sadaka mahiyetindeki destekler (evde bakım ödeneği, evlenme ödeneği, doğum yardımı, “cep harçlığı”, dulluk yardımı…) karşılığını “Allah devlete zeval vermesin” minnettarlığında buluyor… Yoksulluk ve kör şiddet sokağa hâkim olduğunda, başını sokacak bir yuva ve içkisi-kumarı olmayan bir koca, “bulunmaz Hint kumaşı” oluveriyor… Böylesi bir zeminde biçimlenen asgari beklenti düzlemi, kadınların elde ettiği her türlü kazanımı kırılganlaştırıp, geri alınabilir kılmakta.

O zaman, kadın mücadelesi, kendini asla sınıf mücadelesinden ayırmaksızın, çalışıyor olsun-olmasın emekçi kadınları saflarına katmayı hedefleyerek sürdürülmelidir. Örgütlenme alanları fabrikalarda, atölyelerde, bürolarda, tarlalarda çalışan, evlere temizliğe giden, evde(n) çalışan, işsiz kadınlar, küçük dükkânlarını çevirmeye çalışan esnaf kadınlar, ev kadınları, okuyan, iş arayan genç kadınlar… yani yaşayabilmek, geçinebilmek için uğraş vermek zorunda olan tüm kadınlardır.

Ve hedef, kadınların sorunlarını çözmek değil, bu sorunları dile getirmek, taleplere dönüştürmek ve kadınları kendi sorunlarını çözme konusunda kararlı, ısrarlı, kolektif davranmayı ve paylaşmayı bilen mücadele öznelerine dönüştürebilmektir…

15 Şubat 2024 12:23:05, İstanbul.

N O T L A R

[1] Sosyalist Kadın Hareketi’nin 25 Şubat 2024 tarihinde İstanbul’da düzenlediği “Kadınlar: Yetti Artık!” başlıklı forumda yapılan sunum… Kaldıraç Dergi, No:272, Mart 2024…

[2] Clara Zetkin.

[3] Belirtmeden geçmeyeyim, TÜİK’in açıkladığı, “dar tanımlı” işsizlik oranları… Bir başka deyişle TÜİK, iş bulmaktan umudunu keserek iş aramayı bırakmış olanları, ya da geçici, eksik zamanlı çalışanları, mevsimlik işçileri vb. “işsiz” saymıyor. Bunlar da katıldığında, geniş tanımlı işsiz oranının % 24.7’yi bulduğunu görüyoruz. Bu oran erkeklerde % 19.7’de seyrederken, kadınlarda yüzde 33.2’ye çıkıyor. (“Gerçek TÜİK rakamlarının üç katı: Bir ayda bir milyon kişi işsiz kaldı”, Birgün, https://www.birgun.net/haber/gercek-tuik-rakamlarinin-uc-kati-bir-ayda-1-milyon-kisi-issiz-kaldi-506138)

[4] Unutmayalım, bu ülkede 33 milyon küsur 15 yaş üstü kadının 14.7 milyonu, yani yarıya yakını “ev kadını” (işsizlik istatistiklerinde adı olmayan) “ev kadını”dır.

[5] Sinan Burhan, “Erdoğan Daha Ne Yapsın Nankörler!”, Yeni Akit, 11 Şubat 2024. https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/sinan-burhan/erdogan-daha-ne-yapsin-nankorler-44523.html

[6] Aslı Atakan, “Büyük Gıda Krizi Kapıda: İklim Değişikliği ve Savaşlar Milyonlarca Kişiyi Aç Bırakacak”, İklim Haber, 14 Ağustos 2023, https://www.iklimhaber.org/buyuk-gida-krizi-kapida-iklim-degisikligi-ve-savaslar-milyonlarca-kisiyi-ac-birakacak/.

 

Devamını Oku

Mitostan masala, masaldan hayata… Gazel’in Şahmaran’ın

Mitostan masala, masaldan hayata…  Gazel’in Şahmaran’ın
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Sibel ÖZBUDUN

“Çocuklara aşılanacak

en önemli şeyler

erdem ve onurdur.”[1]

Gazel Bulut’u olasıdır ki tanımıyorsunuz. Ya da cezaevleri konusunda biraz daha duyarlı olanlarınız, onu önce gazetecilikten tutuklanan, tahliyesinin ardından da bu kez “örgüt üyeliği” suçlamasıyla 10 yıl 10 aya mahkûm olan, ve gerisinde iki aylık bir bebek bırakarak önce Muğla, ardından da Tarsus cezaevlerine kapatılan Dersimli bir genç kadın olarak anımsayacaktır. Gazel Bulut, bir süredir Kandıra cezaevinde. Arjin ise şimdilerde 6 yaşında olmalı.

Gazel, iyi bir anne. Bebeğine yakın olabilmek, onu sarabilmek için Muğla ve Tarsus cezaevlerinde yürüttüğü mücadeleye tüm tutsak dostları tanık[2]… Kızının büyümesini, parmaklıkların ardından izlemek zorunda bırakılan…

Cezaevi korkunç, soğuk yüzlü, duygusuz, hatta kimi zaman sadist bir öğretmendir. İnsan acılarından, yaralarından öğrenir en çok… Gazel’e yalnızca Arjin’in değil, tüm çocukların annesi olmayı öğretmiş…

Kalemi, kâğıdı almış eline, çocuklar için masallar yazmaya başlamış. İlk kitabı Damlayan Masallar, 2019 yılında yayınlandı. Arjin iki yaşındayken. Arjin ve pek çok çocuk, “dışarıdaki” babalarından, annelerinden ya da anneanne, babaannelerinden dinlediler bu damlayan masallar’ı.

Pulun Sırrı ise yeni yayınlandı.[3] Arjin okuma-yazma öğrenmiştir, herhâlde. Babasını beklemez, kendi okur annesinin masalını… Arjin’le birlikte, diğer çocuklar da…

Pulun Sırrı, bu coğrafyada çok yaygın bir mitos-efsanenin, Şahmaran’ın Gazel’in kaleminde serbestçe yeniden yorumlanarak bir masala dönüştürülmüş hâli. “Beyaz Antenli Karınca”nın, küçük (yüksek ihtimal, Dersimli) kız çocuğu Jina’ya anlattığı, başından geçenlere dair bir öykü. Ama sıradan bir öykü değil bu: karıncanın Şahmaran’la tanışması, ondan iyilik-kötülüğe, adalete, ölümsüzlüğe, savaş ve barışa, özveriye, yaşamın bütünlüğü ve bağıntılılığına, şifalı bitkilere dair pek çok şey öğrenmesi; yılanlar diyarının “Savaş ülkesi”nin “insan olmanın erdemine ulaşamamış” askerleri tarafından tarumar edilmesine, Şahmaran’ın katledilmesine tanıklığı, Şahmaran’ın vasiyetini yerine getirebilmek için karınca yaşamından vaz geçip yılanların “barış elçisi”ne dönüşmesi…

Masal efsane/mitos’un pek çok unsurunu taşıyor, elbette: Şahmaran’ı şifalı bitkilere değgin bilgilerin öğreticisi olması, barışı korumak adına yerin yedi kat altında bir mağarada yaşamaya razı oluşu, onu görenlerin sırtında pullar çıkması, yurdunun insanlar tarafından yağmalanışı, ölümünden diğer yılanların haberdar olmasını istemeyişi… Ve/ fakat farklı. Efsane/ mitosa bugüne değin dahil olmamış pek çok figürle tanışıyorsunuz. Jina, annesi, babası, akrepler, beyaz antenli karınca, küçük yılan… Bir bakıyorsunuz bir versiyondaki Lokman Hekim’in (Camşab) yerini bir karınca almış, küçük bir kız çocuğu yılanlarla insanlar arasında sonsuz barışın elçiliğini üstlenmiş, üstelik de buna da karıncanın kendisini ikna etmesi sonucu razı olmuş.

Ama anlatılar böyledir işte… Masallar, efsaneler, mitoslar anlatıcıları ve dinleyicileri tarafından, her birinin meşrebine göre tekrar tekrar yorumlanır, çağdan çağa uyarlanır, diyardan diyara, kültürden kültüre, sınıftan sınıfa farklılaşır, çeşitlenir, vurgu bir kahramandan diğerine kayar, kahramanlar dönüşür… Belki de söylendikleri her keresinde, çağın soru(n)larına değgin bir yanıt iletmeleri bundandır… Uzaktırlar, ama bize bizi anlattıklarına dair bir yakınlığı, tanışlığı hep taşırlar bağırlarında…

Gazel’in masalı da öyle… Akreplerin, karıncaların, yılanların dünyasında doğanın uyumuna, savaşa, barışa, sömürgeciliğe, iktidar hırsına, açgözlülüğe, kolektivizme, adalete, ezilenler arası dayanışmaya, kısacası insanlara, sınıflı toplumlarda yaşayan, sömüren-sömürülen, ezen-ezilen, tahakküm eden-madun insanlara dair pek çok mesaj buluyorsunuz.

Gazel, anasından-babasından dinlediği Şahmaran’ı bize kendi meşrebince anlatmış. Ezilenlerin yanında duran, haksızlıklara, adaletsizliklere, sömürüye, doğanın talanına karşı çıkan, dayanışmaya, yaşama sahip çıkmaya kararlı, bunun için de bedel ödeyen bir kalem, bütün çocuklara sevecen bir anne olarak…

“Çocuklar ne anlar bunlardan” demeyin sakın. Büyükler anlatılara “masal” diye dudak bükebilir belki, ya da akıllarını kemiren kaygılar, korkular ya da hesaplara boğulup, adalet, barış, eşitlik, ortaklaşmacılık gibi insanlığın kadim özlemlere sırtlarını dönebilirler. Ama çocuklar öyle mi? Onlar, Gazel’in, ya da Beyaz Antenli Karınca’nın deyişiyle, “yetişkinliğin getirdiği olumsuz düşünce ve duygularla tanışmamışlardır. Mensubu olduğu türün en saf hâlini taşırlar.” Ve onların “içinde bir yerlerde, doğanın güzelliklerinin birleşimi olan güç saklı”dır. (s.56)

Arjin’in ve diğer çocukların Şahmaran’ı, Beyaz Antenli Karınca’yı, Jina’yı anlayıp gereğini yapacağından hiç kuşkumuz yok.

Kalemine, yüreğine sağlık, Gazel Bulut…

19 Kasım 2023 22:32:44, İstanbul.

N O T L A R

[*] İnsancıl Dergisi, Yıl:34, No: 403, Şubat 2024… Kaldıraç Dergisi, No:271, Şubat 2024…

[1] Andery Tarkovski.

[2] Bkz. https://www.gorulmustur.org/yazar/gazel-bulut

[3] Gazel Bulut, Pulun Sırrı, Bando Yayınları, 2023, 72 sahife.

 

Devamını Oku