“Şu an burada mıyız?”

“Şu an burada mıyız?”

ABONE OL
24 Aralık 2023 13:22
“Şu an burada mıyız?”
0

BEĞENDİM

ABONE OL

 

Pınar Öğünç ismi bir çoklarına tanıdık gelir. Okuduğu gazetede, ya da izlediği bir yazın dergisinde yazısını görmüştür. Üşenmeden okuyanlar, Öğünç’ün sözcüklerdeki dizilimi, alıp götürdüğü yeri düşünmüşlerdir.

Öğünç şimdi, “Aksi Gibi’ ile başlayan ardından ‘Beterotu’ ile süren öykü kitaplarının ardından bu kez bir romanla çıktı okurun karşısına: ‘Şu An Burada mıyız? Evrensel’den Şenay Aydemir’in yaptığı bir güzel söyleşi ile karşımızda. Birlikte okuyalım…

Pınar Öğünç, gazetelerde ve dergilerde yayımlanan haberleri kurgulayış biçimiyle edebiyatla bağının güçlü olduğunu göstermişti bizlere. Bu yüzdendir ki, mesleki kitaplarının ardından 2015’te yayımladığı “Aksi Gibi”de yer alan öykülerde titiz gözlemleri, sıradan gibi görünenin içindeki inceliği ve dili kullanmaktaki maharetini görmek şaşırtıcı olmadı. Öğünç, edebiyatta ısrar edeceğinin altını 2019’da okurla buluşturduğu ikinci öykü kitabı “Beterotu” ile iyice çizmişti zaten. İyi ki de öyle yapmış. Şimdi, ilk romanı “Şu An Burada mıyız?” ile karakterlerini, hikayesini ve dilini yeni bir boyuta taşıdığına şahitlik ediyoruz çünkü. Kolektif Kitap tarafında kısa süre önce okurla buluşturulan romanda, bir biçimde bir masanın etrafında buluşan insanların, geçmiş, gelecek ama asıl ikisi de yok hükmünde olduğu için ‘şimdi’sine dair bir dünya kuruyor bize Öğünç, Üstelik tarihin bilgeliğini taşıyan taşlara, yeni serpilip kanatlanmış sığırcıklara, orkidelere ezcümle kozmosa da alan açıyor.

Ötesini Pınar Öğünç’ün kendisinden dinleyelim…

Karakterlerin toplandığı evden ve masadan bahsederek başlayalım. İçine yerleştirdiğiniz karakterler, oraya geliş amaçları evin kimliğiyle anlam kazanıyor bence biraz da. Mazhar Bey ve Vesile Hamın’ın evi, karakterlerin adından da anlaşılacağı üzere biraz “eski Türkiye” gibi. Ve kaynağını bilemediğimiz bir yerden su sızıyor eve. Biraz bu evin kuruluşunu ve karakterlerin dünyasını açar mısınız?

Her şey zihnimde bir gaz ve toz bulutuyken, ilerlemek için birkaç çizgi çizmiştim kendime. Öncelikle sadece edebiyatın gücünün yeteceği bir şeyi yapmak, çatlaklardan karakterlerin içine girmek, kendi dil kozmosunu yaratan bir hikaye kurmak istiyordum. Gerçeği fazla sıkıştırmaktan, zaman ayarlarıyla oynamaktan doğan gerçeküstü bir evren canlanıyordu gözümde. Bu romanın çekirdeğindeki dert üzerine yazılar yazmışımdır, söyleşiler yapmışımdır ama sadece edebiyatla inilebilecek başka bir derinlik var, onu aramaya hevesliydim. İkincisi bu sekiz kişi savrulur gibi, neredeyse akıl dışı bir sebeple, bir mağaraya sığınır gibi bir araya gelsin istedim. O ev eski Türkiye olduğu kadar eski dünya, eski kapitalizm aynı zamanda. Bu mekanda buluşmaları üç kuşağın emek tarihine değebilmeyi de sağladı. Üzerine doğrudan konuşulmasa da örneğin her bir kuşak için diploma ne anlama geliyor, bunu ayıklayabiliyoruz. Sıradan bir memur olan dedenin emekli maaşıyla satın alabildiği evin mutfağında, yeni kapitalizmin bunun hayalini bile toptan ortadan kaldırdığı insanların yolları kesişiyor. Sürekli güvencesiz işlerde çalışan ya da iş arayan, daha ucuz diye üç öğün market atıştırmalıklarıyla beslenen yirmili, otuzlu yaşlarında karakterler bunlar. Buluşma bile denemez, o akşam başka bir yerde bulunmaktan kaçtıkları için bir araya geliyorlar, ne sohbete ne suskunluğa, ne oyuna ne ciddi bir tartışmaya benzeyen tuhaf bir diyalog dönüyor aralarında. Sonra bozulan zaman algılarından başka bir çatlak doğuyor. Üzerine konuşmak her şeyi biraz “fikre” dönüştürüyor, bazı temaslar sadece okunduğunda mümkün bence.

Karakterlerinizden “Büyük gibi düşünen” ama hâlâ bir çocuk olan Doruk dışındakiler, bir tür “tutunamayanlar” gibi aslında. Bir yandan ‘eğitimli’, prekarya tabir edebileceğimiz insanlar… Neden böylesi karakterler seçtiniz?

İçlerinden birinin oğlu olan 11 yaşındaki Doruk kıyametçi düşünceden pragmatizme, kötücüllüğe tam anlamıyla zamanenin biçimlendirdiği tuhaf bir çocuk. Yazarken beni çok eğlendirdi kendisi. Diğerleri ise eğitimine devam edebilmek için okulu dondurup çalışmak zorunda kalan 20 yaşındaki Azra’dan, iki yıllık mekatronik bölümünde okumuş 39 yaşındaki Şoför Kendal’a, bankacılıktan ilgisiz işlere sıçramış Ferda’ya uzanan bir skalada genç prekarya. Erol dışındakiler üniversite mezunu ama artık bunun ne karşılığı var ki… 2020’nin başında bu roman için yola çıktığımda birçok sektörün gittikçe güvencesizleşmesini, bunu daha kristalize şekilde yaşayan kırk yaş altı kesim üzerinden anlatmak istemiştim. Malum üzerine pandemi geldi, ekonomik kriz inanılmaz boyutlara ulaştı. Fakat bu çalışma koşullarının romanı değil; işi tasvir etmiyor. Hatta tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi işten az konuşuluyor. İş yok, işten arta kalan var, gündüz yok gece var, gerçeğin absürtleşmesi var. Evde buldukları ansiklopedi her birinin tanımlanma, tarif edilme arzusuna bir yöntem sunuyor. Örneğin korsan sitelere belgesel alt yazısı çevirerek geçinen Cihan’ın evrende duyduğu yalnızlığa, hayatının ilk elden akla gelmeyecek farklı anlarından yakınlaşıyoruz, çünkü onu öyle anlayabiliyoruz.

‘YAŞAMAK SADECE SAĞ KALMAYA İNDİRGENMİŞKEN…’

Karakterlerin geçmişlerine dair bilgiler edinsek de, geleceksizliğe mahkum oldukları için havada kalıyorlar, bir tür ‘şimdi’ye sıkışıyorlar. Ama bunun ‘anı yaşa’dan farkı var. Hatta onun bir ironisi de dönüşmüyor mu?

Evet, sık iş değiştirmekten hasarlı zaman algıları geçmişlerini Suzan’ın fosillerine dönüştürmüş, geleceğe taşınacağından emin oldukları tek şeyse dövmeleri. Sığındıkları, sıkıştıkları “şimdi” kalmış ellerinde. O liberal, hazcı “anını yaşa” sloganını doğuran bir şimdi de değil bu, daha çok bulundukları ana mahkumiyet gibi. Yaşamak sadece sağ kalmaya indirgenmişken sürekli şunu kanıtlamaya çalışıyorlar kendilerine: Biz sahiden hayatta mıyız?

Romanda, Cihan’ın alt yazısını çevirdiği “Evrenin Hikayesi” belgeseli üzerinden gezegenin tarihine, dinamiklerine ve yasalarına dair çokça ifade de var. Bunları neden hikayenin parçası haline getirmek istediniz?

Kapitalizmin yeni bir evresinden konuşurken, yarattığı yabancılaşmanın da yeni tezahürlerinden konuşmak gerekiyor. İnsanın emeğine yabancılaşmasının bir halkasının, insanın kendi doğasına yabancılaşması olduğunu söylemişti Marx. Dünya halklarının geniş kesimi, bunun katmerlendiği, hayatları sadece çalışmanın şekillendirdiği bir çağda artık herhangi bir anlam kırıntısı kalmamış gibi hissediyor. Ben canlı mıyım, ben bir makine miyim, ben bu evrenin bir parçası mıyım diye soruyor içten içe. Avans aldığı için hep borçlu olarak ve sürekli çalışan Cihan, düzenin yarattığı çaresizlik ve değersizlik hissini, dünyanın yanında zerre kadar kaldığı kara deliklerle açıklayarak rahatlıyor. İş yeri tuvaletlerinde keşfettiği uyku kaçamaklarında çatlaklardan sızıp magmaya indiğini hayal ediyor Suzan. Bu dünyanın bir parçası gibi hissetmeye duyulan derin bir açlık bu bence.

Suzan’ın sürekli yazdığı aşk dolu mektuplar var. Bu anlatıyı başka bir yana taşıyor ama karakterin geleceğe kaçma arzusunu da gösteriyor sanki değil mi?

Suzan bir Anadolu kentinde coğrafya okumuş, uzun süre iş bulamayınca tersine bir şekilde özgürlüğünü inşa ettiği taşradan metropole, ailesinin evine dönmek zorunda kalan genç bir kadın. Böyle çok genç var ve kadınların tecrübesi hep daha ağır oluyor. Bu esarette Suzan’ı sığındığı mağarada hayatı birine anlattığı bu mektuplar. Evet, bugünden kopma arzusu var, olmayan bir geleceğe kaçma arzusu var. Onun mektupları temel bir soruya da zemin oluşturuyor. Suzan aşık olduğu kişiye işten, işsizliğinden bahsetmek istemiyor ama bir noktada şunu soruyor: Bunları dışarıda bırakarak ne kadar kendimizden söz edebiliriz? İşsizliğinden ya da girip çıktığı o kısa dönemlik işlerden bahsetmediğinde Suzan’dan geriye ne kalıyor?

“Felaketin ortasına doğanlar için hayatın felaketten ibaret olduğunu düşünmemek zordu” diyorsunuz bir yerde. Böyle bir dünyaya doğan Suzan, yüzünü görmese de sızıntının kaynağını bulup yok etmeye çalışan Nuh Usta ile sohbet ediyor sık sık. Bu teması neye yormalıyız?

Bence orası romanın hem en gerçeküstü hem de en gerçek sahnelerinden. Başta konuştuğumuz eski ile yeni emek rejimlerinin, farklı kuşakların temas aradığı, iki ucundan kazarak tüneli birleştirmek istediği yer. Vesile Hanım’ın kırık porselen tabaklarının akşam yemeği niyetine palm yağlı kremalı bisküvilerle, soğan aromalı cipslerle buluştuğu yer.

Fotoğraf: Orhan Cem Çetin

En az 10 karakter gerekli


HIZLI YORUM YAP