Ortaöğretim öğrenciliğim döneminde, babamın Kozan Hürsöz Gazetesi’nde yer yer yazıları yayınlanırdı. Okulların açılacağı bu günlerde yazdığı ‘Okullar Açılırken’ başlıklı yazısını hep anımsıyorum…
Öğrencilere ‘derslerine çalışmalarını, çalışmanın önemini, bilmediklerini sormalarını, düşüncelerini dalaşmadan birbiriyle paylaşmalarını’ salık verirdi…
O günkü koşullar bizlerin anısında…
Ben de başlığı ‘Okullar Açılırken’ deme gereği duydum.
Ancak babam ‘öğrencilere’ seslenmişti o yıllar, ben ‘yetkililere’ seslenmek istiyordum.
Yetkililere; iktidara, bakana, müdüre, öğretmene…
Geçtiğimiz yıllar birbirinden düşündürücü-kaygılandırıcı değişimleri gerçekleştirdiğiniz gibi; öğrencilerin hem bir “meta” olarak görülmesine, hem birbiriyle çelişen “müfredatınıza”, hem bilim derslerinde geri kalmasına, daha da üzücüsü kendi dilini kullanmada başarısız olmasına neden oldunuz!
Yıl içerisinde öğrencileri “bilgilendirmek” için görevlendirdiklerinizi görevlendirenlerin bilimle, aydınlık gelecekle ne denli ilişkili olduklarını yıl sonunda alınan karnede gördük!
Daha dün, devlet okullarının “kayıt odalarında” bulunanların, velileri “kayıt parası” adı altında nasıl boğmaya çalıştıklarına da tanık olduk!
Şunu düşündüm:
Devlet okullarında çalışanların çocukları için “istenemeyen” böyle bir bedel, diğer veliler için “neden-nasıl” istenir anlayamam!
Veli bu yıl ne yaptı biliyor musunuz?
Eğer bir yerde çalışıyorsa “açlık sınırı” altında maaş aldı! Aldığı bu maaşla çocuğunun kitap, kırtasiye, forma, servis gibi masrafların üstesinden gelebilmek için “çıkış seçeneği” arıyor!
“Okullar açılırken”, bir “umutla” başlayalım isterseniz…
Şarkının sözleri gibi, “hep bir ümit uğruna yaşıyoruz hepimiz/ mutluluğun ardından koşuyoruz hepimiz…”
HONGİ
Alışık olmadığımız eşyalarla, hareketlerle öylesine çabuk iç içe oluyoruz ki; çoğu zaman anlamakta zorlanıyorum, biliyor musunuz? Açlıktan mı, kendimizi bulamamaktan mı, boşlukta oluşumuzdan mı nedendir anlayamıyorum. Kendi kendi özümüzden, benliğimizden, koşullarımızdan değil de hep başka yerlerden… Cepten çalmak gibi, kasadan yürütmek gibi, kendimizden gibi, öykünerek sevinmek gibi…
Şimdi sorsam: Karşılaştığımız bir arkadaşımızla, özlediğimiz bir yakınımızla o sevinci nasıl paylaşırız?
Hemen yanıtlayabiliriz: Önce sımsıkı tokalaşır, ardından da ya yanaklaşır ya da okşarcasına bir öpücük kondururuz… Anadolu insanının yapısına öylesine uyar ki bu eylem, hiçbir kimse ayırıcı bulmaz. İçinden, canevinden geldiğince de, duyduğu yakınlığa göre sarılmaya bile hoşgörüyle bakılır.
Yaşları yolun yarısını aşanlar anımsarlar, bir zamanlar elin küçük parmağıyla yüzük parmak kırkbeş derecelik açı yapılarak tokalaşılırdı. Seksen öncesinde okul koridorlarında, kalabalık yerlerde bolca tanık olurduk… Bu eylem birilerini birilerinden ayırırdı. Ayrışıklık hemen göze batardı… Ne oldu? Bitti! Yitti! Yok oldu!
Şimdi sıkça karşılaşıyorum. Benim gibi, bazıları demeyeceğim herkes karşılaşıyor…
Önce eller uzatılıp tokalaşılıyor.
Hemen arından yanaklar yerine kafanın köşeleri birbirine vuruluyor.
Vuruşurken ses getirmesi zorunluluk mu bilmiyorum ama özellikle duyuranları biliyorum.
Bilmiyorum başkasını ama yanak değmeyince, o tokalaşmayı hoş bulmuyorum…
Bir de, ağızdan yanağa tükürük taşıyan öpüşmeleri de…
Bir aralar dudağın köşelerinden yapılan, adına ‘Rus Öpücüğü’ deneni de…
En son selamlaşma biçimini birkaç gün önce bir gazetede gördüm… Geçmiş yıllarda bir başbakan, Yeni Zelanda gezisinde o ülkenin yetkilisiyle selamlaşıyor. Adı: Hongi selamlaşması… Yeni çiftlerin, burunlarını hafifçe birbirine değdirerek işveleşmeleri gibi sanki… Bunun birazcık fazlası var; Hongi selamlaşmasında burunla birlikte alın da buluşuyor, belki de gözler de…
Her ne denli, alışık olmadığımız böyle bir ‘selamlaşma’ biçimine o gün yalnız gülümsemiştim.
Anımsadıkça da gülümseyeceğim…
DİP NOT
Saçlarına ak düşmüşlüğü bırakın, kafasında yolunacak saç kalmamış, Atatürklü yıllarda çocukluğunu yaşamış, her yanı tarih kokan, uzaklara dalıp dalıp giden bir yaşlı adam, ‘şu an elini kolunu sallayarak dolaşabiliyorsun, okulunu gidebiliyorsun, caminde namaz kılabiliyorsun, istediğin ismi çocuğuna verebiliyorsun, düşünceni kolayca açıklayabiliyorsun, verilen savaş nedeniyle gurur duyabiliyorsun… Daha neler neler… Tüm bunlar nasıl kazanıldı sanıyorsun? Gökten zembille mi indiğini sanıyorsun? Bunlar tırnak ile diş ile var edildi. Söke söke alındı. Bu bizim hakkımızdı’ derken gözleri irileşiyor, ayağa giymek için çarığın bile zor bulunabildiği yıllarda, darmadağın olmuş halkımızı yeniden bir araya getirebilmek için Mustafa Kemal’in çok yollar kat ettiğini, çok zorluklar yaşadığını büyüklerinden sık sık duyduğunu, söylüyordu…
070919
YAZARLAR
5 saat önceYAZARLAR
7 saat önceYAZARLAR
11 saat önceYAZARLAR
11 saat önceYAZARLAR
1 gün önceYAZARLAR
1 gün önceYAZARLAR
1 gün önce