İlhan Karaçay

İlhan Karaçay

13 Nisan 2024 Cumartesi

12 Eylül sabahını nasıl yaşadım

0

BEĞENDİM

ABONE OL

 

‘Darbe’, yani ‘İhtilal’, hiçbir demokratın arzu ettiği eylemler olamaz.
40 yıl önce, Hollanda televizyonundaki bir açık oturumda, başta Genel Kurmay Başkanı olmak üzere tüm komutanlara sorular yönelten moderatör, ülkede gerçekleşebilecek tüm kötü ihtimalleri sıraladıktan sonra, ‘Bu durumlarda bile yönetime el koymaz mısınız?’ sorusuna, bir türlü ‘evet’ cevabını alamamıştı.
Hollandalı komutanlar, her türlü kötü ihtimal dahilinde dahi, yönetime el koyamayacakları kuralını, demokrasinin bir gereği olarak kabul etmişlerdi.

Bu kural, demokrasiyi içlerine sindirmiş ülkelerin tamamında geçerliydi.
Ne var ki, gelişmemiş ülkeler böylesi bir kuralın varlığından bile habersizdirler.

Türkiye’miz de, yukarıda belirtilen kurala itibar etmeyen ülkelerden biridir.
Naçizane şahsım, dönem dönem yaşanan ‘uyarılar’ dışında, gerçek anlamda yaşanan iki ihtilale şahit oldum.
Bu ihtilallerden biri 27 Mayıs 1960, diğeri de 12 Eylül 1980.
1960 ihtilalinde 18 yaşındaydım. CHP’li olanların ve aile efradımın içinde bulundukları haletiruhiyeyi hiç unutamıyorum. Ama ben ne o haletiruhiyeye ne de darbeye üzülmüş olanlara hiç değinmeden, 12 Eylül öncesinde ve sabahında yaşadıklarımı anlatmak istiyorum.

1980 yılında, Hollanda’nın IKON Televizyonu için, ünlü yapımcı Henk Barnard ile birlikte, ‘Ceremeyi Çeken Çocuklar’ (Kinderen van de Rekening) adlı 5 bölümlük bir seri hazırlıyorduk.
Bu serinin müzik işini Sabit Gürses’e vermişken, aynı Sabit Gürses’e bir bölümde başrol vermiştik.
Sabit Gürses çekimlerinin bir bölümü için Çukurova’ya gitmemiz gerekmişti.

12 Eylül’e çeyrek kala gittiğimiz Mersin ve Adana’da çekimleri yaparken, her akşam birlikte haber programlarını izlediğim Henk Barnard, gördüğü manzaralar karşısında bana, ‘İlhan, bak göreceksin, bugün yarın askeri darbe olacak’ demişti. Barnard bir uyarıda bulunmayı da ihmal etmemişti: ‘İşimizi çabuk bitirelim ve kaçalım.’

İşimizi tamamlamıştık. 11 Eylül sabahı, beraberimde Deventer’den Mersinli arkadaşım Ergür Dinçkal ve yeğenim Aydın ile birlikte otomobil ile yola çıktık. Akşam Edirne’ye varmıştık. Bir otelde yatıp, sabah erken yola çıkmayı yeğlemiştik. Öyle de yaptık.
12 Eylül sabahı çok erken yola koyulduk. Henüz karanlıktı. Biraz meyve almak için bir manavın  önünde durduk. Karanlığın, elektriklerin kesilmiş olmasından kaynaklandığını fark etmemiştim. Otomobilimin kapısını açar açmaz bir ses duyduk: ‘Durma, devam et’.
Ne olduğunu anlamak için ‘Ne oldu’ diye sordum.  ‘İhtilal oldu, devam et.’

Şaşkınlık içinde Kapıkule’ye doğru yol aldık. Açtığımız radyodaki duyurular arasında, sınır kapılarının kapatıldığını, giriş ve çıkışların yasaklandığı bilgisi de vardı.
Kapıkule sınır kapısına geldiğimiz zaman beklemeye başladık. Saat 09.00 olduğu zaman, komutan ile görüşmek istediğimi söyledim. O zaman hem TRT’ye ve hem de Hürriyet’e çalışıyordum. Komutan, TRT mensubu olduğum için ban ave Ergür’e çıkış izni vermişti ama, turist pasaportu olan yeğenime izin vermemişti. Ben de yeğenime, birkaç gün beklemesi için İstanbul’a gitmesini söylemiştim.
Yeniden başlayan Hollanda yolculuğumuzda, gelişmeleri radyodan takip etmeye çalıştık ama, Yugoslavya’ya vardığımız zaman radyomuzun sesi de kısılmıştı.

Şimdilerde, ihtilal öncesinde taraf olanların lehte ve aleyhteki ifadeleri tartışılırken, ben de sizlere, tarafsız bir dil ile yaşadıklarımı yazdım.
Bir daha ihtilal yüzü görmememiz dileğiyle…