Ali Rıza Özkan

Ali Rıza Özkan

02 Temmuz 2023 Pazar

Sivas Katliamının 30. yılındayız!

Sivas Katliamının 30. yılındayız!
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ali Rıza ÖZKAN

Sivas katliamının üzerinden tam 30 yıl geçti.

Ne Alevilerin bu katliamın ardından içine girdiği travma son buldu, ne de kamuoyunda adaletin sağlandığına dair bir kanaat oluştu.

T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun net ifadelerle tespit ettiği gibi, “Sivas olayları sırasında delillerin toplanması ve muhafazasında gerekli hassasiyetin gösterilmemiş” olduğu gibi, Aleviler açısından söylersek, biz de hâlâ başladığımız yerdeyiz!

OLAYLAR NASIL GELİŞTİ?

Kültür Bakanlığı, Sivas Valiliği ve diğer kamu kurumlarının aktif katılımı ve katkıları ile Pir Sultan Abdal Derneği tarafından organize edilen IV. Pir Sultan Abdal Etkinlikleri’nin güvenliğini sağlayamayan “kamu”, 2 Temmuz 1993 tarihinde, Sivas merkezinde bulunan Madımak otelinde, otelde bulunan etkinlik katılımcıları ve otel personelinden olmak üzere toplam 35 kişinin ölümüne neden olmuştu.

Ayrıca, göstericilerin dağıtılması sırasında güvenlik kuvvetlerinin açtığı ateş sonucu, 2 kişi de vurularak hayatını kaybetmişti.

Öğleden önce saat 11’de başlayan protestolarla ilgili istihbarat bilgisi var olduğu halde, Emniyet Özel Harekat birimi ile Jandarma Komanda Bölüğüne bağlı birlikler etkinliklerin başladığı gün Zara ve Divriği kırsalında görevlendirilmişti.

En geç 13:30’da, Cuma namazı çıkışından itibaren, örgütlü bir topluluğun şehir merkezinde aktif olduğunu tüm kamu kurum yöneticileri tespit ediyordu.

Saat 14.30’da ise, durumun vahim sonuçlanabileceğinden endişelenen İl Turizm Müdür Yardımcısı Durbaba Kesim beraberinde Madımak Otelinin sahibi Yaşar Öğütcü ve Pir Sultan Abdal Derneği Başkanı Murtaza Demir olduğu halde, oteldekilerin tahliyesini sağlamak amacıyla Valiliğe gitmiş, ancak Murtaza Demir Vali ile baş başa görüştükten sonra otele geri dönülmüştü.

Vali, saat 14:40 civarında İçişleri Bakanlığı Müsteşarı ile görüşmüş, Tokat ve Kayseri Valiliğinden kuvvet istenilmesine karar verilmiş, bu sırada ilçe kaymakamlıklarından polis ve jandarma takviyesi istenilmiş, Tugay Komutanlığının askeri birlik sevk etmesi konusunda da girişimlere devam edilmişti.

Ancak, saat 19:00’da kadar göstericilere sonuç alıcı hiçbir müdahalede bulunulmamış, tersine zaman içerisinde gösterici sayısı da dikkat çekecek biçimde artmıştı.

19:45’de göstericiler tarafından Madımak otelinin önündeki arabalarla yakmakla birlikte, benzine batırılmış üstüpüleri içeri atmak suretiyle, otelin de yakılması girişiminde bulunulmuş, bir kısım etkinlik katılımcıları içeriden çıkmayı başarsa da, 35 kişi hayatını kaybetmişti. Olaylarda ağır yaralanan şair Metin Altıok da, tedavisine devam edilen Ankara GATA’da 09.07.1993 tarihinde hayatını kaybetti.

KATLİAMLA İLGİLİ YARGILAMA

Sivas olayları nedeniyle yargı makamlarınca hakkında işlem yapılan kişi sayısı 197’dir.

67 kişi hakkında takipsizlik kararı verilmiştir.

Ankara 1 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde 130 sanık yargılanmıştır.

Yargılama sonucunda; mülga 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun anayasal düzeni bozmaya kalkışma suçunu düzenleyen 146/1. maddesi uyarınca 34 kişi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına, aynı Kanunun 146/3. maddesi uyarınca 38 kişi de ağır hapis cezalarına (7 yıl 6 ay) çarptırılmıştır.

Ayrıca, yaş küçüklüğü veya kısmi akıl hastalığı gibi indirim nedenleriyle 9 kişi de aynı suçlardan 5 ila 20 yıl arasında değişen ağır hapis cezaları almıştır.

2 kişinin ölüm nedeniyle, yargılanan 5 kişinin ise zaman aşımı nedeniyle davası düşmüştür.

Yargılama sonucunda toplam 39 kişi beraat etmiştir.

SİVAS KATLİAMINI KİM ORGANİZE ETTİ?

Cumhurbaşkanlığı tarafından görevlendirilen Devlet Denetleme Kurulu raporunda da tespit edildiği üzere, halen Sivas katliamının kimler tarafından ve hangi amaçla organize edildiğini bilmiyoruz.

Nitekim, 2010 yılında hazırlanan Alevi Çalıştaylarının Nihai Raporunda “Üzerinden 17 yıl geçmesine rağmen Madımak olayı hâlâ yeterince aydınlatılabilmiş değildir.” ifadesine yer verilerek şu tespit yapılıyor: “gerek Madımak gerekse Başbağlar olayı, usta işi bir kışkırtma olarak toplumsal farklılıkların birbirine yakınlaşma enerjisini tüketmiş, karşılıklı konuşma ve dil bulma arayışlarını da imha etmiştir. Gerçekte ne Aleviler ne de Sünniler bu olayın aktif birer parçasıdır.

Fakat, Sivas katliamına yol açan etkinliklerin organizatörü Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Murtaza Demir 1993 yılında TBMM Sivas Olayları Araştırma Komisyonuna verdiği beyanda “Sivas olayları elbette bir Alevi-Sünni sorunu değildir.” derken, 2013 yılında “Ateş-i Aşk: Sivas Katliamı’nın Gerçek Hikayesi” adlı kitabında görüş değişikliğine giderek şöyle diyor: “Sivas Katliamı bir kez daha göstermiştir ki Türkiye toplumunun en derin yarası, tarihi Alevi-Sünni çelişkisidir.

Sivas olaylarının hemen akabinde, 3 gün sonra, Erzincan iline bağlı tümüyle Sünni vatandaşların yaşadığı Başbağlar köyü, PKK’li teröristler tarafından basılmış ve 33 kişi öldürülmüştü.

Aynı şekilde, Erzurum iline bağlı bir diğer Sünni yerleşim yeri olan Yavi’de de benzer bir saldırı sonucu 32 vatandaşımız yine PKK tarafından katledilmişti.

PKK yöneticilerinin açıkça “Sivas katliamının öcünü aldık” şeklinde propaganda yaptığı ve özellikle Avrupa ülkelerinde Alevi gençleri kandırıp “Alevi intikam timi” kurma girişiminde bulundukları herkese de malûm olduğu halde, Sayın Demir’in görüşünü yıllar sonra değiştirip, katliamı Alevi-Sünni çatışması olarak değerlendirmesi hakkında en sağlıklı bilgiyi elbette kendisi verecektir. Ancak, HDP’ye “yanaşık düzen” politika yapan Pir Sultan Abdal Derneği Genel Merkez yöneticilerine bakınca, insanın aklına kötü düşünceler gelmemesi de mümkün değil!

KATİL İKTİDAR!

Özellikle de, ultra sol örgütlerin sevdikleri bir slogan var: Katil iktidar!

Aynı çevreler tarafından, 2 Temmuz 1993 tarihinde meydana gelen katliam hakkında yapılan yorumlarda, slogan değiştiriliyor. Katil devlet!

Nedenini anlamak için, o dönemde hükumet eden 50. Cumhuriyet Kabinesi’nin üyelerine bakmak gerekiyor.

Tansu Çiller’in başbakan olduğu 50. Türkiye Hükumeti esasen bir koalisyon. Sosyaldemokrat Halkçı Parti ve Doğru Yol Partisi tarafından oluşturulan koalisyon hükumetinde, Sivas katliamı esnasında Erdal İnönü Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak bulunuyordu.

SHP’den Erdal İnönü dışında, Türkan Akyol, İbrahim Tez ve Erman Şahin Devlet Bakanı, Seyfi Oktay Adalet Bakanı, Hikmet Çetin Dışişleri Bakanı, Onur Kumbaracıbaşı Bayındırlık ve İskan Bakanı, Mehmet Moğultay Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, Tahir Köse Sanayi ve Ticaret Bakanı, Fikri Sağlar Kültür Bakanı ve Abdülkadir Ateş Turizm Bakanı olarak hükumette bulunuyorlardı.

SHP ve bir süre sonra birleşerek CHP olarak yollarına devam eden sosyal demokratların en ağır toplarının yer aldığı hükumetin görev döneminde meydana gelen bu katliam nedeniyle “ultra sol”un sloganını değiştirmesi hem tuhaf ve bir o kadar da anlamlı!

SHP/CHP’nin bu katliamda sorumluluğunu göz ardı etmek, gölgelemek, yadsımak için sistematik bir çaba gösterildiğini iddia edebilirim. Sadece, Pir Sultan Abdal Derneği’nin iki “ağır topu” Murtaza Demir ve Ali Balkız’ın kendilerine siyasi ikbal yaratmak için sosyaldemokratların kapısını aşındırmaktan usanmadıkları bilgisi dahi, başta Alevi toplumuna olmak üzere, Türkiye’ye Sivas katliamına ait bir gerçeğin neden özenle gizlendiğini anlamak için, bence yeterlidir.

Buraya bir bilgiyi daha eklemek gerekiyor: Pir Sultan Abdal Derneği Genel Merkez yetkilileri Devlet Denetleme Kurulu’na görüş bildirmeyi de ısrarla reddettiler.

09.04.2013 tarihinde Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı, Yardımcısı ve Genel Sekreterinin katılımı ile Devlet Denetleme Kurulu’nun toplantı salonunda yapılan görüşmede; Dernek yetkilileri “söz konusu olaya ilişkin iddialarını ve bu iddialara mesnet teşkil edebilecek ve olayların aydınlatılmasına katkı sağlayabilecek bilgi, belge ve dokümanları Devlet Denetleme Kuruluna yazılı olarak iletebileceklerini” ifade ettikleri halde, aradan bir süre geçtikten sonra, 15.11.2013 tarihinde ve 216 sayılı bir yazı ile “Madımak Katliamı ile ilgili olarak kamuoyunun bilmediği, Devletin idari ve adli Makamlarının elinde olmayan hiçbir belge tarafımızda da yoktur.” demişlerdir.

Kamuoyu, özellikle de Aleviler Sivas katliamına yol açan etkinliğin organizatörü kuruluşun “devlette olmayan belge bizde de yoktur” ifadesini hak ettiği şekilde değerlendirecektir, değerlendirmelidir.

Sivas katliamında SHP/CHP yetkilileri ve çeşitli Alevi kimliği ile tanınan şahsiyetler hangi ölçüde ve konumda yer aldı, bunu sanıyorum sonsuza dek belgeleriyle öğrenemeyeceğiz.

Ancak, katliam gününde SHP lideri ve Devlet Bakanı, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’ye belirli bir saatten sonra ulaşmak mümkün olmadığı, telefonlara cevap verilmediği başta Aziz Nesin olmak üzere, onlarca mağdurun tanıklığı ile sabittir.

Yine sabit olan ve Alevilerin düşünmesi ve sorgulaması istenmeyen önemli bir husus da, katliamın üzerinden tam 30 yıl geçmesine rağmen, CHP’nin katliamın arka planını açıklamaya yarayacak tek bir küçük kanıt dahi ortaya koyamamış olmasıdır.

Bu durumu, CHP’nin devletin gizli belgelerine ve raporlarına ulaşamadığı şeklinde yorumlamak, bizleri saf, hatta salak yerine koymakla eş değerdir.

Sakın kimse, bu yola başvurmasın!

TÜRKİYE’NİN EN KANLI YILI: 1993

Türkiye’ye biçilen “gömlek”lere göre, ülkemizin ateş çemberine alındığına 1993 yılından önce de tanıklık ettik.

Ancak, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun yıkılmasının ardından ABD’nin ilan ettiği tek hükümdarlık iddiası, dünyanın pek çok coğrafyasında çok kan dökülmesine neden oldu.

Esasen, ABD’nin IŞİD, El Kaide gibi sözde “islamcı” terör gruplarını da bu tarihlerde sistematik bir şekilde organize etmeye başladığını şimdiki bilgilerimizle söyleyebiliyoruz.

Sivas’ta ortaya konan sözde “Sünni tepki” ye karşılık, PKK taşeron kullanılarak Erzincan ve Erzurum’da sözde “Alevilerin verdiği karşılık” şeklinde yazılmak istenen senaryo Türkiye’de tutmadı.

Ama, altını çizerek belirtelim ki, bu senaryonun tutmayışının nedeni sağduyulu siyasetçilere sahip olmamız değil, Türk milletinin binlerce yıllık mirasa dayanan ferasetidir.

Türk milletinin feraseti konusunda emin olmak için, 1993 yılında yaşanan provokasyonlara bir bakalım:

24 Ocak 1993: Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mumcu katledildi.

28 Ocak 1993: İşadamı Jak Kamhi’ye suikast düzenlendi.

5 Şubat 1993: ANAP İstanbul Milletvekili ve eski Bakanlarından Adnan Kahveci, eşi ve 1 çocuğu hâlâ açıklanamayan bir ters yol kazası sonucu hayatlarını kaybettiler.

17 Şubat 1993: Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis’e ve ekibine suikast düzenlendi.

7 Mart 1993: DEV-SOL terör örgütünün lideri Dursun Karataş ile anlaşmazlığa düşen Türkiye lideri Bedri Yağan 4 militan arkadaşı ile birlikte etkisiz hale getirildi.

21 Mart 1993: Nevruz kutlamaları Türkiye genelinde iç karışıklığa dönüştü.

25 Mart 1993: İstanbul Bahcelievler’de, DEV-SOL’un 3 örgüt üyesi ölü olarak ele geçirildi.

17 Nisan 1993: Türkiye’nin 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal şüpheli bir şekilde vefat etti.

16 Mayıs 1993: Turkiye’nin 9. Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel seçildi.

28 Mayıs 1993: Salman Ruşdi’nin yazdığı “Şeytan Ayetleri” adlı kitabın Aydınlık Gazetesi’nde tefrika halinde yayınlanması nedeniyle çeşitli illerde yoğun protestolar düzenlendi.

25 Haziran 1993: Tansu Çiller’in liderliğinde Doğru Yol Partisi ile Sosyal Demokrat Halkçı Parti (18 Şubat 1995 tarihi itibariyle Cumhuriyet Halk Partisi) arasında kurulan koalisyon hükumeti Türkiye’nin 50. Hükumeti olarak, 5 Ekim 1995 tarihine kadar görev yaptı.

2 Temmuz 1993: Sivas’ta cıkan ve akşama kadar süren olaylarda toplam 37 kişi öldürüldü.

5 Temmuz 1993: Erzincan Başbağlar köyünü basan ve Sivas’ın intikamını aldıklarını söyleyen PKK’lı teröristler tarafından 33 kişi öldürüldü.

4 Eylul 1993: Batman’da meydana gelen olaylarda DEP Milletvekili Mehmet Sincar ile DEP Batman İl Yonetim Kurulu üyesi Metin Özdemir öldürüldü.

10 Eylul 1993: 1. Ordu ve İstanbul Sıkıyonetim eski Komutanlarından emekli Org. Hüseyin Doğan Özgöcmen, uğradığı silahlı saldırıdan yaralı olarak kurtuldu.

22 Ekim 1993: Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, Diyarbakır’ın Lice ilcesinde açılan ateş sonucu şehit oldu.

25 Ekim 1993: PKK’lı teroristler, Erzurum İli Cat İlcesi Yavi Kasabası’na baskın düzenledi. Kahvehanede bulunan halkı rastgele tarayarak; 32 kişiyi öldürdü ve 10 kişiyi yaraladı.

4 Kasım 1993: Eski Diyarbakır JİTEM Grup Komutanı emekli Binbaşı Ahmet Cem Ersever, duruşma için gittiği Ankara’da öldürüldü.

Sivas katliamını 1993 yılında yaşanan bu kanlı olaylardan ayrı ele alamayız.

Uğur Mumcu’yu katledenler, Eşref Bitlis’i katledenler, Dev-Sol örgütünün içerisindeki hesaplaşmada taraf olanlar ile Sivas’ta, Erzincan’da, Erzurum’da masum insanlarımızı katledenlerin kimliği ve adresi aynıdır.

Açık olarak anlamamız gereken bir önemli nokta da şudur: Sivas katliamını Türkiye’nin 1993 yılında yaşadığı bu saldırı zincirinden bağımsızlaştırarak, tek başına Alevi-Sünni çatışması olarak tanımlayıp, ardından CHP ve/veya HDP’den milletvekili olmaya çabalayanlar bizlere açıkça yalan söylüyorlar!

 

Devamını Oku

Türkiye Oscar’a neden yanlış filmi gönderdi?

Türkiye Oscar’a neden yanlış filmi gönderdi?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ali Rıza ÖZKAN
Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nden yapılan açıklamaya göre 95. Oscar Ödülleri 12 Mart 2023’te düzenlenecek.

12 Aralık’ta başlayacak ön oylama ve 21 Aralık’ta ilan edilecek kısa listeler sonrasında 12-17 Ocak 2023 tarihlerinde yapılacak aday oylamalarının ardından, 24 Ocak’ta kesin adayların duyurusu yapılacak.

2-7 Mart 2023 tarihlerinde gerçekleşecek final oylamasının ardından, 12 Mart 2023’te düzenlenecek törende kazanan adayların açıklanması bekleniyor.

Uzunca bir süredir, “Sinemanın Eurovision’u” işlevine indirgenmiş olan Oscar ödüllerinin “Yabancı Film” (International Feature Film) kategorisinde yarışacak filmler de bu vesile ile açıklanıyor.

Şimdiye kadar dünyanın 85 ülkesinden adayların yarışacağı açıklanan 95. Oscar ödüllerinin “Yabancı Film” (International Feature Film) kategorisinde Türkiye’yi Tayfun Pirselimoğlu’nun “Kerr” filmi temsil edecek.

Sanatsal Etkinlikler Komisyonu’nun (SEK) koordinasyonunda Sinema Meslek Birlikleri Güç Birliği tarafından yürütülen seçim süreci için ASİTEM, BİROY, BSB, FİYAB, SENARİSTBİR, SETEM, SESAM, SE-YAP, SİNEBİR, TESİYAP gibi sinema meslek örgütlerinin yanı sıra, ÇASOD, FİLM-YÖN, SİNESEN, SİYAD, SODER ve Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü temsilcilerinden oluşan Seçici Kurul, aday adaylığı başvurusu yapan filmleri değerlendirmiş.

Aday adaylığı kabul edilen Allah Yazdıysa Bozsun (Barış Yöş), Bandırma Füze Kulübü (Ömer Faruk Sorak), Bergen (Mehmet Binay ve Caner Alper), Ceviz Ağacı (Faysal Soysal), Dirlik Düzenlik (Nesimi Yetik), Kerr (Tayfun Pirselimoğlu), Klondike (Maryna Er Gorbach), Kurak Günler (Emin Alper), Okul Tıraşı (Ferit Karahan), Sabırsızlık Zamanı (Aydın Orak) ve Şair (Mehmet Emin Yıldırım) filmlerini değerlendiren Seçici Kurul, Oscar ödüllerinin “International Feature Film” kategorisinde yarışması için “Kerr” filmini göndermeyi uygun bulmuş.

SEÇİCİ KURUL’UN KARARI BİR SKANDALI İFŞA ETTİ

Yaptığı başvuru ile aday adaylığı kabul edilen Maryna Er Gorbach’ın “Klondike” filminin Ukrayna adına yarışacağı, “Kerr”in Türkiye adına gönderileceği bilgisi ile birlikte ilan edildi.

Bu açıklama bir skandalı ortaya çıkarıyordu!

Değerlendirmeye 11 film başvurusu kabul edildiği halde, Seçici Kurul’un paylaştığı basın duyurusunda 10 film arasından “Kerr”i seçtikleri bilgisini veriliyordu.

Bu açıklama ile, “Klondike” filminin aynı anda iki ülkede de aday olduğunu ve bunu Seçici Kurul’un da bildiğini anlıyoruz.

Mantık silsilesi içerisinde düşünürsek, ancak “Kerr”in Türkiye adına yarışmaya gönderileceğinin ilan edilmesinden sonra, 11 film içerisinde yer alan “Klondike” hakkında Ukrayna’da bir karar verilebilmesi mümkün iken, Seçici Kurul, son duyurusunda, sanki 10 film başvurusunu değerlendirmiş “gibi yapmıştı”!

Üstelik, Ukrayna – Türkiye ortak yapımı olan “Klondike”, 41. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde, sadece Türk filmlerinin katıldığı “Ulusal Yarışma”da en iyi film kategorisindeki büyük ödül olan “Altın Lale”’ almıştı!

Neden böyle bir yola başvurduklarını ve bu durumu nasıl kabul ettiklerini mantıklı ve kabul edilebilir bir gerekçe ile açıklamak Seçici Kurul üyelerinin görevi.

Sinema sektöründe listeler bu kadar kolay değiştirilebiliyor, hatta filmine göre yapımcı ülkeler bile değişebiliyorsa, burada ciddi bir sorun var demektir.

VARAN İKİ: TERÖRÜ DESTEKLEYEN YAPIMCININ FİLMİ DE ADAYDI!

Oscar’a gitmeye aday 11 film içerisinde, Sanatsal Etkinlikler Komisyonu (SEK), Sinema Meslek Birlikleri Güç Birliği’nin yanında, 5 sinema bağlantılı dernek ve Sinema Genel Müdürlüğü temsilcilerinin adaylığını kabul ettiği bir film daha vardı ki, o farklı bir skandala yol açıyordu.

Aydın Orak’ın yönetmenliğini de yaptığı “Sabırsızlık Zamanı” filminin diğer yapımcısı olan Salih Süleymani, doğu illerimizi “Türkiye’nin işgali altında” olarak tanımlayan birisi.  Linkini de verdiğim kayıtta aynen şöyle diyor:

“Bizim ülkemiz işgal edilmiş, dilimiz yasaklanmış, köylerimiz şehirlerimiz boşaltılmış, insanlarımızın yarısı batı illerine göç ettirilmiş, dilimiz, kültürümüz, müziğimiz, bütün varlıklarımız talan edilmiş, kala kala, elimizde sadece sosyal medya kaldı”!

Salih Süleymani’nin bu iddialarını Kürtçe değil, Türkçe dile getirmiş olması, kendisi açısından ayrıca bir ironi olmalı.

Ancak, bizi ilgilendiren nokta, Türkiye ile ilişkisini, “duygusal paydaşlığı”nı ve siyasi tutumunu açıkça düşmanlık kusarak ve ayrılıkçı teröristlerinin argümanlarıyla ortaya koyan böyle bir kişinin yapımcılığını yaptığı filmi Oscar’a gönderme ihtimali!

Seçici Kurul üyeleri ve Sinema Genel Müdürlüğü yetkilileri “Sabırsızlık Zamanı” filminin Oscar aldığını ve Salih Süleymani’ye teşekkür konuşmasını yapmak üzere mikrofon verildiğini hayal edebilirler mi?

Bence, etsinler!

Belki, bu ülkeye olan sorumluluklarını hatırlamalarına yardımcı olur.

VARAN ÜÇ: NEDEN “KERR”?

Yazımın en başında da belirttim. Benim açımdan, Oscar’ın “Yabancı Film” kategorisinin Eurovision şarkı yarışmasından öte bir değeri yok!

Çok nadiren ve ancak elde ABD açısından kıymetlendirilecek başka bir film yoksa ve sonuç olarak yine ABD’nin küresel “müesses nizam”ını meşrulaştırmak dışında bir rol oynayamayan birkaç değerli filmin ödüllendirilmiş olmasını, Oscar’ı ciddiye almam için bir sebep olarak görmüyorum.

Ancak, bu değerlendirmem, “Seçici Kurul”un imza attığı tuhaflıklara dikkati çekmeme engel olamaz.

Bu bakımdan, uluslararası platformlarda 20 ödül toplayan “Ceviz Ağacı”nın, yine gençliğin başarı hırsı ve azmini ortaya koyan “Bandırma Füze Kulübü”nün veya gişe rekortmeni “Bergen”in ya da Seçici Kurul’u oluşturan üyelerin üçte ikisinin Antalya’da “başyapıt” övgüleriyle alkışladığı “Kurak Günler”in yerine “Kerr”in seçilmiş olması, objektif kriterlere dayanarak, mantıklı bir gerekçe ile açıklanmaya muhtaç.

Baştan söyleyeyim; Seçici Kurul’un bu seçimi için “mantıklı bir gerekçe” bulabileceğini sanmıyorum!

Birincisi, “Kerr” hem fokuslama, montaj, devamlılık, ışık, kamera hareketi, mizansen ve sair hatalarıyla teknik açıdan da “olmamış” bir film.

İkincisi, oyuncuların kendi tecrübe ve yeteneklerine göre ve hakkını vererek gösterdikleri performansa bakınca, yönetmenin bu noktada da kayda değer bir katkısının olmadığı belli oluyor.

Muttalip Müjdeci’nin neredeyse her sahnede farklı bir polisi oynayışı yanında, filmin tek kadın oyuncusu Jale Arıkan’ın rolünde yaşadığı huzursuzluk 100 metre öteden bağırıyor.

Hele ki, sokaklarda köpek kovalayan silahlı adamları “oynayamayan” 3 delikanlıyı izlemek, bu bir mezuniyet filmi olsaydı, “Kerr”in yönetmeninin sınıfta kalması için, tek başına yeterli sebep olurdu!

KÜRESELCİLERİN TÜRKİYE YALANI KERR’İN MESAJI OLMUŞ

“Kerr”in kusurları sadece teknik ve sanatsal yaratıcılık alanları ile sınırlı değil.

Babasının ölümü üzerine kasabaya gelen Can’ın (Erdem Şenocak) tren garının tuvaletinde tanık olduğu bir cinayet sonrasında gelişen olaylarda, otoriter polis, “derin devlet” kasaba eşrafı, kiralık katil, karantina, sokağa çıkma yasağı, kuduz köpek avı, sokak hoparlöründen sürgit yasaklama anonsları ve sair “atmosferik efektler” ile yönetmen Tayfun Pirselimoğlu bir hikaye anlatmıyor, ama izleyicisinin üzerinde bir kanaat yaratmak istiyor.

Yönetmenle aynı dünya görüşünü paylaşan “neo-liberal” sinema yazarlarının ortak görüşünü Cumhuriyet gazetesinin sinema yazarı Emrah Kolukısa şöyle ifade etmiş: “Bana kalırsa izlediğimiz film tam olarak da günümüz Türkiye’sini tarif ediyor”!

Tayfun Pirselimoğlu, filmini zamansız, mekansız bir alana taşıyarak, “kendince” önlemlerini almış. Bu türden yorumların kamuoyunda tartışma yaratması halinde, itiraz edebilir ve bu “hikayesiz” filmin sadece kendi hissiyatlarından ve tasarımlarından ibaret olduğunu belirtebilir.

Ancak, biliyoruz ki, küreselcilerin Türkiye karşıtı propagandalarının temeli, “şeriat devletine koşar adım ilerleyen Türkiye’nin ele geçirildiği popülist diktatörlük tarafından yaşanılamaz hale getirildiği.”

Tayfun Pirselimoğlu “Kerr” ile bir hikaye anlatmayı değil, ama bir atmosfer göstermeyi tercih ediyorsa, bu tercihini besleyen bir kanaati olduğu ve bu kanaatinin propagandasını yapmayı tercih ettiği içindir.

Ve bu kanaati de küreselcilerin dünyaya empoze ettikleri yalanla örtüşüyor!

Yani, “Kerr”in çıplak bir küreselci propaganda filmi olduğunu söyleyebiliriz.

Bu da kendi tercihidir. İtirazımız tercihine değil, içeriğine!

Ancak, benim için asıl şaşırtıcı olan şey şu:

Totalitarizmin toplumun alt katmanlarına sirayet ettiği, hatta benimsendiği ve kendisini yabancı hissettiği bir kasabada “tutuklu kalmış” bir bireyle ifade edilen baskıcı ve zorba rejimi “gösteren” ve teknik/sanat/atmosfer gibi çok önemli kriterleri de dikkate alırsak sinematografik açıdan da başarısız diyeceğimiz bir filmi, neden Türkiye’nin tüm sinema kuruluşları (+ Türkiye Cumhuriyeti’nin Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Sinema Genel Müdürlüğü!) bir araya gelerek, “oybirliği ile” Oscar ödüllerine aday olarak göndermeye karar vermişler?

Türk sinemasının dünya sinemasına kendisi hakkındaki mesajı, 21 Aralık’ta büyük ihtimalle liste dışı kaldığı açıklanacak olan bu film midir?

Soruyu tersten sorarsak; tüm dünyada sinema sanatçıları kendi ülkelerini ve sanatlarını en iyi şekilde temsil edecek filmleri seçmeye gayret ederken, bizde neden Batı’nın dezenformasyon dolu politik yorumları ile Türkiye’ye bakanlar seçiliyor?

Neden?

Devamını Oku

Kılıçdaroğlu’nun ateşle sınavı

Kılıçdaroğlu’nun ateşle sınavı
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ali Rıza ÖZKAN

Büyük Türk şairi Nâzım Hikmet’in yazdığı Kuvayı Milliye Destanı’nın “birinci bab”ı şu dizelerle başlar:

“Ateşi ve ihaneti gördük

ve yanan gözlerimizle durduk

bu dünyanın üzerinde”

Hikmet, bu bölümde hem 1918-19’ların direniş panoramasını sunar ve hem de milli ve gayrı milli unsurların başlamakta olan istiklâl savaşına karşı tutumunu ortaya koyar.

Şair, ardından Antepli Karayılan portresini çizmeye girişir.

Aslında, Nâzım Hikmet Karayılan üzerinden, direnişin yarattığı olağanüstü koşulların sıradan insanları nasıl destanlaştırdığını, efsanevi kahramanlara dönüştürebildiğini açıklamak ister.

Bugünlerde de, ülkemiz olağan üstü koşullar içerisinde.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun kimi partili arkadaşları tarafından fiyasko olarak nitelenen ABD ziyaretini değerlendirmek için bir yazı yazmaya karar verince, aklıma ilk Nâzım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’ndan bu dizeler geldi!

Hazırlığı, başlaması, gerçekleşmesi ve sonucuyla CHP tabanında ve etkili kadrolar üzerinde büyük hayal kırıklığı yaratan bu gezinin sonuçlarının parti içerisinde ciddi sarsılmalara yol açacağı şimdiden konuşuluyor.

Kılıçdaroğlu gezisine başlamadan önce, ziyaret amacı ve programı ile ilgili olarak farklı açıklamalar geldi.

Kılıçdaroğlu’nun İletişim Koordinatörü Ömer Topsakal, ziyaretin “CHP’nin İkinci Yüzyıl Vizyonu” çerçevesinde yapılacağını belirtirken, Boston’da Massachusetts Institute of Technology ve Harvard University’e yapılacak çalışma ziyaretleriyle başlayacak programın, Washington, D.C.’de bulunan önemli bilim, teknoloji, insan hakları ve sivil toplum kuruluşlarına yapılacak ziyaretler ile devam edeceğini söylemişti.

Kılıçdaroğlu’nun kendisine özel demeç verdiğini belirten gazeteci İsmail Saymaz ise, “Muhalif bir parti olduklarını, ABD’de iktidar sahipleri ve bakanlarla değil, ‘Daha hakkaniyetli paylaşıma inanan aktivistler ve bu uğurda mücadele veren siyasi isimlerle’ görüşeceğini söyledi.” demişti.

Kılıçdaroğlu, ziyaret öncesinde Sözcü yazarı Aytunç Erkin’e de aynen şunları söylemişti: “ABD’ye gideceğim ama birilerinin dediği gibi icazet almak için değil… Bilim ve teknolojideki gelişmeleri görmek, bilim yapanlarla, teknoloji geliştirenlerle birlikte olmak için… Neoliberal politikalara karşı çıkan, sosyal devleti savunanlarla birlikte olmak için.”

KÖTÜ ORGANİZASYON MU, KAMUFLAJ MI?

Sonuca dışardan bakıldığında, CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun ABD gezisi kötü organize edilmiş ve hiçbir faydası olmayan bir ziyaret gibi görünüyor.

9 Ekim’de ABD’ye uçan Kılıçdaroğlu ile Biden destekçisi, Türkiye karşıtı, “küreselci sosyalist” ve Vermont eyaleti senatörü Bernie Sanders arasında olacağı ilan edilen görüşme gerçekleşmedi.

İlan edilen program ile gerçekleşen ziyaretlere baktığımızda, ciddi bir sapma görüyoruz.

Amerikan İlerleme Merkezi (Center for American Progress) adlı düşünce kuruluşunu, Washington Post gazetesini, Şimdi Arap Dünyası İçin Demokrasi (Democracy for The Arab World Now) adlı düşünce kuruluşunu, Blockchain Derneği yetkililerini, Purpose Dergisi yöneticilerini ve Alman Marshall Fonu (German Marshall Fund) ziyaretleri yanına, Biden’la birlikte ABD’yi bir nevi “eşbaşkan” gibi yöneten Kamala Harris ofisi ve ABD Dışişleri yetkilileri ile yapıldığı iddia edilen görüşmeleri ekleyince, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ABD ziyaretinin açıklanan amacıyla gerçekleşen ziyaret arasında ciddi bir çelişki ortaya çıkıyor.

Kılıçdaroğlu sonuç olarak, dünyayı daha yaşanılmaz hale getiren, yoksul ülkelere kan kusturan, egemenliği uğruna dünyanın her yerinde kanlı savaşlar çıkartan ve halen sürdüren ABD’nin en üst düzey yöneticileri ve çevresi ile görüştü!

Daha da vahimi, ziyarete özel seçilerek beraber götürülen gazetecilerin dahi kimi etkinlikler hakkında bilgilendirilmeyişi ve alınmayışı yanında, ABD’de ikamet eden Türk gazetecilerin de ziyarete dahil edilmeyişi.

Kasıt varsa vahim, çünkü gezi ekibine alınıp birlikte götürülen gazetecilerin “atlatılması” en hafif deyimle, “alışıldık” bir prosedür değildir.

Kasıt yoksa, daha da vahim, çünkü eğer Kılıçdaroğlu’nun çalıştığı ekip bu denli “none-professional” kişilerden oluşuyor ise, değil Cumhurbaşkanı olmak, bir sonraki seçimde partisinin başında dahi kalamaz!

KILIÇDAROĞLU’NUN ZİYARETİNİN AÇIKLANMAYAN AMACI MI VAR?

Ancak, bir başka teori daha var!

Deniliyor ki, CHP lideri kasıtlı olarak ziyaretini ABD’de tüm siyasetçilerin bölgelerine dağılıp seçim çalışmalarına daldığı bir tarihe getirdi.

Kasıtlı olarak, “bunun için mi ABD’ye gittin?” denilecek ziyaret programı hazırlandı.

Bu teorinin gerekçesi ise şu: Kılıçdaroğlu önce CHP ve Millet İttifakı içerisinde adaylığına karşı sesleri susturdu. Ardından, adaylığını ABD’ye onaylattırmaya gitti. Bu girişimine aradığı desteği ifade edeceği görüşmeleri ise, gizli yürütmek zorundaydı!

HaberTürk yazarı Oray Eğin’in ortaya attığı, Vaşington ile New York arasında geçen tam 8 saate dikkat çekmesi ve Sabah yazarı Mahmut Övür’ün iddiası açıklanmaya muhtaç:

“Bana gelen bilgilere göre, o yolculukta iki kez kısa mola verilmiş. Sonra bir okula gidilmiş, orada bir grup öğrenciyle ayaküstü konuşulduktan sonra okulun özel odalarında bir süre kalınmış ve sonrası yok.”

Bir okul odasında saatlerce geçen “misafirliği”, Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığını ABD’ye kabul ettirme girişimi içerisinde değerlendiren Övür’e göre, bu hamle başarısız olmuş!

Aynı şekilde, ABD dış politikasının en belirleyici kurumlarında Dış İlişkiler Konseyi (CFR) kıdemli üyesi Steven A. Cook’un “Kılıçdaroğlu’nun Vaşington’u ziyaret etmesinin hiçbir anlamı yok” ifadesi ile yaptığı paylaşıma, küreselcilerin Türkiye politikalarında etkili istihbarat uzmanı Hanri Barkey’in “Onu kimler yönlendiriyor, gerçekten merak ediyorum. Bu kadar yolu gelip, yönetim tarafından kabul edilmedi.” şeklinde cevap vermesi, aslında ABD’yi yönetenlerin de CHP liderinin gezisine dair yaklaşımını yansıtıyordu.

Bu bilgileri birlikte değerlendirdiğimizde, “gerçekten böyle bir amacı vardı ise”, Kılıçdaroğlu’nun adaylığını ABD’ye kabul ettirme girişiminin başarısız olduğunu söyleyebiliriz.

CHP’Yİ BEKLEYEN KAVGA: ADAYIMIZ KİM?

9 Ekim’de beraberindeki heyetle birlikte ABD’ye giden CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 4 gün süren temaslarını tamamlamasının ardından yurda döndü.

Bu noktadan itibaren, İBB Başkan vekili Selçuk Sarıyar ve Kılıçdaroğlu’nun özel iletişim koordinatörü Ömer Topsakal’ın birlikte organize ettikleri iddia edilen ABD gezisinin CHP içinde yarattığı rahatsızlığın yansımalarını izleyeceğiz.

Yanlarında götürdükleri gazetecilerden dahi gizli saklı işler yapıp, bunu da ellerine yüzlerine bulaştıran bu ekibin kaderi Kılıçdaroğlu’nun elinde.

CHP Genel Merkezi’nde bu ekibe karşı zaten var olan huzursuzluk, bu gezi ile daha da artmış olacak.

Ancak, gezinin Kılıçdaroğlu’nun adaylığını daha fazla tartışılır hale getireceğini de belirtmek gerekir.

Örneğin, fikir yürütelim: Madem ki, ABD’den adaylığın onaylanması bu kadar önemli, yarın başka bir aday “beni işaret ettiler” dediğinde, Kılıçdaroğlu’nun itiraz etmek için bir gerekçesi olabilir mi?

Ayrıca, diğer adayların, bu gezinin Kılıçdaroğlu ismi etrafında yarattığı tartışma ve kuşkuları cömertçe kullanacakları da kesindir.

Millet İttifakı’nın diğer üyelerinin de farklı bir aday veya adayları bundan böyle, daha kararlı ifadelerle işaret edeceğini söylemek, kehanet olmaz.

Yaklaşık 1 yıl önce, Irak ve Suriye tezkerelerine CHP’nin HDP ile birlikte hayır oyu kullanması üzerine, MHP lideri şöyle demişti:

“Kılıçdaroğlu, artık geri dönüş yolların tümden kapanmıştır, geçmiş olsun sana, kendini de yaktın, partini de ateşe attın.” Kılıçdaroğlu, gerçekten de, ABD’ye yaptığı her açıdan başarısız bir gezi ile, hem kendi adaylığını yaktı, hem de CHP’nin iktidar olma iddiasını ateşe attı.

“Ateşi ve ihaneti gördük

ve yanan gözlerimizle durduk

bu dünyanın üzerinde”

Devamını Oku

Siyasete yaş sınırı gelmeli

Siyasete yaş sınırı gelmeli
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ali Rıza ÖZKAN

Ölümlü dünya.

İnsanın doğumdan ölüme giden yol macerasında fiziksel ve zihinsel kondisyonu varlığının anlamını da belirliyor.

45 yaşında bir insan, maraton koşusuna katılamaz, örneğin.

Katılırsa, katıldığı yarışın zorladığı fiziksel yıpranmanın sonucunda belki de hayatını kaybedecektir.

6 yaşında bir çocuktan da felsefi katkılar bekleyemeyiz.

Çünkü felsefe; yani düşünsel üretim uzun yıllarla edinilebilecek zorlu bir donanım ve birikimi şart koşar.

Dolayısıyla, “her şey zamanında güzel” deyimi, aslında bir bakıma zihinsel ve fiziksel zorunluluğu kabul etmeyi de ifade ediyor.

EMEKLİLİK SADECE BİR HAK DEĞİLDİR

Emeklilik denilince, aklımıza çalışanların belirli bir süre iş hayatının sonunda edindikleri kazanım geliyor.

Halbuki, emeklilik sadece iş hayatından elde edilen bir hak değildir.

Emeklilik, aslında bireyin toplumsal hayatın her alanındaki paylaşımlarından büyük ölçüde feragat etmesi ve yerini kendisinden sonrakilere; yani gençlere bırakarak toplumsal hayattaki enerjinin kaybolmasını önlemektir.

Bunu biraz açalım:

Bir fabrikada, çalışanların büyük kısmının 40 yaş üstü olması durumunda, üretim zorunlu olarak düşecektir.

Hastalık ve sair nedenlerle izin günleri uzayacaktır.

Fabrika verimliliği düştüğü için hem pahalı üretecek ve hem de rekabet edemeyecektir.

Dolayısıyla, üretimi ve çalışılan işgününi artırmak için, fabrikanın çalışanlarının yaş ortalamasının makul seviyelerde tutulması zorunluluktur.

Aynı ilke, bir futbol takımı için de geçerlidir.

Sahaya çıkan 11 sporcunun 30 yaş üstü futbolculardan oluşması durumunda, sürprizler dışında, alınacak sonuç bellidir.

YASAL YAŞ SINIRI DÜZENLEMESİ VAR

Avrupa Temel Haklar Şartnamesinin 21’inci maddesi yaş nedeni ile ayrımcılığı yasaklıyor.

Ayrıca, Medeni Kanun “ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan her ergen kişinin fiil ehliyetinin olduğu’’ genel kuralını getiriyor.

Olayın mantıksal açıklaması bir yana, aslında ülkemizde ileri yaşlarda ehliyet almak, gayrı menkul satmak, evlenmek ve diğer durumlarda karar yetkisi uzman doktorlara bırakılmıştır.

1219 sayılı Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanunun 13’üncü maddesindeki, “Bir şahsın ahvali bedeniye ve akliyesi hakkında rapor tanzimine münhasıran bu kanunla icrai sanata selahiyeti olan tabipler mezundur.’’ hükmü ile doktorlara bu yetki verilmiştir.

Ancak, Noterlik Kanunu Yönetmeliği’nin 91’inci maddesiilginç bir düzenleme getiriyor:

“İlgilinin yaşlılık, hastalık veya dış görünüşü itibariyle yeteneğinden şüphe edilmesi veya bu konuda ihbar ve şikayet bulunması hallerinde temyiz kudretinin varlığı doktor raporu ile saptanır.”

17.08.2013 tarih ve 28738 numaralı Resmi Gazete’de yayımlanan Tapu Sicili Tüzüğü’nün 19’uncu maddesi de, benzer bir düzenleme getirmiş:

“MADDE 19 – (1) İstemde bulunanların fiil ehliyetinin bulunup bulunmadığı araştırılır.

(2) Müdürlük, istem sahibinin ifade, tavır ve davranışlarından fiil ehliyetinin bulunup bulunmadığı hususunda şüpheye düşerse resmî veya özel sağlık kuruluşundan ilgilinin ayırt etme gücüne sahip olup olmadığı hakkında fotoğraflı sağlık raporu ister. Raporun tarihi ve numarası resmî senet veya istem belgesi içeriğinde belirtilir ve raporun aslı işlem dosyasında saklanır.”

SİYASETTE YAŞ SINIRI NEDEN YOK?

Medeni hukuk alanında ciddi bir sorun olarak ortaya çıkan, yaşlılığa bağlı fiziksel ve zihinsel kayıplara bağlı olarak verilen yanlış kararlar, konu siyaset olunca, ne yazık ki, gündeme gelmiyor.

Halbuki, ülkemizde siyasetin en önemli sorunlarından birisi de, oldukça ileri yaşlara ulaşmış bir ekibin ülkemizin kaderi hakkında söz hakkını tekelinde tutması.

AK Parti lideri Recep Tayyip Erdoğan 68, MHP lideri Devlet Bahçeli 74 yaşında. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu 73, Saadet Partisi lideri Temel Karamollaoğlu ise 81 yaşında. İYİ Parti lideri Merak Akşener 66, Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu 63 yaşında. DEVA Partisi lideri Ali Babacan 55, BBP lideri Mustafa Destici 56 yaşında. Zafer Partisi lideri Ümit Özdağ 61, Vatan Partisi lideri Doğu Perinçek ise 80 yaşında!

10 liderin yaş ortalaması ise 67.8!

Şimdi, elimizi vicdanımıza koyarak konuşalım: bu yaş ortalamasının belirlediği bir siyasi hayat ülkemizin geleceğine koyabileceği katkı ile, sadece 10 yaş daha düşük bir yaş ortalamasına sahip siyasi liderliğin katkısı aynı olabilir mi?

Hatta, yaş ortalamasını 20 yaş düşürebilsek; yani, siyaset liderlerinin yaş ortalamasını 47.8’e çeksek, Türkiye’nin siyasi hayatı nasıl olurdu, hayal edebilir misiniz?

Lütfen, bu yorumunuzu, Almanya’nın son 20 yılında parti liderliği, 16 yılında da iktidar koltuğunda oturan Angela Merkel’in 68 yaşında siyasetten çekilmesi kararını da göz önüne alarak yapınız.

Üstelik, Angela Merkel uzun siyasi liderlik hayatı ile Avrupa’nın nadir örneklerindendir.

Ancak, Avrupa’da nadir olan, ülkemizde kurala dönüşmüş gibidir.

GENÇLER NE YAPSIN?

Türkiye siyasi hayatında yaşanan olumsuzlukların önemli bir nedeni de liderlik koltuğunda oturanların aşırı yaşlı olmasıdır.

Bu bakımdan, hem siyasi partilerin ve hem de liderlerin süratle gençleşmesi Türkiye’nin geleceği için hayati derecede önemlidir.

Siyasi partilerin liderlerinin, Kurucu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün “Bütün ümidim gençliktedir” sözünü kulak arkası ettikleri, ortadadır.

Ancak, bu ilkeyi hatırlatarak, siyasette söz sahibi olmak için hamle yapması gerekenler de yine gençlerdir.

Uzun yıllar önce, benden 20 yaş daha büyük bir siyasi parti liderine, yine aynı konuda yaptığımız bir sohbet esnasında, “benim yaşımdaki köylülerimin artık torunları var” demiştim.

Kendi yaşlılığımı örnek vererek, gençlerin önünü açmak gerektiğini anlatmak istemiştim.

Ancak, “doğal olarak” yaptığım göndermeyi anlamadı!

Yaşlı siyasetçilerin koltuk inatları ile hem kendilerine, hem partilerine ve hem de ülkemize zarar verdikleri konusunu daha çok konuşmalı, gündemde tutmalı ve genel bir kanaat oluşmasına gayret etmeliyiz.

Sözlerimi, Liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün çok önemsediğim bir konuşmasından alıntı ile bitirmek isterim:

“Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki payansız muhabbetim değil; bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ziya serpmeğe ve aramaya çalışan bir gençlik gördüğümdendir.

Devamını Oku

Türkiye’nin önündeki fırsat: Suriye ile barış

Türkiye’nin önündeki fırsat: Suriye ile barış
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ali Rıza ÖZKAN

En son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim:

Suriye ve Türkiye halkları kardeştir.

Bu kardeşliğin hem tarihsel, hem kültürel, hem sosyal ve hem de uluslararası jeopolitik dayanakları vardır.

Şunu da bilincimize kaydedelim:

Hz. Ali der ki; yeryüzündeki insanlar eşittir, iki nedenden dolayı. Birincisi; yaratılıştan, ikincisi ise, inançtan dolayı.

Biz bunu, “bütün insanlar kardeştir, iki nedenden dolayı…” şeklinde okuyalım.

Dahası; Türkler yaklaşık M.S. 750’den itibaren kitleler halinde Horasan’dan Ortadoğu’ya göç ederken, genellikle ilk durakları bugünkü Suriye toprakları olmuştur.

Kısaca, dünya üzerinde aklınıza gelebilecek sayısız nedenden dolayı Türkiye ve Suriye halkları kardeştir.

SURİYE VE TÜRKİYE’NİN BARIŞ MECBURİYETİ

Hem Suriye ve hem de Türkiye barış içerisinde yaşamak zorundadır. Hatta, daha ilerisini söyleyeyim:

Suriye ve Türkiye yöneticileri sadece barışı değil, emperyalistlerin Suriye’yi parçalamak amacıyla kışkırttıkları iç savaş öncesi siyasi atmosfere dönmek zorundadır.

Türkiye ile Suriye’nin karşılıklı olarak gümrük vergilerini kaldırmaları, vize muafiyeti getirmeleri, sanayi, askeri, kültürel alanlarda stratejik işbirliği geliştirmeleri her iki ülkenin de hızla ekonomik, sosyal barış konusunda ilerlemelerini ve bölgesel güçlerini tahkim etmelerini sağlayacaktır.

Türkiye, Batılı emperyalistlerin tuzağına düşerek kucağında bulduğu ve süreç içerisinde büyük bir sosyal ve ekonomik yük haline dönüşen “mülteci sorunu”nu ancak Suriye devleti ile beraber, işbirliği içerisinde çözecektir.

Aynı şekilde, Suriye’nin de toprak bütünlüğünü koruyarak iç barışı sağlaması, ekonomik ve sosyal hayatı canlandırması ve yeniden Ortadoğu’nun egemen ve saygın bir ülkesi olarak uluslararası siyasi arenada yer alması için Türkiye ile işbirliği gereklidir.

TÜRKİYE VE SURİYE ARASINDA BARIŞ MÜMKÜN MÜ?

Yukarıda yazdıklarımı, bölgenin gerçeklerini okuyamayışım, Türkiye ile Suriye’nin farklı ve çatışan “bagaj”larının yarattığı engeller, her iki ülkenin politikalarında yönlendirici “dış etkenler” ve hatta “ütopik solcu” oluşum gibi pek çok nedenle hafife alabilirsiniz.

Hatta, siyaset yazma sınırlarını “Reis’in ağzından çıkanlar” olarak belirleyen “yandaş düşünürler”, yukarıdaki ifadelerime karşı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Tahran Zirvesi’nin bitiminde yapılan basın toplantısındaki sözlerini öne sürebilirler.

Ancak, hepimiz biliyoruz ki, siyasette kararlar çıkarların yönlendirmesi ile alınır.

Bu açıdan değerlendirdiğimizde, hem Türkiye’nin ve hem de Suriye’nin barışmaya mecbur olduklarını apaçık görebiliriz.

Üstelik, uluslararası konjonktör açısından değerlendirdiğimizde de, bu barışın önünde engel olabilecek veya bu barışı engelleyebilecek bir güç görünmüyor.

Rusya, İran ve Çin bu barıştan en kazançlı çıkacak ülkelerdir. Yine, pek çok Avrupa ülkesi de, aynı şekilde bu barıştan hem ekonomik ve hem de siyasi olarak kazanacak ülkeler arasındadır.

İki ülke arasındaki barışın Irak, Mısır ve Libya’daki anlaşmazlıklara da olumlu etkisi olacağını, hatta İsrail’in dahi bu barıştan kazanacağını göreceğiz.

Türkiye ve Suriye’nin barışması sadece ABD açısından zarar hanesine yazılacak bir girişim olabilir.

Çünkü, ABD; daha somut olarak söylemek gerekirse, küreselcilerin dünyaya dayattığı Büyük Ortadoğu Projesi Türkiye ile Suriye’nin barışması sonucunda nihaî olarak çöpe atılmış olacaktır.

ABD’nin dünyaya 1991’de SSCB’nin yıkılması sonrasında dayattığı “tek kutuplu dünya diktatörlüğü” iki ülkenin barışması ile tarihin çöplüğüne atılmış olacaktır.

NASIL BİR BARIŞ?

Türkiye çeşitli platformlarda barışmak için koşul olarak değil ama, soruna yaklaşımını açıkladı.

1) Tüm çözümlerin Suriye’nin üniter yapısını bozmadan masaya getirilmesi.

2) Terörizme karşı ortak anlayış ve işbirliği.

3) Mültecilerin kendi yurtlarına dönebilmelerinin sağlanmasında ortak çalışma ve işbirliği.

4) Suriye Anayasası’nın toplumun tüm kesimlerinin katılımı ile hazırlanması.

Suriye ise, öncelikle yabancı askeri güçlerin ülkeyi terk etmesine öncelik veriyor.

Terörizmle ortak mücadele konusunda ise, geçmiş yıllardaki tutumuna göre, daha işbirlikçi bir yakınlaşma olduğunu söyleyebiliriz.

Bugün ortaya çıkan fotoğrafa baktığımızda, Türkiye’nin barış masasındaki kartlarının büyük ölçüde açık olduğunu, ama Suriye’nin bazı konuları gündeme daha sonra getirmeyi tercih ettiğini ve bekleyiş içerisinde olduğunu söyleyebiliriz.

Suriye’nin toprak bütünlüğünün ve üniter yapısının korunduğu, iç savaş nedeniyle yurtlarını terk etmek zorunda kalan mültecilerin evlerine dönebildiği, Şam’da toplumun farklı siyasal ve sınıfsal katmanlarını uzlaşısı ile siyasetin yapılabildiği bir ortamın yaratılması demek, sadece Suriye değil, tüm Ortadoğu’da dinsel ve etnik terörizmin kurutulması, emperyalizmin bölgeden çıkarılması, ekonomik ilerleme ve özgürlük demektir.

Bu çerçeveden bakınca, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da, Suriye Devlet Başkanı Esad’ın da barış için masaya oturmaları, her şeyden önce kendi ülkelerine ve halklarına karşı görevleri olarak anlaşılıyor.

Barıştan kaçan, karşı taraftan değil, öncelikle kendi halkına karşı yükümlülüğünden kaçmış sayılacaktır.

Sonuç olarak; Suriye ve Türkiye’nin samimi olarak ve tarihsel kardeşliğimizi unutmadan oturacakları barış masasından her halükârda kazançlı olarak kalkacaklarını düşünüyorum.

Her iki tarafa da çağrımdır: Gelin, halklarımızın kardeşliğinin önündeki engelleri kaldıralım. Her iki ülkenin de ekonomik, siyasi, kültürel ve sosyal gelişmesinde birbirine muhtaç olduğu gerçeğini daha fazla göz ardı etmeyelim.

Her iki ülke kazansın.

Biz barışalım, dünya halkları kazansın.

Devamını Oku