Habip Hamza ERDEM
Öncelikle ‘dil’in düşünülerek bulunan ya da denildiği üzere bir Tanrı vergisi olmayıp, edinilen bir şey olduğunun altı çizilmelidir.
Türkiye’de yanlış bir biçimde anlatılan ve yaygınlaştırılan ‘Anadil’ terimi de, sanıldığının aksine ‘Annenin dili’ demek olmayıp, söz konusu toplumu toplum yapan ‘temel iletişim dili’ demektir.
Kaldı ki, yeni doğan bir çocuğa anne kadar ve belki de daha fazlası baba tarafından, ya da yakın çevresi, sokak, tarafından verilmektedir.
Kuşkusuz okul tarafından verilmesi en ideali olup, bu konuya çeşitli yazılarımızda değindiğimiz için, geçiyoruz.
Konumuz açısından, Bayram Baş’ın işaret ettiği üzere, her bireyin kendi anadilinde, her sözcüğün diğer kavram alanlarından edindiği sözcük sayısına genişlik, o sözcüğün diğer anlamlarını bilmesine derinlik, belirli bir disiplinde edindiği sözcük sayısı ise ağırlık (yükseklik) olarak tanımlanmaktadır.
Dolayısıyla, ne kadar yalınlaştırmaya çalışırsak çalışalım, bizim yazılarımızda yer alan sözcük, terim ve kavramların belli bir ağırlığının olması kaçınılmazdır.
Tam da o nedenle, her okuyucuyla aynı ‘düşünce’de olabilmemizin olanağı da olmayabilecektir.
Düşünce, diyorduk ki, öncelikle belli bir ‘çözümleme’, yani ‘veri somut’un parçalanması, ögelerine ayrılması, olabildiğince en basit ögelerinin saptanması ve beynimizde, belleğimizde, zihnimizde, usumuzda yeni bir ‘sentez’inin yapılması sürecidir.
Bir süreçtir, çünkü somuttan soyuta ve oradan yeniden ‘tanıdığımız’ ya da ‘tanımladığımız’ yeni somuta gidip-gelen ‘çevrimsel’(cercle) bir devinimdir.
Söz gelimi, aylar ve hatta yıllarca birlikte olduğumuz insanları bile bazan bu uzun ‘süreç’in belli bir yerinde ‘tanıyamadığımızı’ itiraf etmez miyiz?
İşte bir ‘tanıma’/’bilme’ süreci olan ‘düşünme’ ve onu dillendirmek için kullandığımız ‘kavram’ların keşfinin gerçekleştiği bu ‘çevrim’in, deyim yerinde ise ‘motör’ü ‘soyutlama’dır.
André Tosel’in dediği gibi, soyutlamayı bir ‘tanıma/bilme ortamı’ olarak tanımlamak kolay, ama onu yapabilmek pek kolay değildir (*).
Ne var ki, iktisatçıların ‘varsayım’ları da soyutlamadır ama onların bol keseden ‘varsayım’ları, çoğunlukla işin kolayına kaçmak ve dolayısıyla gerçeklikten uzaklaşmak pahasına, ‘yok sayım’a değin götürülebilmektedir.
Marx’ın somut-soyut çevrimiyle ilgili açıklamaları ise, 1857-58 tarihli Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş başlıklı çalışmasının önsözünde yer almaktadır.
Ki, ancak yüzyıl sonra, özellikle bu önsöz ve genel olarak Marksizm, 1960’larda Marksistler tarafından, İtalya’da Galvano della Volpe, Lucio Colletti, Nicola Badaloni, Cesare Luporini; Fransa’da Louis Althusser, Henri Lefebvre, Lucien Sève ve Almanya’da Helmut Reichelt, Alfred Sohn-Rethel ve çok daha önce Roman Rosdolsky tarafından yeniden ve eleştirel bir yaklaşımla ele alınmıştır. (**)
Ancak, özellikle 2008 Bunalımı’nın ardından Marksist ve olmayan tüm ekonomistlerin bir anlamda Marx’ı ‘yeniden okuma’ya yöneldiklerini biliyoruz.
Şu farkla ki, Marx’ın gençlik yılları çalışmaları olan 1844 Elyazmaları, Kutsal Aile, Alman İdeolojisi’ndeki ‘soyutlma’ları Hegel’in etkisinde ve ‘spekülatif’ olarak nitelendirilmiştir.
Peki ama, ‘bilimsel’ veya ‘gerçek soyutlama’, ister Marx’a dayanarak ve isterse adı üzerinde ‘gerçek’ veya ‘bilimsel’ olarak nasıl yapılabilecektir?
Dahası, yine 2008 Bunalımının ardından bir ‘finansallaşma edebiyatı’nın yaygınlaştığı gözlemlenmektedir.
Anglo-sakson iktisatçıları bile Marx’ın ‘fiktif sermaye’ kavramını keşfetmek durumunda kalmışlardır.
Türkçe’ye yanlış bir biçimde ‘hayali sermaye’ olarak çevrilen ‘fiktif’ yani ‘sanal sermaye’nin, bir yandan, neredeyse tüm ekonomiye egemen olmaya başladığı ve öte yandan ‘hayali’ olduğu ileri sürülmektedir.
Liberal denilen ama özde ‘burjuva’ olan tüm ‘ekonomik yaklaşımlar’ın ekonominin ‘somut’unu kavramak, kavramsallaştırmak ya da kısaca ‘anlamak’ konusunda yeni bir ‘beyinsel/düşünsel/zihinsel’ ya da her ne denilecekse o, bir ‘bunalım’a girdiğine kuşku yoktur.
Demek ki, gerçekçi ya da bilimsel ‘düşünebilmek’ ve onun motoru olan ‘soyutlama’yı, en azından ‘gözden geçirmek’ zorunluluğu kendisini dayatmış bulunmaktadır.
Ya da, ünlü ‘ekonomist’imizin dediği gibi, ‘bu işin fıtratında var’ diyerek tevekkül etmek durumunda kalacağız demektir.
Çünkü, ‘tevekkül’, insana ne sorgulamak ve ne de düşünmek olanağı vermemek demektir.
Halk deyişiyle işi ‘Allah’a havale’ etmek demek.
Giderek ‘sanallaştırılmış’ bir dünyada, sermayenin de ‘hayali’ olmasından doğal ne olabilir?
İktisatçılara ise ‘olgu’yu ‘anlamak’ yerine onu ‘tefsir’ yani yorumlamaktan başka bir iş kalmıyor olacaktır.
Oysa, ‘bilimsel’ ya da ‘gerçek soyutlama’, onun ‘özü’nü ortaya koyarak insanlığın hizmetine koşma çabasının bir ön hazırlığı olmaktadır.
(Sürecek)
(*) André TOSEL « Marx et les abstractions », Dans Archives de Philosophie 2002/2 (Tome 65), pages 311 à 334
(**) Sohn-Rethel’in bir makalesinini “Sohn-Rethel’de Soyutlama” başlığıyla daha önce özetlemiştik. Ki, önemli bulduğumuz için yeniden döneceğiz.
YAZARLAR
7 saat önceEKONOMİ
1 gün önceYAZARLAR
1 gün önceYAZARLAR
1 gün önceYAZARLAR
1 gün önceYAZARLAR
2 gün önceYAZARLAR
2 gün önce