Bildiğimiz Türkiye’nin sonu

Bildiğimiz Türkiye’nin sonu

ABONE OL
12 Ocak 2024 13:49
Bildiğimiz Türkiye’nin sonu
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Selma ERDAL

Bildiğimiz Dünyanın Sonu adlı kitabın yazarı Immanuel Wallerstein bu çalışmasında; Yirminci yüzyıl sonlarına kadar ancak kavramsal düzeyde var olan “Dünya Kapitalizmi”nin, iki kutuplu dünyanın sona ermesiyle birlikte pratik bir olguya dönüştüğünü öne sürer, bu dönüşümün bildiğimiz, tanıdığımız Kapitalizm Dünyası´nın sonu olduğunu söyler. Bu aynı zamanda, bugüne kadar var olan dünyayı algılama ve kavrama biçimlerimizin, kapitalizmin yükselişiyle birlikte ilahiyatçı kavrayışların üzerinde egemenlik kuran Bilgi Dünyası´nın, yani Newtoncu fiziğe temellenmiş bilimsellik anlayışının da sonudur.

  1. yüzyılın ilk on yıllarının bu iki anlamda da bir altüst oluşa sahne olacağını da ileri süren  Wallerstein, bu altüst oluşun bir belirsizlik olarak önümüzde durduğuna dikkat çeker. Tehlikeleri ve imkânlarıyla bir belirsizlik… Bir yandan bu belirsizlik döneminin koşullarına, ama bir yandan da bizim gerçekten ne istediğimize, tercihlerimizi ne yönde yaptığımıza, yaratıcılığımıza bağlı olarak şekillenecek bir gelecek bu… Daha doğrusu ne olabileceği ve bizim gerçekten ne istediğimiz konularında hepimizi sistemli ve açık bir biçimde düşünmeye çağırır.

Sonuç olarak; küreselleşme kavramanı anlamak, analiz etmek bağlamında kesinlikle okunması gereken bir kitaptır Bildiğimiz Dünyanın Sonu adlı çalışma…

Bu kitabın adına göndermede bulunarak biz de üç beş söz söylemeğe kalkışsak ülkemiz üzerine; doğaldır ki bu yazının başlığı da Bildiğimiz Türkiye’nin Sonu olabilirdi ancak…

Dolayısıyla bir yanda 29 Ekim 1923 doğumlu Yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “resmi ideolojisi” ile biçimlenmiş, işlenmiş, yapılandırılmış beyinler… Diğer yanda tam tersi ideolojilerle beslenmiş kişilikler, kimlikler… Doğal olarak ortada olan da bir çatışma, çekişme, kutuplaşma…

Bu koşullarda “değer yargılarıyla dünde kalanlar” ve “dünde kalanları karalamak için söylenen yalanlar” ya da yalan değil de, ortaya saçılan gizli, saklı kalmış gerçekler. Türetilen yeni ideolojiler, yeni sosyolojiler…

Ve…

Değişen koşullar karşısında uyum sağlayanlar, sağlayamayanlar, değişime karşı çıkanlar, direnenler…

Yine sonuç olarak ortalık karmakarışık… Bu ortamda kimileri yurduna, ulusuna… Kimileri de her gün yeni birisine aşık…

Ülkesi, ulusu için kaygılananlar… Dünya yansa, hasırı yanmayanlar… Bir yanda sanki ülkenin yükünü sırtında taşıyanlar, diğer yanda “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyerek keyif çatanlar…

Bir yanda ülkenin havası kirlenmesin, çevre sorunları yaşanmasın diye sorumluluk duyanlar… Diğer yanda karbonmonoksitli niteliksiz kömürü bedava dağıtanlar ve onları evlerinde sorumsuzca yakanlar…

Bu ayrışma, bu karşılaştırma; her alanda ve her anlamda sürer gider. Toplumsal yapıda bireyler ya da guruplar arasında daha da açılan uçurumlar oluşur. Kimileri ortak paydalarda buluşur. Kimileri içi-dışı başka, eli-dili başka; nerede çıkarına denk gelen bir şey varsa, o kapılara savuşur.

Velhasıl artık ülkenin yapısı homojen değil. Bir başka deyişle ilkeler, ülküler, amaçlar ve o amaçlara ulaşmak için gerekli araçlar ise bütünüyle bildiğimiz Türkiye’ye özgü değil. Ortak paydalar giderek azalıyor, herkes bireysel çıkarları bağlamında gönenç/refah pastasından kendisine çok dahasını almak için savaşıyor.

Nalıncı keserleri; “hep bana, Rab bana” makamında… Kimse, kimsenin derdine, sıkıntısına aldırmıyor. Oysa bu ülkede halk bir zamanlar “kıvançta, tasada ortak” tutum ve davranışlar gösterirdi.

Öyleyse ne yapmalı?

Birazcık uyanık, birazcık da kurnaz olmalı… Bu değişen yapıya uymalı, uyum sağlamalı… Kamusal yarar ilkesinden uzaklaşıp, bireysel çıkarların peşine düşmeli…

Ülke, ulus için kaygılanmak mı? Bundan böyle herkes kendi derdine yanmalı… Kendi yaraların kanarken, başka yaraları sarmak mı? Hiç kimselere aldırmamalı… Senin tuzun kuru mu? Suyun duru mu?

Üstelik karnın tok, sırtın pek; özellikle de gömleğin ipekse…

Ülkede yaşanan değişimden sürekli yakınanlar; olağanüstü durumlarda yanında yoksa…

Bundan böyle senin de kuracağın tümceler; Nasreddin Hocalık olmalı… Timur’un karşısına çıkan Hocanın ardına düşmeyince hiç kimse… Ne demiş Hoca Timurleng’e?

-Verdiğiniz filin canı sıkıldı tek başına… Aman efendim verin bir fil daha yanına!

Durduk yere fincancı katırlarını ürkütmektense… Bundan böyle çalışacağım ben de Timurleng’in filinin canı sıkılmasın diye…

Kelebekler, çiçekler, böcekler… Aman ne kadar da güzeller… Lay, lay, lom dünya… Nasıl olsa anlamadan yaşam bitecek; diyeceksin ki geldim mi artık yolun sonuna?

Çünkü bildiğimiz Türkiye’nin sonu geldi. Ülkeye verdikten sonra bunca hasar… Yakında basacaklar markasını; belki Made in Qatar ya da kim bilir hangi marka için yürekler atar?

Bu durumda; ben mi olacağım onun derdine düşen tek aptal?

 

En az 10 karakter gerekli


HIZLI YORUM YAP