Hayatımızın birçok dönemi inişli-çıkışlı bir seyir izledi…
Bazen, bizim için “zirve” denilebilecek zamanlar yaşadık. Yaptığımız işler ödüllere boğuldu. Bizler şımartıldık. Çoğu zaman hak etmediğimizi düşündüğüm övgülerle ayaklarımız yerden kesildi. Mutluyduk…
Bazen de “dip” denilebilecek dönemlerimiz oldu. Üç-beş kuruş kazanabilmek için TRT’ye işler yaptık. Ki bu işleri yapabilmek için bile, bizi çok seven dostlarımız kendilerini paralamak zorunda kaldı.
Sonra o “dip”in en dibini gördüğümüz zamanları yaşadık. Elimizde üç-beş kuruş kazanacak işlerimiz bile kalmadı. Ev kiramızı bile ödeyemiyorduk.
İşte bu dönemde bizim ayakta durabilmemiz için dostlarımız seferber oldu. Nefes aldıkça unutamayacağım destekler gördük dostlarımızdan. Kimisi ders verebilmemiz için çalıştığı üniversitenin kapılarını açtı, kimisi sırf biz de yararlanalım diye kendi işlerini bizim tezgahımızda yaptı. Kimi geri dönüşü çok zor görünen krediler açtı bize…
Ama o dönemi atlatmamızda en önemli desteklerden biri şüphesiz ki dostlarımız Cem ve Necla’dan geldi. Cem şimdiye kadar birçok farklı alanda çalışmış, yaptığı her işe bir şekilde tüm varlığını koyan, benim hep hayranlık duyduğum bir adamdır.
O dönem, şimdi kısaca nasıl tanımlayacağımı bilemediğim boyacılık işi yapıyordu. Boyacılık dediğim, otopark veya farklı kullanım alanlarında zemin boyası yapmaktı. Bazen kat ve kat otoparkların zemin çizgilerini, numaralandırmalarını bazen ise okul ve çocuk bahçelerinin oyun alanlarını oluşturuyordu.
Cem ve Necla, sanki bize ihtiyaçları varmış gibi göstererek bizi davet ettiler bu işi yapmaya. Metin yazarı Tannur, şirketin yazı-çizi ve evrak kayıt (biraz da muhasebe), kendini belgesel yönetmeni diye tanımlayan bendeniz de alanda boya işlerine bakacaktık…
Göründüğünden biraz daha zor olan bu iş bir yandan hayatımız boyunca unutamayacağımız insanları tanıma fırsatı sundu. Yoğun iş temposunun içinde, izinlerinde İstanbul çevresinde ki ormanlardan mantar toplayan Mustafa, adını Akın Birdal’dan alan çocuk yaşlarda gibi görünen Diyarbakırlı Akın, kimi zaman bir aziz gibi mülayim, kimi zaman kavgacı Uğur, zayıf görüntüsünün altında, her şeyin üstüne koyduğu ailesiyle çok güçlü bir kişilik Fatih, ve Yiğit… Yiğit, insanın “iyi ki tanımışım” diyeceği türden, yaptığı işi en iyisinden yapan, öğrenmeye de öğretmeye de açık birisi…
Bu “boyama” işinin ayrıntılarını belki daha sonra yazarım. Ancak hayatımız boyunca unutmayacağımız insanlar ve anılar bırakan bu iş bir yandan da burukluk ve bir yenilmişlik hissi yaratıyordu; hiç olmazsa bende… Bunu Tannur ile hiç konuşmadık, onda nasıl bir iz bıraktı bilmiyorum.
Hafta içinde kimi günler gündüzleri üniversitede ders veriyordum. En güzel giysilerimi giyip, en güzel kokularımı sürüp… Akşamları ise koştur koştur gidip boya kokuları arasında iş kıyafetlerime bürünüyordum… (Shrek’de olduğu gibi; gündüz başka, gece başka bir dünya)
Bu kadar uzun bir girişi bir gece yaşadığım hissi tanımlayabilmek için yazıyorum:
Soğuk bir kış günüydü. O gece işimiz büyük bir alışveriş merkezinin otoparkında idi. Otoparkın yeni açılacak bölümünün duvar ve sütunları ile zemin çizgileri yapılacaktı. Her zaman olduğu gibi hazırlıklar için bütün ekip erkenden gittik.
O akşam o alışveriş merkezinde İranlı sanatçı Mohsen Namjoo’nun konseri vardı. Aslında bu konseri izlemeyi o kadar çok istiyordum ki… Ankara’dan İstanbul’a taşınma nedenlerimizden biri de böyle konserleri izleme imkanına daha yakın olabilmekti… Ama o konseri izleyemeyecektim. Hem konser biletleri çok yüksekti, hem de benim çalışmam gerekiyordu.
Ada’nın mini MP3 çalarına Mohsen Namjoo’nun kimi şarkılarını yükledim: Mohsen 9 yaşındayken ölen dedesinin kaydedilmiş sesiyle yaptığı düeti içeren “Mojir”, sesiyle bambaşka bir anlam kattığı “Hasta Siempre”, sesinin yükselişinde insanın içinde derin bir yanma hissi yaratan “Zolf Bar Bad”…
Fiziki olarak belki 100 metre üstümde gerçekleşecek konsere bu MP3 çalar ve içindeki şarkılarla katılacaktım. Ben “gece” kıyafetlerim içinde kir-toz içinde ve kulağımda Mohsen Namjoo’nun sesi ile otoparka giren-çıkan araçları yönlendirmeye çalışırken, beni üniversiteden “gündüz” kıyafetleriyle tanıyan bir öğrencimle karşılaştım. Göz göze geldik ama beni tanıyıp tanımadığını hala bilmiyorum… (Şimdi ara ara sosyal medya üzerinden haberleşsek de bunu hiç sormadım)
O an içimin “derin bir yanma hissi” ile yandığını hissettim… Neydi yaşattığı gerçekten şu anda da tam olarak bilemiyorum; hüzün, utanç, yenilmişlik duygusu… Ama o yanma hissi tuttuğum gözyaşlarının boşalmasına neden oldu… Başımı çevirip arabaların farlarından, kulağımda Mohsen Namjoo’nun tarifsiz sesi, ağladım, ağladım…
Uzun süredir ara verdiğim Sevgili Radyo’nun şimdiki konuğu benim gözyaşlarımla ıslanmış Zolf olsun… yani “rüzgar”…
* * *
Mohsen Namjoo ya da Muhsin Nâmcû… 1976 yılında Mehşed’de doğan İranlı şarkıcı, yazar ve besteci…
Newyork Times O’nun için; “O İran’ın Bob Dylan’ıdır, müziği ise Acem-Blues’dur..” diyor. Az konuşup çok şey anlatan Namjoo ise yaptığı müziğe “sentez” diyerek müziğini “Klasik Fars şiirinin rock, blues ve caz gibi Batı müziği formları ile bir birleşimi” diye tanımlıyor. Eserlerinde Hafız’dan Mevlana’ya, Feridüddin-i Attar’dan Baba Tahir Üryan’a, Sadi Şirazi’den Şems’e kadar doğu dünyasının çok önemli şairlerinin sözlerini kullanıyor.
Kendi ifadesiyle, hep dilden beslenen biri olmuş Mohsen. Kendi müziğini bulmaya çalışırken doğu geleneğinden hiç kopmamak asıl gayesiydi. Mohsen Klasik İran müziği ve İran şiirini (Özellikle Hafiz-ı Şirazi ve Rumi) birleştirirken; şiirlerin anlamlarını ve mesajlarını ön planda vermeye çalıştığını söylüyor.
Gerçekten de müziği şiir üzerine kurulu bir sanatçı Mohsen. Bu yanı aslında onu Anadolu’daki ozanlık geleneğine yaklaştırıyor. Kendi şiir yazmasa da (hiç denememiş şiir yazmayı) sonsuz şiir bilgisini müziğiyle dünyaya yeniden aktarıyor.
Wikipedia Mohsen Namjoo’yu şöyle anlatıyor:
Mohsen Namjoo 2009 yılında ailesini, çocukluğu ve gençliğini geride bırakarak yanına sadece anıları ile “İran’ın zengin edebiyatı ve şiirini” alarak ülkesini terkeder. O günden bu yana şarkılarını doğduğu topraklardan uzakta seslendiriyor.
* * *
Size bugün dinleteceğim Zolf Mohsen Namjoo’nun Toranj albümünde yer alıyor ve sözleri Hâfız-ı Şirâzî’ye ait.
Hüzünlü, bir o kadar büyüleyici, eşsiz, yoğun duyguları barındıran bir şarkı Zolf.
İnsanda inanılmaz derecede Farsça öğrenme isteği uyandıran bu şarkı başka bir dilde kulağa bu kadar şiirsel gelir mi bilemiyorum. Dil kadar Mohsen Namjoo’nun seslendirişi de inanılmaz etkileyici ve benzersiz. Şarkıyı söylerken sesindeki değişimler ile yaşadığı tüm duyguları, hüznü, acıyı ve özlemi bizlere bütün yoğunluğuyla hissettiriyor.
Hâfız-ı Şirâzî’nin muhteşem şiirinin Türkçe çevirisi şöyle:
Şarkının farklı yorumları ve kayıtları olmasına rağmen benim için en etkileyicisi şimdi size dinleteceğim Mohsen Namjoo’nun Nederlands Blazers Ensemble Topluluğu ile birlikte icrası…
Nederlands Blazers Ensemble (Hollanda Rüzgar Topluluğu), büyük Hollanda senfoni orkestralarının müzisyenlerinden oluşuyor. Yirmi kadar üyesi olan topluluk hem Hollanda’da hem de yurtdışında özel programlar gerçekleştirmek için yılda 70-80 kez bir araya geliyor.
Mükemmel akustiği ile dünyanın en iyi konser salonlarından biri kabul edilen Amsterdam’da ki muhteşem Royal Concert Hall’da gerçekleştirilen bu konserde Namjoo’u izlemek kadar “Rüzgar”ın çocuklarını izlemek de çok etkileyici…
Zolf – Mohsen Namjoo | Nederlands Blazers Ensemble
https://www.youtube.com/watch?v=3ZYn2JASnis
KAYNAKÇA:
“Muhsin Nâmcû” –
https://tr.wikipedia.org/wiki/Muhsin_N%C3%A2mc%C3%BB
“Lazım Olan Başka Bir Ömür: Mohsen Namjoo” – Rotka – 4 Ocak 2016
https://www.rotka.org/lazim-olan-baska-bir-omur-mohsen-namjoo/
Bir şarkıdan çok daha fazlası: “Zolf” – Pelin Tatlı 28 Mart 2020
https://tatlipelin.medium.com/bir-%C5%9Fark%C4%B1dan-%C3%A7ok-daha-fazlas%C4%B1-zolf-c8b65d25395e