Barış içinde yaşamak

ABONE OL
3 Mart 2020 18:46
0

BEĞENDİM

ABONE OL

 

Balık hafızalı olmak; bir insanın, insanlığa yönelik en büyük ihanetlerinden birisidir kanımca… Dünü unutmak, umursamamak insan tanımına uyan kadın ya da adama yakışır tutum ve davranış biçimi değildir, olmamalıdır da…

Böyle düşündüğümden sıkça döner bakarım düne, dünde yaşananlara ve dünde yaşananlardan alınması gereken dersleri de tartışırım kendimle… Ki dünden bugüne ne değişti, ne düzeldi ya da daha da kötüye ne gitti diye sorgularım; belleğimin derinlerinde kayıtlara düştüğüm olaylar bağlamında…

Ama gerçek şudur ki her geçen günle birlikte bataklığın içine daha da çekilir gibiyiz.

Bitmez tükenmez Ortadoğu kavgaları, savaşları, kanayan yaraları beni yeniden taşıdı düne Ortadoğu’da ilk kıvılcımın yakıldığı yıllara..

Anılarımda bugün bile canlılığını koruyan televizyon kaynaklı görseller ki onlar 6 Ocak 1992 Pazartesi akşamı  Süper Channel’da izlediğim  “ People in Trouble” adlı bir programdan…

Çocukluğumda “Ortadoğu’nun Parisi” diye tanımlanan Beyrut’un, İstanbul benzeri güzellikteki uçaktan çekilmiş görüntüleriyle başlıyor program… Beyrut sokaklarındaki 5-12 yaş arasındaki Filistinli çocukların gerçeği aratmayacak benzerlikteki savaş oyunlarıyla ilgili görüntüler ekrana geliyor. Ardından bir doktorun yorumları eşliğinde 8 kardeşi olan 12 yaşındaki bir erkek çocuk ve annesiyle yapılan konuşmalara yer veriliyor.

Özetle o günlerde izlediğim bu program; Filistin halkının yaşam koşullarına ilişkin bir belgeseldi ve doktorun yorumuna göre bu çocuklar yarı-çılgındı, en iyi tanıdıkları duyguysa sevgi değil, düşmanlıktı.

Gerçekten de görüntülerde yer alan, en az 3 kez bombalanmış bir evde yaşayan bu çocuklar bir yana, büyüklerin bile çılgın olmasından daha doğal ne olabilirdi ki ?

İlköğretim çağındaki çocuklar okullarda almaları gereken eğitim yerine, sokaklarda bir çeşit savaşçı eğitimi görüyorlardı. Anne; çocuklarının bu oyunlarını son derece doğal karşılıyordu.  Çünkü bu savaş o günlerde 15. yılını dolduruyordu.

Bu çocukların en büyüğü 12 yaşındaydı ve onlar barışın değil, savaşın çocuklarıydı. Elbette bu anne; çocuklarının barışı tanımalarını ve normal çocuklar gibi okula gitmelerini istiyor ve bunun için yalnızca Tanrı’ya yakarıyordu. Bir başka yaşlı kadınsa; fiyatların sürekli yükselmesinden yakınıyor ve dışarıdan gelen yardımların nereye gittiğini öğrenmek istiyordu.

Özetle halk savaşın içinde yaşıyor ve acılarını anlatıyordu. Bu ülkede ne ekonomik büyüme, ne çevre sorunları, ne insan ve doğa kaynaklarının en doğru biçimde kullanılması üzerine tartışmalar yoktu. Elbette ki 9 yaşındaki kız çocuklarının doğurabileceğine ilişkin açıklamalara da sıra gelmiyordu.

Çünkü halkın beklentisi yalnızca barıştı ve halk Tanrı’dan barış içinde yaşamayı diliyordu, ama sanırım Tanrı onlara yalnızca savaş veriyordu.

Gerçekten de “bela”nın ne olduğunu tanımak için, onu denemeniz gerekmiyor. Dünya uluslarının deneyimlerini ki Filistin, Arnavutluk, Yugoslavya örnekleri henüz güncelliklerini korumaktadır. Ve bu “bela” olaylarına ilişkin görüntüleri televizyondan izlemek bile; bu kavgalardan geri dönüş için yeterli uyarı sayılmalıdır.

Kıssadan, hisse… Savaş; ölümlerden, kayıplardan, çöküntülerden başka hiç bir şey vermemiştir kimselere…

Bizler “Yurtta Barış, Dünyada Barış” diyen Atatürk’ün çocuklarıyız. Atamız’ın bize öğrettiği bu dünya görüşünü eyleme dönüştürerek; yaratılmak istenen savaş ortamının daha da yayılmasını elbirliğiyle engellemeliyiz.

Yıllar öncesinde yakılan Filistin çıkışlı bu ateşin, giderek Ortadoğu’dan Anadolu topraklarına sıçramasını önlemeliyiz. En önemlisi de başında  “bela” değil, yaşamında “barış” olan bir halk olma amaç ve özlemiyle, Misak-ı Milli sınırlarımız içinde varlığımızı sürdürmeliyiz.

En az 10 karakter gerekli


HIZLI YORUM YAP