Bir eğitim-öğretim yılının daha sonuna yaklaşırken, kimi öğrencilerin içinde bulundukları karmaşayı şimdiden düşünmeli…
‘Ayarı bozulmuş kış saati’ kalkışlı eğitimin yıl içerisinde çektiği sancılardan, günlerin uzamasıyla birlikte ‘tam da kurtulduk’ denecekken ‘buluşuldu’ yılsonuyla…
Ne yıldı ama; karanlığın içerisinden koparak ‘günü’ aydınlatma uğruna sıcamış yataklarından-aşlarından uzaklaştırılan bir kuşağın eğitim yılıydı bu yıl…
Yaşamın ‘yaşanılırlığı’ ile ezilmiş bir müfredatın uygulandığı kuşak…
Bu müfredatın ‘ezilmesi’ de yetmedi; ulusal duruş vardı, evrim teorisi vardı… Ezilmeliydiler!
Öğrenciler ‘karnelerini’ alacaklar. Yıl içerisinde ‘çalışmalarının’ karşılığıdır, denecek! Ya öğretenler, ya her yıl ortaya çıkan müfredat, ya ‘öğretenin’ öğretme başarısı…
Varsa-yoksa velinin ‘eti senin, kemiği benim’leştirdiği öğrenci…
‘Öğrenci zayıf veren öğretmeni sevmez’ diye bilinen bir tümce vardır.
Aslında bu tümce, öğretmenlerin kendilerini kurtarmak için uydurduğu bir söylem…
Öğrenci, kendisine yararlı olamayan, eksiklerini tamamlayamayan, öğrenmek istediklerini öğretemeyen, zamanını öldüren, bilgi veriyormuş gibi bilgiçlik takınanı sevmez; günlük yaşamda bu özelliklileri taşıyanı kim sever ki?
Sevmemekle kalmaz; ne kendisine, ne de dediklerine ilgi de göstermez!
***
Öğrencinin, ‘bana bir şey öğretemiyorsun, anlattıklarınızı anlamıyorum’ deme ya da diyebilme özgürlüğü var mıdır?
Yoktur!
Diyebilmeli midir?
Öğretmen öğretmekle yükümlüyse; diyebilmelidir!
Oysa işin aslı öyle midir? Yılsonunda, karneyi eline alıp havaya sinirle kaldıran öğretmen, ‘size verdiklerimin karşılığı böylesine düşük notlu bir karne olmamalıydı, çalışmamanın sonucu budur’ diyebilmektedir.
***
Bizdeki ‘müfredat’ denen karabasanla birlikte, sınıf ya da ders öğretmenlerinin kimilerinin anlayışları, bakışları aynı yönde olunca, iş öğrenme-eğitmeden daha çok beyni zedeli-yaralı bir kuşak yaratma çabası gibi ortaya çıkıyor.
En son gittiğim bir veliler toplantısındaydı.
Gerek sınıf öğretmeni gerekse kimi veliler öğrencileri geleceğin sahipleri gibi değil, bugünün yontulmamış kaya parçaları ya da yamuk-yumuk bir nesnesi gibi görüyorlardı.
Diyorlardı ki: ‘Çoğu zaman engel olamıyoruz. Hiçbir şeyden korkmuyorlar. Velilerden ricam, çocuklarınıza Allah korkusunu verin. Tembel çocuğa diyeceğimiz yok ama bizden korkmayan, bizi dinlemeyen çocuğa hiçbir şey yapamıyoruz…’
Bunları sınıf öğretmeni söylüyor! Kimi veliler de destekliyor!
O an, bizdeki eğitim-öğretimin üzerine kurulu olduğu tabanı uzun uzun düşündüm.
O günlerden sonra, bir lise öğrencisinden de ‘hayvan oğlum, eşek sıpam, beygirler’ benzeri yakıştırmaları duymuştum. Öğretmenlerin, öğrencilere kız-erkek ayırmadan bu sözleri söylediklerini…
***
Bir yandan korkutarak, bir yandan da kişilikleri bozarak bir dönemi bitirdik!
Eğitimci değilim ama eğitimdeki yanlışları görebiliyorum.
Uzmanlar, ‘bir işe yaramayacağına inanılan bilgiler öğrenciye öğretilemez’ diyor.
Yine uzmanlar,’bunalımlı, endişeli, gerilimli, güvensiz, isteksiz, korkulu, nefretli öğrenciye bir şey öğretemezsiniz’ diyor.
Yine uzmanlar, ‘hoşlanılan konular, anlamlı bilgiler, nerede ne zaman kullanılacağı bilinen bilgiler bellekte daha çabuk yer bulurlar, daha çabuk öğrenilir’ diyorlar.
Bizde daha dersin biçimi, şekli, günlük yaşamda bize sağlayacağı yararları anlatılmadan, öğrenmenin yaşamımızdaki yeri bildirilmeden eli sopalı-ağzı kalabalık eğitimciler karşımıza çıkarılıyor.
‘Korku’ denen canavar, ‘saygı’ denen gelişmişlikle özdeşleştiriliyor!
‘Korku’, ‘saygı’ saydırılıyor!
Böyle bir kuşağın gelecekte ülkeye vereceği ne olabilir ki korkudan başka?
Bunu yapma…
Onu yazma…
Böyle düşünme…
Kork benden…
Yoksa…
Yaşasın ‘evrimsiz’ müfredat…
160517
YAZARLAR
Az önceVİDEO GALERİ
Az önceYAZARLAR
19 dakika önceYAZARLAR
29 dakika önceYAZARLAR
54 dakika önceYAZARLAR
20 saat önceYAZARLAR
21 saat önce