Zaman ne çabuk geçip gidiyor değil mi? Ya da bana özellikle geçtiğimiz hafta hızlı geçmiş gibi geldi.
Peki, bir haftaya neler sığdırdık, acaba hiç düşündünüz mü?
Ben, pek çok şey sığdırmaya çalıştım galiba. Önce çok hastalandım ancak korona olmadan bu seferlik canımı kurtardım. Oğlum korona oldu, ne gariptir gelinime geçmeden o da iyileşti. Galiba bu hastalık insan seçiyor.
Ancak, hasta olduğum için gitmem gereken davete gidemedim, azıcık ona üzüldüm.Zira yazı yazdığım gazetenin 25.yıl kutlaması vardı.
Ve 51.yaş günümü kutladım. Çocukken 50 yaşına kadar yaşasam daha ne… Derken,51’i görmek mucize gibi geldi bana.
Peki, bir hafta memleketimde ne oldu?
Mizansen yapıldığına inandığım ve ellilerde halkı birbirine düşüren, halkı kışkırtan çapulcuların yine iş başında olduğunu düşündüğüm… Atatürk’ün Anıt heykeline yapılan saldırı, gerçekleşti. Ancak ne mutlu ki sağduyumuzu kaybetmeden ve bu saçma tezgâha düşmeden, eylemi gerçekleştirenleri kanuna teslim ettik ki bu işi yapan değil, yaptıranların ceza almasını dilerim.
Sonra ne oldu? Bunca zamandır salgından dolayı hayatını kaybedenler, aşı olunmasına rağmen koronayı ağır atlatanlar ve neden devlet adamları koronaya yakalanmıyor, aklından geçirenler için; bir devlet adamı eşiyle korona olduğunu açıkladı. Allah şifasını versin. Demek ki önemli yerlerde olanlarda korona olabiliyormuş. Ohh… İçimiz rahatladı. İnandık mı? Ben bilemedim… Ancak hafifçik atlatacaklarına eminim.
Bu arada, kız kardeşim bana çok güzel bir yaş günü hediyesi armağan etti. Diksiyon eğitimi. Bir çırpıda eğitime katıldım ve belgemi de aldım. Mehpare Çelik’in güzel anlatımıyla geçen bir gün…
Burada aldığım notları sizle paylaşmak istedim. Zira yıllardır Türkçe kelimelerin dışında ki konuşmalara… tabelalarda yazan yabancı kelimelere… oldu bitti gıcık olurum. Çünkü bir toplumu yozlaştırmanın en kısa yolu ve biz bu yolda hızla ilerliyoruz.
Bakın bu konuda Fransız yazar Albert Camus ne demiş; “Benim iki tane vatanım var, bir Fransa, öteki Fransızca. Fransa’yı koruya kollayabilmek için Fransızca’nın sınırlarında nöbetteyim” Onlar kadar milliyetçi olamamak üzücü.
Ve bilim insanlarının en önemli tespiti ; “Dil toplumsal bir kurumdur, bu nedenle dildeki yozlaşma ve bozulma toplumdaki yozlaşma ve bozulmayı işaret eder” Doğru bir tespit değil mi?
Ya… Rus yazar, Alex Kanevsky’in yazdığı, Kaybedenler kitabındaki alıntı?
Kanevsky şöyle yazmış; dilin ve insanlığın yok oluşunu ; “İnsan bir gün; virgülü kaybetti: O zaman zor cümlelerden korkar oldu, basit cümleler kullanmaya başladı, cümleler basitleştikçe düşünceler de basitleşti.
Bir başka gün ise; ünlem işaretini kaybetti, alçak bir sesle ve ses tonunu değiştirmeden konuşmaya başladı, artık ne bir şeye kızıyor, ne de bir şeye seviniyordu üstelik hiçbir şey onda en ufak bir heyecan uyandırmıyordu.
Bir süre sonra; soru işaretini kaybetti. Soru sormaz oldu. Hiç bir şey onu ilgilendirmiyordu ne kâinat, ne dünya, ne kendisi umurunda değildi.
Bir kaç sene sonra; iki nokta üstü ya da noktalı virgülünü kaybetti. Davranışının sebeplerini başkasına açıklamaktan vazgeçti.
Ömrünün sonuna doğru, elinde yalnızca tırnak işareti kalmıştı. Kendine has düşüncesi artık yoktu. Yalnızca başkalarının düşüncelerini tekrarlıyordu.
Son noktaya geldiğinde düşünmeyi, okumayı unutmuş vaziyetteydi.”
Mehpare Çelik, bu yazıya bir de konuşmayı ekleyerek dilimizi kaybettiğimiz de aslında düşünmekten, okumaktan ve konuşmaktan da vazgeçtiğimizi bize tekrar hatırlatmış oldu.
Ana diline sahip çıkmayan bir toplum maalesef yozlaşmaya mahkûmdur ki zaten bunu gören Mustafa Kemal Atatürk, Türk Dil Kurumu diye bir oluşumu bizlere yol gösterici olsun diye kurmadı mı?
Şimdilik her zaman olduğu gibi hoşça kalın, akıl ve beden sağlığınızı korumaya çalışın!
YAZARLAR
11 saat önceYEREL HABER
12 saat önceYEREL HABER
14 saat önceYAZARLAR
1 gün önceYAZARLAR
2 gün önceYAZARLAR
2 gün önceYAZARLAR
4 gün önce