BİR CUMARTESİ ÖYKÜSÜ
Münevver, aşka adanmış bir kadındı. Onun için aşk, ruhun en derin sırlarını açığa çıkaran kutsal bir seremoniydi. Her dokunuşunda anlam, her kelimesinde sadakat vardı. Sümeyye ise tutkunun ve arzunun vücut bulmuş hâliydi. Onun dünyasında aşk, sadece bedenlerin buluşmasıyla anlam kazanıyordu. Gözleriyle konuşur, teniyle hükmederdi. Her bakışı, her gülümseyişi bir davetti. Ve Recep… O, bu iki zıt dünyanın ortasında bir gölgeydi. Hiçbir limanda demir atmayan, her çiçeğe konan uçarı bir rüzgâr. Onun için hayat bir oyundu; aşk ve tutku ise sadece bu oyunun en keyifli parçalarıydı.
Gece, yasaklarla örülmüş bir perdenin ardında şekilleniyordu. İstanbul’un arka sokaklarında, bir otel odasının loş ışıkları altında üç ruh birbirine karışıyordu. Münevver’in elleri, Recep’in teninde aşkın izlerini bırakırken, Sümeyye’nin nefesi boynunda bir ateş gibi dolaşıyordu. Tenler birleşiyor, fısıltılar duvarlarda yankılanıyor, arzular iplerini koparıyordu. Mum ışığında parlayan bedenler, birbirine karışan ter damlaları ve dokunuşlarla zamanın nasıl aktığını unutuyorlardı.
Sümeyye’nin dudakları, Recep’in derisini ateş gibi yakarken, Münevver’in nazik ama derin dokunuşları onun ruhunu ele geçiriyordu. Üçü de bu anın içinde kaybolmuş, gerçeklikten sıyrılmıştı. Yasak, korkutucu olduğu kadar baştan çıkarıcıydı da. Ama bu oyun, ne kadar sürebilirdi? Münevver için aşk her şeydi, Sümeyye için tutku vazgeçilmezdi ve Recep, ikisini de kaybetmek istemiyordu.
Ama yasak aşklar eninde sonunda ya gün yüzüne çıkar ya da küle dönüşürdü. Sabahın ilk ışıkları, odanın içine süzülürken gerçeğin gölgesi de üzerlerine düşüyordu. Gözler birbirine kenetlendiğinde, üçü de biliyordu: Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı…