Üç gün önce yayınladığım, “Şok, Şok, Şok: Hürriyet Almanya 1 Şubatta yayınlarını durduracak” başlıklı haber-yorumumdan sonra, haberimi yayınlayan 100’e yakın haber portallarına ve şahsıma reaksiyonlar yağdı.
Bizim, Hürriyet’in zirveden aşağılara yuvarlanışını anlatan beyanlarımızı iyi kavrayamayan bazı okurlar, ‘Oh ne güzel oldu, kurtulduk bu soytarılıktan, neden üzülüyorsunuz” tepkisinde bulundular.
Bu okurlara şunları söyleyebiliriz:
Hürriyet‘in kapanış süreciyle ilgili yaptığımız değerlendirmede, gazetecilik ve yönetimle ilgili ciddi eksikliklere dikkat çektik. Amacımız, bu gazetenin kapanmasının ardındaki sebepleri anlamak ve tartışmaktı. Fakat, bazı okurlarımızın bu durumu sadece siyasete bağlamış olmaları bizi şaşırttı. Bizim yaklaşımımız, herhangi bir siyasi duruşu ele almak değil, gazeteciliğin doğru bir şekilde yapılmadığı bir sürecin sonucunu anlamaktır.
Gazetecilik, doğru, tarafsız ve ilkeli olmayı gerektirir. Bu anlamda, Hürriyet’in kapanışındaki sorunlar, sadece bir siyasi perspektiften bakıldığında değil, aynı zamanda gazeteciliğin temel ilkelerinin zedelenmesiyle ilgilidir. Bizim asıl kaygımız, bu gibi durumların medya dünyasında daha fazla yaşanmaması ve gelecekte gazeteciliğin güçlenmesidir.
İLK VE SON GAZETELER
Soldaki ilk gazete, bir hayalin, bir başlangıcın simgesi. Tıpkı yıllar önce, uzak diyarlarda bir ses olmak için yola çıkan bir mektup gibi, umutla basılmış ve dünya çapında bir iz bırakmıştı. Bu sayfa, sadece bir gazete değil, bir dönemin nişanesi, bir arayışın ve bir tutkunun ifadesiydi. Sağdaki ise, bir dönemin sona erdiğinin acı bir hatırlatıcısı. O ilk gazetenin hemen yanında, yıllar süren mücadelenin, bilgiye ve özgürlüğe duyulan aşkın son bir yankısı gibi. Aradaki fark yalnızca yıllar değil, içinde taşıdığı anılar ve yaşanmışlıklarla dolu bir zaman dilimi. Her iki gazete de birer anı, her biri birer hikâye… İlkini okurken geleceğe umut bırakmaya çalışan bir gazete vardı, sonuncusunu okurken, o umudun bir şekilde bitişiyle karşılaşıyoruz. Biri bir başlangıç, diğeri bir son. Ama her ikisi de, tarihimize ve hafızamıza kazınmış birer simge olarak kalacak.
Her bir satırı ve manşetiyle dünyaya ulaşan bu gazetenin, 1 Şubat 2025 (bugün) itibariyle, yolculuğu sona erdi.
Hürriyet Gazetesi’nin Avrupa baskılarının sona ermesi, yalnızca gazetenin tarihini değil, Türk basın dünyasının geçmişini ve çok önemli bir dönüm noktasını simgeliyor.
Özellikle Avrupa’daki Türk toplumu için Hürriyet, sadece bir haber kaynağı olmanın ötesinde, bir bağ ve kimlik meselesi haline gelmişti. Avrupa’daki Türkler, Hürriyet’le sadece günlük haberleri değil, aynı zamanda kültürel bağlarını, aidiyet duygularını ve toplumsal meselelerini de gündeme getirebiliyordu. Bu, gazetenin bir “amiral gemisi” gibi hizmet vermesini sağladı; çok sayıda Türk, gazetenin haberciliği sayesinde hem kendi toplumsal sorunlarını çözmek hem de Türkiye ile bağlarını güçlendirmek adına önemli bir platform buluyordu.
Haberimin yayınlanmasından sonra, ana akım gazetelerden bazı meslektaşlarımız da, haberimden pasajlar kullanarak kendilerine göre haberi yorumladılar ama, gazetenin asıl çöküş nedenlerini bilemedikleri için eksik bilgi vermiş oldular.
İşte, bu konuyu daha çok aydınlatabilmek için, zirve döneminin Genel Yayın Yönetmeni Ertuğ Karakullukçu’dan uzunca bir açıklama aldım.
ERTUĞ KARAKULLUKÇU’DAN ÇARPICI AÇIKLAMALAR
Hürriyet gazetesinin Avrupa baskıları, 31 Ocak 2025 günü son nüshasını yayınladı.
1 Şubat 2025 ise, bir zamanların efsane gazetesinin yoklara karıştığı, tarihe gömüldüğü gün oldu.
O gazeteye ne muazzam emekler vermiştik… En parlak zamanlarında yayın yönetmenliğini yapmıştım. Kapatılması, benim için kapkara bir haberdi.
Duyduğum anda binlerce anı başıma üşüştü. İlk tepkim şu oldu:
Yanlış gazeteciliğin, acının da acısı fakat kaçınılmaz sonu…
Yazık ettiler onca emeğe.
Hemen ardından, acıklı bir muhasebe: AMA neden?
BİR ÇINARIN ÖLÜMÜ: Evet, yaklaşık 60 yıllık bir koca çınar, gümbürtüyle devrilip gitti. Ve evet, bu dev çınarı yiyip bitiren illet, en iyi dönemlerinde yayını yöneten kişi sıfatıyla teşhisi koyuyorum: Yanlış / kötü gazetecilik virüsü idi.
Yoksa, BİAT gazeteciliğini marifet bilen baş sorumluların, bahane olarak öne sürdüğü gibi, ne Avrupa’daki insanlarımızın Türkiye ve Türkçe’den kopması, ne de dijitalleşme filan değildi.
Sahi, hangi kopma, dostlar ?..
Toplumun anavatan sevdasını, en çarpıcı örnekleriyle spor karşılaşmalarında görmüyor muyuz? “Türkiye” diye yeri göğü inletiyorlar.
Dijitalleşme deseniz, dünyada iyi gazetecilik yapan çok gazete, kağıt baskıyı hâlâ başarıyla sürdürüyor.
Evet, dijitalleşme etkisi elbette var, fakat bu etmen, başat / birincil neden asla değil.
İYİ GAZETECİLİKTEN KOPARSAN: Gerçek şu ki, kopan bir şey varsa o da maalesef Avrupa Hürriyet‘in bizlerden sonraki yönetici kadrosunun iyi gazetecilikten, toplumdan ve gerçeklerden kopmasıdır. Toplumun ve hakikatin sözcüsü olmaktan istifa edip, ülke yönetimlerinin beklentilerine biat etmeleridir. Orneğin Almanya’da yönetimlere yaranmayı / onlardan aferin almayı ve egemenler tarafından sırtlarının sıvazlanmasını marifet bilmeleridir. Uyum kavramını, yönetimlerin buyruklarına uymak diye anlamalarıdır.
Son tahlilde vatandaşın değil, egemenlerin yanında saf tutmalarıdır.
Ben buna TERSİNE GAZETECİLİK diyorum.
İşte bu, Avrupa Hürriyet‘in toplumu önceleyen kuruluş felsefesine affedilemez bir ihanet olmuştur. O açıdan bakarak teşhisi rahatça koyabiliriz :
Avrupa Hürriyet‘in kapatılması, TAAMMÜDEN işlenmiş bir yanlış gazetecilik cinayetidir.
DİNLE, ALMANYA: Şimdi artık, Avrupa Hürriyet’in en başarılı dönemlerinde, başta yayını yöneten bana ve gazeteye saldırmayı marifet bilenler, helva kavurup kına yakabilirler.
Kimdir onlar ?..
Öncelikle, o dönemlende Almanya’yı yöneten bazı isimler ve ve dönemin Ankara Büyükelçisi Hahs Joachim – Vergau…
Yabancılara yönelik politika üreten Orient Institut’ün başkanı Prof. Udo Steinbach… Sonra yönetime yaranma peşinde koşan, Türkiye ve Hürriyet karşıtlığını kariyer ğüvencesi haline getirmiş kimi Türkiye kökenliler… Türk toplumu onları ciğerlerine kadar çok iyi tanır. O dönemlenden sembolik iki isim vereceksek: İşte Cem Özdemir ve Ozan Ceyhun.
1 Şubat, onların ve benzerlerinin bayram günü olsun.
HANGİ BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ?: Burada, Almanya’daki basın özgürlüğü anlayışına da bir parantez açmak gerekir. Bu nasıl bir özgürlük anlayışıdır ki, gerçekleri dile getirmekten başka derdi olmayan bizim, görevden alınmamız ve yazılarımızın sonlandırılması için büyükelçileriyle, Dış İşleri Bakanlarıyla (Kinkel ve Fischer) seferber olmuşlardır. Hatta, bu zincire son halka olarak dönemin cumhurbaşkanı Johannes Rau’yu da pekala ekleyebiliriz.
Bizi, resmi muhatapları Türk Bakanlara ve gazete yönetimine şikayet etmekten hiç kaçınmamışlardır. Kafadarlarıyla bize karşı özel toplantılar düzenlemişler, kampanyalar açmışlardır. Hürriyet patronajına ağır baskı uygulamışlardır.
Soralım: Bütün bunlara, özgürlükçü Alman Anayasası’nın hangi maddesi izin vermektedir ?
Şimdi övünsünler, başardılar !
Ama bize kalırsa bu, yürekler acısı, yüz karası, çifte standart harikası bir hazin “başarı” olmuştur.
ALMANYA’YA DA KÖTÜLÜK: Almanya’yı yönetenler, kendi gerçek ülke çıkarlarının da doğruları yazan bir Türk basınından geçtiğini göremediler. Avrupa Hürriyet, Türk toplumunun bire bir aynasıydı; kimlik kartıydı.
Türk toplumunun ibresi, evrensel değerleri gösteren pusulasıydı.
Ve Almanya’nın “akıllı” yöneticileri için de asıl yararlısı, gerçekleri bilmek olmalıydı. Fakat bunu kavrayamadılar, Hürriyet’te aradıklarını bulamayan bazı Türk kökenlilerin de manipülasyonuyla sansürü seçtiler. Sonuç, Hürriyet’in giderek zayıflamasına paralel, şakülü kayan, görüyoruz ki günümüzde yer yer pusulası şaşmış ve sakıncalı uçlara savrulan bir toplum kesimleri.
İŞTE DÖNÜM NOKTASI TOPLANTI: Dönemin Alman hükümetlerinden bizim pasifize edilmemiz için gelen yoğun baskılara Hürriyet patronajı uzun süre direndi. Ama sonuçta bu direniş kırıldı. Ayrıntısı bende kalsın, Hürriyet”in İstanbul merkezinde en üst düzeyde üç kişilik bir toplantı düzenlendi. Üçüncü kişi bendim. Diğer iki kişi -çok şükür ve içtenlikle dilerim ki Tanrı uzun ömürler versin- halen hayattadır.
İşte bu toplantıda, detayına girmeyeceğim, ilk kez yayın politikası değişikliği gündeme getirildi. Almanya’ya ve bazı Türkiye kökenlilere yönelik daha yumuşak yayın önerildi.
Ben ise özetle, tamamen Hürriyet’in yayın ilkelerine uygun yayıncılık yaptığımızı, sadece gerçekleri yazdığımızı, kimseye haksızlıkta bulunmadığımızı belirttim. Yayında istenen değişikliğin, gazeteye büyük zararlar vereceğini, hatta batırma tehlikesine yol açacağını ifade ettim.
Bu gazeteye büyük emekler verdiğimi, kendi ellerimle böyle bir kötülüğü yapamayacağımı söyledim.
Sonuçta politika değişikliğini kabul etmedim.
Avrupa Hürriyet ile uzun yıllar süren birlikteliğimiz işte orada bitti. İstifa ettim.
Bana göre sonun başlangıcı, o toplantıda gündeme gelen politika değişikliği oldu.
Yeni politika ile, toplumun hiç hoşlanmadığı kişi ve olgular ön plana çıkarıldı. Ayrılmamdan ve yazılarımın sonlanmasından sonraki 1.5 ay içinde yaklaşık 12 binlik tirajın buharlaştığını biliyorum. Süreç içinde gerisi. çorap söküğü gibi geldi.
Burada şunu özenle belirtmeliyim:
Patronajın elbette yayın politikasını değiştirme hakkı var… Ama yayıncnın da gerçekleri dile getirmek gibi bir sorumluluğu olmalı.
Ben, Hürriyet Avrupa baskılarını başlatmış olan sevgili yönetiçimiz rahmetli Nezih Demirkent’ten hiçbir müdahale görmedim; tek bir kerecik bile “şunu şöyle yap” dediğini duymadım… İlk patronumuz sayın Erol Simavi’den de öyle… Hürriyet’in suikaste kurban edilen Genel Yayın Yönetmeni, Türkiye baskılarında yıllarca Yazı İşleri Müdürlüğünü yaparak birlikte çalıştığım Çetin Emeç’in de bir müdahalesini görmedim. Son patronum sayın Aydın Doğan’ın da yayıncılık ilkelerimize aykırı hiçbir tavrına tanık olmadım.
Fakat ah, bir tek, yukarıda anlattığım o çok kritik toplantı…
Bir kere oldu ama pir oldu.
BAHANELERE CEVAP: YA SEN NE YAPTIN?: Avrupa Hürriyet’i kapanmaya götüren sürecin sorumluları diyorlar ki:
“Efendim, ne yapalım ?.. Dijitalleşme var, televizyon var, sosyal medya çıktı… Üçüncü kuşak Türkçe’yi unuttu.”
Vah vah, bakın hale, demek ki bu arkadaşlar gazetecilik yapabilmek için dikensiz gül bahçesi istiyorlar.
Tamam da, Avrupa Hürriyet’in en iyi zamanlarında da, bugünkü teknolojik kolaylıkların hiçbiri yoktu ki…
Faks diye bir aletin çıktığını ben ilk kez rahmetli Berlin temsilcimiz Kamil Yaman’dan duymuştum.
Gazete sayfaları, bilgisayarla anında değil, montaj denilen filmler halinde uçakla İstanbul’dan Frankfurt’a gönderilirdi. Bazen da uçaktan çıkmazdı, kaybolurdu ve sıfırdan gazete yapmak zorunda kalırdık.
Türkiye’deki gazete, Almanya’da bir gün sonra yayınlanırdı. O yüzden haberlerdeki bütün zaman unsurlarını bir gün sonrasına göre güncellemek zorunda kalırdık.
Türkiye’de çalışılmayan bayram günlerinde, önceden üç veya dört günlük gazete hazırlayarak Frantfurt’a göndermek durumundaydık. Üç gün üç gece gazeteden çıkmadığım olurdu. Herkes tatildeyken biz bayram günleri gazeteye gidip teleks ile taze haberleri Frankfurt’a geçerek gazeteyi güncellemek zorundaydık. Frantfurt matbaada çalışan Yazı İşleri Müdürümüz Nezih Akkutay ve arkadaşların yükü, ayrı bir roman konusu.
Bir yerden bir yere fotoğraf göndermek bile başlı başına maceraydı.
Daha neler de neler…
Ama yakındığımızı hiç hatırlamıyorum, çünkü işimize ölesiye tutkunduk.
Şimdi, bahanelere sığınan arkadaşlara sormalıyız:
Tamam da, dijitalleşmeye karşı ya siz ne yaptınız? Rekabette sizi öne geçirecek hangi özel haberleri, araştırma haberlerini ürettiniz? Toplumun merakını canlı tutacak dinamik habercilik yaptınız mı? Hangi kampanyaları açtınız? Hangi yeniliklere imza attınız? Yayın politikanız, toplumun güvenini kazanabildi mi? Miras aldığınız saygınlığı koruyabildiniz mi? Haberci kadrolarımızı geliştirdiniz mi, yoksa muhabir azaltmayı tasarruf kalemi mi yaptınız?
Eğer bütün bunlardan sınıfta kaldıysanız, dijital kayalıklara hiç gerek yok, Titanik’ten beter batarsınız.
DESTAN GAZETECİLİK: Avrupa Hürriyet’in kurucu babaları,
rahmetli Genel Müdürümüz Nezih Demirkent ve Avrupa temsilcimiz Garbis Keşişoğlu idi. Emeğin aslan payı onların. Gazete ise, Türk toplumunun gözü, kulağı ve sesiydi. Vatandaşla bütünleşmiş korkusuz gazeteciliğin emsalsiz örneğiydi.
Bir bölge gazeteciliği harikasıydı.
Bir daha tekrarlanamaz bir emekler bütünüydü.
Avrupa’nın en ücra köşelerinde bayrak dalgalandırıp hak peşinde koşan bir gazetecilik destanıydı.
Günlük ortalama 170 binlik tirajıyla, bütün dünyada kendi ülkesi dışında en çok basılıp satılan gazete ünvanını almıştı.
Hatta, tirajı nüfusa oranlarsanız, hiç abartmıyorum, dünyada tiraj şampiyonuydu.
Bunlar, basın yayın öğrencileri tarafından mutlaka incelenmeli ve tez konusu yapılmalıdır.
ONLARA BİN SELAM
Avrupa Hürriyet’i gazeteciliğin başarı doruklarına ulaştıran kadrolara bin selam olsun. O arkadaşlarımızı, Frankfurt Zeppelinheim’daki matbaanın önünde çekilen üstteki fotoğrafta görüyorsunuz.
Ayaktakiler: Yılmaz Övünç, Korkut Pulur, Yalçın Bingöl, İsmail Atlı, Ertuğrul Akçaylı, Nezih Akkutay, Ertuğ Karakullukçu (Yurt dışı Baskılar Müdürü) Şener Apaydın, Mine Çokbilir, Suat Türker (Köln), Çetin Emeç (Genel Yayın Müdürü), Mehmet Demirel (İtalya), Yıldız Kafkas (İsveç), Erdinç Ispartalı (İsviçre), Rodolfo Bella (İtalya), Şerif Sayın (Belçika) Metin Doğanalp (Stuttgart), Sait İşler, İlhan Karaçay (Benelux), Tuğrul Cebeci, Ahmet Külahçı, Orhan İnci.
Oturanlar: Nusret Özgül (Belçika) Kamil Yaman (Avusturya-Berlin-Frankfurt), Ziya Akçapar (Yunanistan), Faruk Zapcı (İngiltere), Tevfik Dalgıç (İrlanda), Serdar Koçak (Münih), Ziya Melikoğlu (Düsseldorf), Ayhan Aydın (Berlin), Adnan Celepoğlu (sonradan Atik soyadını aldı), Abdullah Anapa (Stuttgart)
Orada olmayan bazı isimleri de anmalıyım: Frankfurt’ta haber müdürümüz Kemal Şener, olay röportajlarıyla Avrupa’yı sarsan gazeteci yazar Murat Çulcu, Avrupa’yı karış karış tarayan rahmetli İsmail Tipi,
Londra’da Nuyan Yiğit, Paris’te Gökşin Sipahioğlu ile Muammer Elveren,
Brüksel ve Strasbourg’da Zeynel Lüle, Frankfurt ve Hamburg’da İbrahim Gül, Frankfurt’ta Ali Gülen.
Avrupa’da ayak basmadık toprak parçası bırakmayan bütün çok değerli / sevgili arkadaşlar…
Yazdığınız destan, basın tarihinde altın yapraklar olarak hep yaşayacak.
Ya bu emsalsiz gazeteyi kapanmaya sürükleyen, anmak istemediğimiz “bahtsız” isimler?!
Umarız ve dileriz, birazcık yüzleri kızarır.
Hollanda’da elit takımın okuduğu en ciddi NRC Gazetesi, Ertuğ Karakullukçu, Garbis Keşişoğlu ve İlhan Karaçay fotoğraflarıyla, “Hürriyet: Hollanda’daki Türklerin sesi başlığı ile tam sayfa bir yayın yapmıştı. (soldaki resim) Hürriyet’in Hollanda haritasına yayılmış kadrosu (sağdaki resim)
İLHAN KARAÇAY FAKTÖRÜ: Evet ne olduysa, en başta Avrupa’ya kılcal damarlarına kadar nüfuz etmiş temsilcilerimiz, saat mefhumunu sözlüklerinden silmiş Hürriyet muhabirleri sayesinde oldu.
Hepsi aynı gazetecilik ruhunu taşıyan arkadaşlarımıza bir örnek olarak, İlhan Karaçay’ı gösterebilirim. İsterseniz gecenin 04’ünde arayın, anında telefonun öteki ucunda, anında göreve hazır, “Full Time” gazeteci…
‘Hollanda’ denince, akla gelen ilk isimlerden biridir İlhan Karaçay…
Benelüx ilavesi ile bölgedeki Türk toplumunun gözü, kulağı, sesiydi İlhan Karaçay…
Muhabir, yazar, ilan temsilcisi, matbaacı, gazete pazarlama uzmanı…
Aynı anda hepsi.
Hollanda’daki her kapıyı açacak bir çilingir yoktur ama bir habercilik sihirbazı İlhan Karaçay iyi ki vardır.
Ve tıpkı diğer temsilcilerimiz gibi, İlhan Karaçay’ın da baş gıdası haberdir.
O da haberle yatar, haberle uyanır.
Hürriyet’in Hollanda ekibi: Öndeki sıra soldan sağa: Telat Sağıroğlu (Haarlem), Turan Gül (Rahmetli oldu-Zaandam), Ünal Öztürk Yasemin Öztürk (Büro menajeri), İlhan Karaçay ( O zamanki kaptan) ( ??? ), Adil Aracı (Den Haag), Mustafa Koyuncu (Arnhem), Ergür Dinçkal (Deventer), Muhlis Ayboğan (Venlo),
Orta sıra soldan sağa:
Ahmet Denk (Rotterdam-Rahmetli oldu), Kemal Özen, Hüseyin Torunlar (Zwolle-rahmetli oldu),
(Leiden?), Nizam Sunguroğlu, Ramazan Ardıç, (Heerlen?)
Arka sıra soldan sağa:
Yahya Yiğittop, Necati Çavuşğlu (Utrecht), Şenol Ocaklı (Hoorn), ( ?), Ali Esmer,
O eski ekibin o dinamizmi, enerjisi ve kalitesi; her şeyin dijitalleştiği şu çağda bile, gazetenin tirajını ve etkisini yukarıya taşıyabilecek bir güçtü. Gerçekten, eski kadro ile her şey farklı olurdu. Şimdi, zaman değişti belki, ama o zamanların ruhunu hep hatırlayacağım. O ekiple her şey mümkündü.