İstanbul kimin?

ABONE OL
16 Nisan 2021 10:57
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Biz Yeşilçam filmleriyle büyüdük. O filmlerin oyuncularını da gözlerimizde büyüttük.

Ulaşılmazdı onlar; güzel, yakışıklı, cazibeli, çekici, varlıklı, becerikli…

Filmlerdeki öyküler öyle anlatıyordu bize; film yıldızlarını, sinema artistlerini…

Ve ülkemizin gözbebeği kenti; İstanbul’u… Ve İstanbul; siyah-beyaz Türk filmlerindeki düşlerimizin kenti…

Boğazın iki yakasına eteklerini yaymış da oturmuş bir prenses, bir sultan, belki de bir kraliçe… Gücün, güzelliğin büyülü kenti İstanbul ve sinema artistleri… Yeşilçam öyküleri de bize onların ayrılmaz birlikteliğini öylesine işlemişlerdi ki benliklerimize, eğer o günlerde sorulsaydı “İstanbul kimin ?” diye; film yıldızlarının, sinema artistlerinin diye yanıtlardık bu soruyu büyük çoğunlukça…

İstanbul; siyah-beyaz film yılları boyunca Yeşilçam artistlerinindi. Orhan Günşiray’ın, Neriman Köksal’ın, Ayhan Işık’ın, Belgin Doruk’un, Göksel Arsoy’un, Fatma Girik’in ve özellikle de “kitapsız ilim, Ahmet Tarık Tekçe’siz film” olmayacağına göre kesinlikle Ahmet Tarık Tekçe’nin ve elbette ki Vahi Öz, Mualla Sürer, Mürüvvet Sim ve Hulusi Kentmen’indi.

Ya Ayşecik ?… O İstanbul’a sahip tek çocuktu. Parla Şenol, Alev Oraloğlu ortak olmak isteseler de onun İstanbul’una, tartışmasız Zeynep Değirmencioğlu’nundu İstanbul, en yoksulundan, en varsıl kıyısına, köşesine, harabesine, köşküne değin…

Renklendikçe filmler, siyah-beyaz filmlerin yıldızları düştükçe griye; İstanbul biraz daha sokuldu kurnaz, üç kağıtçı, kaypak, köşe dönücü, kolaycı serseriye…

80’lerden sonrasında da İstanbul; orta direğin bel vermesiyle, el verdi borsacıya, mafya tarzı arsacıya, hayali ihracatçıya, yolsuzluklar sonucu ortaya çıkan türeme varsıllara… Bir başka anlatımla; İstanbul’un tapusu çıkarıldı sonradan görme çarıklı erkanına… Ve dünün Yeşilçam filmlerinde; “bunları eğitmek yerine, öğüteceksin, yok edeceksin” diye tanımlanan taşralı, kırsal kökenli fırsatçı magandalara ki onların elleri ekmek tutmak yerine, sürekli fırsat kolluyor ve ayakları kapkaç için koşuyordu.

Kırdan kente göçen; dün aç yatarken, daha sonra kentte köşe başlarını tutup, racon kesen ve birazcık da kentin sunduklarından, olanaklarından yararlanarak bazen de çocuklarını okutan bu yeni kentliler her geçen yirmişer yıllık yaşam deneyimlerinin ardından…  Kimileri devrilse de kentin yozluğunda, çöplüğünde, kimileri de evrildiler ve kentin yeni sahipleri saydılar kendilerini…

Bugün bunların bir bölümü tarikat zenginleri olup, otoriteyle hareket ederken, diğerleri de daha düne kadar “resmi söylemce” ötekileştirildiklerinin bastırılmayan, gizlenilmeyen kiniyle, öfkesiyle kenti; kendilerince sahiplendiler.

Dün lahmacun kokularıyla, gecekondularıyla, arabesk müzikleriyle genelde İstanbul’u, özelde Beyoğlu’nu işgal ediyorlar diye yakındıklarımız; bugün bir bakıma İstanbul’un, özelde de Beyoğlu’nun tapusunu kendi üstlerine çıkarmışçasına kenti sahiplendiler. Yalnızca İstanbul’u mu ?… Bursa’yı da, İzmir’i de sahiplendiler. Daha dünlere kadar onlara “bu kentler kimin?” diye sorulduğunda; hep bir ağızdan “bizim” diye yanıt vermekte idiler.

Nereye kadar?

Arap; İstanbul’u parsel, parsel ele geçirene kadar.

Bundan böyle İstanbul’da acaba kimin borusu öter? Bundan böyle İstanbul’da kimlerin ocakları tüter? İstanbul’u kim alır, kim satar?

Ve İstanbul’un tapusu, yeniden geçer mi Türkün eline acaba? İşte bundan sonrası pek bir muamma?

İstanbul bir simgedir ülkemiz için; İstanbul giderse bir kez elden, yaban eller uzanır diğer kentlerimize de… Kim bilir; belki bu topraklardan göç etme sırası gelir bizlere de… Yedi düvelin teslim alamadığı ülke; gün olur teslim alınır petrol-dolar karşılığında…

Ey Türk; uyan, uyanık ol!… Kentine de, kendine de, ülkene de sahip çık!

Didim, 15 Nisan 2021

 

En az 10 karakter gerekli


HIZLI YORUM YAP