Tamer Uysal

Tamer Uysal

11 Ağustos 2023 Cuma

Zeytinime dokunma…

Zeytinime dokunma…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Tamer UYSAL

Bursa’nın Simgeleri ve Zeytin

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yani ağır bastığından.
(Nazım Hikmet)
hızlıbahis

Bursa coğrafi konumu dolayısıyla doğal ve tarihsel kaynakları oldukça zengin bir kent. Bunu son yıllarda kent kozmopolit bir yapı kazandıkça daha iyi idrak edebiliyorum. Ancak birçok kentte varsıl olmamanın sonucu olarak insanımız bilhassa yoksul insanlarımız farkına varmıyor varamıyor. Nasıl varsın ki ülkede 10-12 yıldır egemen olan zihniyet insanların bilhassa mütedeyyin insanların alışılmış araçlarla dikkatini celbetmeyi ya da başka yerlere çekmeyi dağıtmayı çok iyi beceriyordu. Zaten okumayan tek tipliliği yadsımayan bir toplumda farklı bir netice de beklemek abesle iştigaldi. Şundan varıyorum bu sonuca Bursa’da yaşayıp da Yeşil Türbe’de gömülü Osmanlı padişahının kim olduğunu bilmeyen yarıdan çok fazla insan var, Bursa’nın simgesi Uludağ’ı görmeyen o kadar çok insan… Tıpkı İstanbul’da dizi dibindeki boğazı görmeyen İnsanların var olması gibi. Bunu uydurmuyorum, bunlar yakın tarihte yapılan anket araştırmalarında çıkan sonuçlardır. İsterseniz deneyiniz, daha zor bir sual olacak belki ama her gün binlerce insanın geçtiği Timurtaş Paşa Türbesi önünde yapın bu testi: Kaç kişi şehrin kesinlikle en canlı bu muhitinde yatan zatın adını bile zikredemez. Adım gibi eminim.

Peki bu bir eksiklik mi elbette değil. Her mezarın başında bir yazıt var ve oradan bilgi edinebiliyorsunuz. Eksiklik olarak görülen ne olabilir peki. Elbette tarih yazımı konusundaki eksiklik. Ne diyordu Mehmet Akif “Kıssadan Hisse” şiirinde:

Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

Bursa’nın simgelerini içeren çok yerinde bir yazı kaleme almıştı Ramis Dara. “Türkiye ve Dünya Ormanında Bursa’nın Simgesi Nedir!” diye soruyordu. Yıllar önceki bir yazı. Sanırım Bursa Defteri adlı bir dergide yayınlandı. Şunları sıralamış: Uludağ, teleferik, Prusuias-Osman Gazi-Orhan Gazi ve Türbeleri, Erguvan, Çınar, Yeşil Türbe, Ulucami, Karagöz, Cumalıkızık Evleri, Hanlar, İznik Çinileri ve Kılıç Kalkan.

Yazarın seçtiklerine katılmamam mümkün değil. Hele surları dâhil etmemesiyle ilgili yorumuna katılmamak hiç mümkün değil… Bugün kaybettiğimiz birçok değer var. Bunlardan hiçbirisini haklı olarak adaylar arasına koymamış. Koyamamış, çünkü yitip giden, kaybolan değerler bunlar. Saydıkları hakkında ise hemfikirim.

Geçtiğimiz yıllarda bir anıt-mezar bulunmuştu Bursa’da, 2 bin yıl öncesine tarihlenen. Sonra o mezarın talan edildiği yazıldı. Anıt mezarda ilk bilimsel araştırmaya girişen Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Şahin hem de Belediyenin kendi bastırdığı dergide “arkeolojik park” olarak değerlendirilmesini salık vermesine rağmen dinleyen olmadı. Bu bölgede hiçbir ciddi çalışma yapmadılar. Çevresini tel örgüyle çevirip toprakla örtmekle yetinildi. Mezarda rastlanan bronz bir oboldan (sikke) yola çıkıp hakkında bilgiler net olmamasına karşın kral mezarı deyip çıktılar. Velakin Bitinya kralı kimin umurunda. Bu binlerce yıllık buluntu üstü kapatılıp unutuldu gitti. Yani Bursa’yı kuran ya da ünlü komutan Hannibal’a kurdurduğu rivayet edilen Prusias ve anıtı hakkında bir şey bilen var mı? Doğma büyüme bu kentteyim bu konu hakkında yazıp çizeni bilmem.

Simgelerden biri de Karagözmüş. Hacivat ve Karagöz de Bursa denilince akla gelen isimlerden. Onlardan geriye kalan geleneksel bir sanata dönüşen “gölge oyunu” Günümüzde pek yer bulamasa da hala bayram ve ramazanın yegâne eğlencelerinden birisi. Onlarla da ilgili kesin bir bilgi yok elimizde. Güya Orhan ya da Yıldırım zamanında yaşamışlar ve cami yapım esnasında çalışanları nüktedanlıklarıyla oyaladıkları için ölümle cezalandırılmışlar. Ezel Akay ile Levent Kazak bu konuya farklı yorum getirmişlerdi. Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü? filmiyle. Senaristlere göre öldürülmeleri o kadar basit nedenden değildi. Devlet yönetiminde bazı isimleri rahatsız etmişlerdi. Bunlardan birisi olan Vezir Pervane (Güven Kıraç) kolay kolay unutulmayacak bir söz etmişti, “Mizah bir yumruktur kime vuracağı belli olmaz” diye…

“Bu, dünyaya örnektür. Bu ruhun ışığıdur. Bu da, ete kemiğe bürünmüşlüğün, ademin vücudun halidir. Bu ruh ışığu artlarından aydunlattıkça cisimler ve vücutlar bu dünyada görünür olurlar. Işık sönünce vücut kaybolur gider, geriye bomboş bir dünya kalır…”

Filmde bahsi geçen bu sözlerin de Hacivat ve Karagöz oyununun yaratıcısı Şeyh Küşteri’ye ait olduğu iddia ediliyor. Şeyh Küşteri, padişahın Hacivat ve Karagöz’ü canlandırmasını buyurduğu kişi olarak bilinir, mezarı kayıptır. Bir zamanlar Tayyare Kültür Merkezi’nin oralarda olduğu söylenirdi. Mezarın buradan kaldırılıp anıt mezara taşındığı söylenir.

Hacivat’ın evi
Köşede ufaraktan
Bir tüfek atımı duraktan
Kapı pencere elekten
Döşemeler zemberekten
Dökülmekten
Sökülmekten
İncelmiş süprülmekten

Turgut Uyar böyle diyor Hacivat’ın Evi isimli şiirinde. Edip Cansever’in “en sevdiği on şiir” diye not almışım. Oyunun aslı kökeni hakkında çeşitli iddialar ileri sürülse de bugün Karagöz ve Hacivat adına 1982 yılında yapılmış bir anıt mezar bulunuyor, Çekirge (Plai) olarak anılan semtte. Arkasında Karagöz’ün mezarı varmış. Gönül Akıncı isimli seramik sanatçısı tarafından yaratılan tasvirler de anıtı süslüyor. Çekirge deyince meşhur Bursa kaplıcalarından söz edilmemesi herhalde günümüzde tıbbi ticari alana peşkeş çekilmesinden dolayısıyla olsa gerek.

Dara, surların ise orijinale uygun olarak restore edilemeyeceği için -ki öyledir birkaç Osmanlı tarihçisinin yazdıklarından ya da temel buluntularından yola çıkarak- önerilenler arasına sokulamayacağını belirtmektedir.

Bugün Bursa’da varolan surların hali pür-perişandır. Restorasyon tatbik edilip icra edilenlerin neticesi ise daha daha büyük felakettir. Ancak onların yıkımıyla ortaya çıkan şekil bir dekor yani canlandırmadan öteye gitmemiştir. Bey Sarayı hakkında yazılanlar da rivayetten öte değildir. Ya sarayın içine bile girmemiş Batılı gezginler ya da Osmanlı devlet ulemasının (Aşıkpaşazade, Lami Çelebi vs.) yazdıkları teferruattır.

Bugün İznik çinileri mass production yani seri üretime yenik düşmüştür. Tek tük atölyelerde seramik sanatçıları İznik çiniciliğini yaşatmaya çalışıyorlar. Çini tıpkı Bursa’nın nebatatları gibi yokolup gitmiş. Kestane, şeftali hatta dut diye bir şeyden söz etmek mümkün mü? İpek böceği de onla beraber uçup gitmiş… Bursa’nın, padişah saraylarını süsleyen, atlas, seraser, çuha, diba, hatayi, kemha, çatma, kadife, canfes, sereng, gezi, zerbaft, kutnu, aba, sof, selimiye’si… Bu kumaşları üreten ipekhaneler kaybolup gitmiş. Dokuma evlerinden de öyle pek eser kalmış sayılmaz. Bunda kuşkusuz Halil İnalcık’a göre Osmanlı’nın güttüğü ticari politikayı da göz ardı edemeyiz. İpek de dokuma endüstrisine feda edilmiş olarak tabii vasfını kaybedip başka ellere teslim edilmiş.

Erguvan ve Çınar adından ne kadar söz edildiyse bence zeytinden de o kadar söz edilmesi gerekti. Bunu bir eksiklik olarak mı görüyorum. Tabii ki evet. Yazar bildiğim kadarıyla bu şehrin nebatatına benim kadar düşkün birisidir. Zeytinin aklına gelemeyeceğini düşünmüyorum. Ama Bursa’da en az çınarlar ve erguvanlar kadar büyük bir simge de zeytin olmalıydı. Zeytin Akdeniz’e (bizde bilhassa Ege kıyılarına) özgü bir bitkidir. Maki denen bitki örtüsünün içinde erguvanlar kadar zeytin de sayılmalıdır. Çınardan daha uzun ömürlüdür. Ne soğuktan azzeder ne de fazla sıcağı sever. Bilhassa önem bakımından çok eski zamanlardan beri Gemlik (Cius) ve Mudanya (Myrlea) Bursa’dan çok çok ileride gelirler. Ve bugün zeytin her iki ilçenin logosunu süslemektedir. Orhangazi de öyle. Tabii ki bir de İznik (Nikea).  İznik bir devlet komuta üssü iken Bursa sönük bir tekfurluktur ve doğrudan İznik’e bağlıdır. Yazar hinterlandında yani merkezden biraz uzakta, deniz bölgesinde olmasını seçimlerini yaparken göz önünde bulundurmuş da olabilir…

Bursa Senfoni Orkestrası Uludağ Üniversitesi’nin önayak olmasıyla oda orkestrası olarak kurulmuş. Belediye desteğiyle çalıştıktan bir süre sonra ilk bölge senfoni orkestrası olarak Kültür Bakanlığı’na bağlanmıştı.

Ya Bursa türkülerinin hikâyesi… Ben de Halil Bedii Yönetken – Mustafa Sarısözen tarafından derlenmiş, “Ben Yemenimi Al İsterim” türküsünün yeri başkadır. Al ve yeşili sevdiğimden midir bilmem bu türküyü seviyorum… Ama zeytinden söz açılmışken “Zeytinyağlı Yiyemem” türküsünün hakkında son yıllarda tekrar gündeme gelen rivayetlerden de bahsetmeden geçemem. Bu türküyü Yunanlıların ünlü laiko şarkıcısı Glykeria Kotsula ve bizden de Zara icra etmişlerdi. Hatta popüler hale sokulan bu türküyü Candan Erçetin de repertuarına almıştı. İlginç olan Bursa güvendeleri yani Bursa yöresine özgü halk oyunlarında seslendirilen türkülerden biri olarak Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin Orhan Şallıel şefliğindeki orkestrası tarafından icra edilen Bursa Köy Güvendeleri adıyla yayınladığı albümde de yeralmıştır…

Bilhassa zeytine ve zeytin ağacına nereden mi geldim. Zeytin ağaçlarının her geçen gün Bursa’nın varolan simgelerini bir bir kaybetmesi, kısa bir süre önce Manisa’nın Soma ilçesi, Yırcalı Mahallesi’nde termik santral yapılacak bölgedeki zeytin ağaçlarının kesilmesi ve köylülerin dövülmesi olayının bana anımsattıklarından elbette. Bu türkünün hikâyesi de bu ve benzer olayların kökenine ışık tutuyordu. Adı dinsel kitaplarda ve efsanelerde bolluk ve ölümsüzlük simgesi olarak geçen, tanrısallık ifadesi yanında insanlara faydasının da binlerce yıldır bilinip istifadesine sunulmasına rağmen nedense bu güzel ağacın her ne kadar iddia olduğu ileri sürülse de bu sözüedilen türküyle gözden düşürülmeye çalışılması yani bir manada kötülenmesiydi.

Zeytin neden simge olmalıdır. Anımsadıklarımdan birisi de Türk-Yunan dostluk nişanesi olarak Karagöz Parkına zeytin fidanı dikim törenidir. “17 Aralık 1999” diye not düşmüşüm. Büyük depremin acılı günleri… Acımızı paylaşan Yunan halkı adına bu günlerde fidanı Helsinki Zirvesi’nde Başbakan Kostas Simitis Ecevit’e armağan etmişti. Karagöz Parkı’ndaki dikim töreninde Başkonsolos Fitsos Hidas da bulunmuştu. Her şeyden önemlisi barışın ve Ege’nin iki yakasındaki halklarının kardeşliğine simge olan bu ağaç Bursa’da Çekirge semtinde Karagöz Parkı’na da dikilerek tarihi bir olayın da baş kahramanı iken, büyüklerimin hatta anneannemden anımsadığım kadar sık sık şifa niyetine içerek vücuduna da sürdüğü ve faidesinden hiçbir zaman imtina etmediği zeytinyağı hakkındaki bu iddialar neden kaynaklanıyordu. Kaz dağlarının altını üstünü oyan siyanürlü altıncılar için ne demişti Ahmet Uysal,

siyanür buğusu üflendi
zeytinime pamuğuma
gümüşle kör edildim

Aslında o günlerden bugünler arasında pek fark yok. Canlı için adeta yaşam iksiri yerine geçen usaresi ile ilgili dönen dolaplar bana Ortadoğu’da dönen dolapları akla getiriyor. Ortadoğu petrolü için niye bunca kavga veriliyor. Çünkü buradaki petrol dünyanın en nitelikli maliyeti en düşük petrolü. Tıpkı Z.Yağı da öyle. Dünyanın en yararlı bitkilerinden. Hatta belki de en iyisi. Yüzyıllardır. Kaynaklara göre onbinlerce senedir. Antik kalıtlarda bilhassa anforalarla taşınan yegâne metanın yani ticaret malının altın sıvı, zeytinyağı olması bunu göstermiyor muydu? Kısaca özetleyecek olursak sen şişirme mısırı kullan diye sana reva görülen mısır yağı margarinin tıpkı petrolde olduğu gibi bazı çuşlar kanalıyla (çok uluslu şirketler) el oğluna taşınmasından ibarettir. Süttozuna razı edip Kore’ye itelendiğimiz günlerin hikâyesi… Bir Akdeniz ağacı olan zeytinin yağından mevcut bakımdan hallice olmayan ABD Mısır yağını dolara dönüştürmek için ya kendi kullanacak ya da sana satacaktı İkincisini tercih etti. Bugün ABD tohumculuk ve tahıl tekelleri NBŞ (Nişasta bazlı şeker) üretimi yaparak da petroldeki siyaseti tarıma da bulaştırmış görünüyorlar. En açık örneği Ukrayna olaylarıdır. Buradaki hadiselerin de bu ülkedeki hükümetin tahıl üretimine koyduğu kotadan kaynaklandığı sanılmaktadır.

Daha dün Yırcalı’da yaşananların arkasında yatan görüntü bana devrim arabaları hadisesini de çok yakından anımsatıyor. Hani şu benzin yüzünden yolda kalan 4 arabanın hikâyesi. O da bir yutturmacaydı. Elbette “Adı devrim olan bir arabanın sokaklarda dolaşmasına zaten izin vermezlerdi” vermeyeceklerdi. Yoksa bugün memleketin müsrifliğinin bir nolu dış masraf kaleminin otomobil ve yakıtı olmaması hiçten bile değildi…

Bir yazar zeytin için, “tarihin tanığıdır, bir hikâyedir, şiirdir, ağıttır, acıdır, hüzündür ve mutluluktur.” demişti. Tıpkı Roni Margulies  şiirinde olduğu gibi:

Her geçtiğimde yanından bir zeytin ağacının
sormak gelir içimden: Anlatsana ihtiyar,
küçükken daha sen nasıldı bu topraklar,
kimler geçer yanından, kimler giderdi?

Fenikeliler getirmiş diyorlar buralara seni.
Tuzlu muydu Akdeniz’in suları o zaman da?
Yakıcı mıydı böyle yine öğle güneşi?
Neye benzer, neler düşünürdü Fenikeliler?

Uzun yaşamak kolay. Ya hatırlamak her şeyi?
Sallayıp gövdeni zeytin toplayan insanların
değiştiğini görmek yaklaşık otuz yılda bir,
babadan oğula, izledikçe nesiller birbirini?

Her geçtiğimde yanından bir zeytin ağacının,
düşünmeden edemem: yaslanıp yaşlı gövdesine
kimler dinlenmiş, kimler uyuklamıştır acaba
ılık bir yel eserken yapraklarının altında?

Sorasım gelir her defasında: Anlatsana ihtiyar,
neler gördün, neler kaldı yüzyıllardan aklında?
Nasıl insanlardı Haçlılar? Eski Yunanlılar?
Korkunç muydu Aksak Timur denildiği kadar?

Evet, diye fısıldar yemyeşil yapraklar adeta:
“Koca koca ordularıyla geçtiler önümden hepsi,
gümüş kakmalı kılıçları, ipek takımlı atlarıyla.
Geçtiler… ve gittiler ama işte, yoklar artık hiçbiri.
Buradayım ben hâlâ

Ve tıpkı devrim arabaları aslında unutulan devrim gibi zeytinin şanlı hikâyesi de dışa hibe edildi… Zeytinler türküdeki gibi derdest edilirken Bursa’nın, Türkiye’nin hatta Dünya’nın en incancıl en dostane duygusu olarak barış ve simgesi de çıkarlara feda edildi…

https://tameruysal.wordpress.com/

Devamını Oku

İncir babadan zeytin dededen…

İncir babadan zeytin dededen…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Tamer UYSAL

Zeytin ağacının anavatanı Türkiye, küresel zeytin üretiminin %15,2’sini karşılıyor. 2019 yılında 415 bin ton zeytin, 1 milyon 110 bin ton zeytinyağı üreten ülke için zeytin önemli bir istihdam ve gelir kaynağı.

SEÇİM VE DEMAGOJİ

Her doğan günle biraz daha

Arsız bir bulanıklıktır şimdi

Duru sularımıza yayılıp giden

Aydınlığı yenilmiş ülkemde

(Ferit Durmuş)

Tabiat ana Anadolu’yu renkten renge boyamış: Ege ve Akdeniz’i maviye, Karadeniz ve Marmara’yı yeşile, İç Anadolu’yu sarı’ya Doğu ve G.Doğu’yu kahve rengine.

Siyasal haritaları bir yana bırakıp elimize coğrafya (fiziksel) haritayı aldığımızda böyle bir tablo çıkıyor karşımıza. Siz hiç siyasal haritalara bakmayın gene de. Dağların rengi doruklara çıktıkça koyulaşır  ve karaya çalar ama siyasetin tablosu doğuda karanlıktır hep.

Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ…

Dağlar sadece doğu bölgelerinde mi? Anadolu’nun her yanında irili ufaklı dağlar bulunuyor tabi. Ama doğudakiler başka. Yıllar önce okuduğum bir şiir vardır, şiirdeki dizeler hep aklımda. Gazetenin bir okur köşesine gönderilmiş:

Bizim dağlar Uludağ’a benzemez
Gitar çalamazsın bizim dağlarda
Kayak yapamazsın
Ve toprağın altındadır evlerimiz
Acıdan,
Kahırdan
Gözyaşından
Her gün biraz daha batar derine
Ocaklarda tezek yanar ağabey
Odun yerine,
Sabahları kağnılar ezer uykumuzu
Onun bunun toprağına sürgünüz
Ne söylesek duyulmaz
Ne söylesek yalan
Çünkü bizden başka herkes haklıdır
Ve bu yüzden yıllar yılı
Sesimiz ağzımızda saklıdır 

(Doğan Ozan)

80’li yıllar içinde yayınlanmış “Uzak Sancı” adını taşıyan bir şiirdi. Beni etkilemişti, o yüzden hiç unutmam.

Uludağ’lı köylüler ise sanki asfaltı ilk kez görmüş gibi. Son 10-15 yıl içinde, “yolumuzu yaptılar” diyerek seçimlerde aynı  partiye bütün oylarını vermişlerdir. Bu taraftaki farsak böyle ya doğuda durum peki nasıldı?..

Bir dokun bin ah işit…

İşyerimden dönüşlerde sohbet için zaman zaman başka araçlara da binerdim. Yine bir gün Bursa’ya dönüşümde işyerimden geçen bir pazarcı arabasına binmiştim. Çocuk Muş’luymuş. “Abi” diye başladı: “Bizim orada da ne ekersen olur. Devlet destek verse burada ne işimiz var.”

Elma yetiştirmekten söz ediyordu.  Velhasıl onun da herkes gibi hayalleri büyüktü…

Anadolu “Anatole” dir aslında. Köken olarak (etimolojik) Yunanca bir sözcük. “Doğu” demek. Anatolia “Güneşin doğduğu yer”dir.  Bizanslılar ise Constantinopolis’in doğusunda kalan ülkeler için, özellikle Küçük Asya ve Mısır için kullanmış

Keser döner sap döner gün gelir hesap döner… 

20’den fazla ülkede “Milliyetçilik Kuramları (Theories of Nationalism: A Critical İntrodustution)” milliyetçilik derslerinde temel okuma kitabı olarak kullanılmaktadır. Milliyetçilik Kuramları’na (Umut Özkırımlı) göre milliyetçilik söyleminin   3 temel özelliği vardır:

Millet her şeyden önce gelir… Millet kavramı suç sayılabilecek eylem ve davranışlarda bile temel bir meşruiyet kaynağıdır… Dünyayı biz ve onlar olarak ikiye ayırır: Kimlik ve karşı kimlik (öteki). Ötekilere göre üstün tuttuğu tanımı kendinden emin olamadığı için hep ayrı ve canlı tutar…

Tarih içinde hiçbir şey durduğu yerde kalmıyordu.

Ziya Gökalp’e göre millet, bir taraftan fertleri arasında tearüf (sempati), diğer taraftan fertleriyle başka milletlerin fertleri arasında tenakür (antipati) bulunan bir zümre demekti.  (Terbiye ve Milliyet, Muallim Dergisi, 1916)

Ötekilik (alterite) günümüzde başka anlamlar ifade ediyor.

Taner Timur, “Milliyetçi ideoloji ister istemez etnik ve ırk çağrışımları yapan bir ideolojidir ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu özellikleri dolayısıyla Batı’da itibarını kaybetmiş, Yahudi ve göçmen işçi düşmanı aşırı sağ hareketlere özgü bir ideoloji konumuna düşmüştür” diyordu. (Osmanlı Kimliği, İmge Kitabevi, 2010, 5.baskı, s. 65)

Çoğunlukla din ve milliyet gibi popüler kavramları kullanan demagoji halkın önyargı ve korkularına dayalı yapılan siyaset ve destek arayışıdır. Köleci toplumlara (Eski Yunan ve Roma) dayanan bir sömürge aracıdır.

Fikret Kızılok “Süleyman Demirel en büyük demagogtur Türkiye’de” demişti. Bugün yaşasaydı bunu kim için derdi acaba?..

Sınıf ayrımını din-millet sütresiyle ne kadar payandalarsanız payandalayın iflas etmeye mahkumdur.

İncir babadan zeytin dededen…

Zeytin Arapça bir sözcüktür. Bütün kutsal kitapların da adını andığı bir ağaç. Ölmez ağaç, Tanrı ağacı vs. Zeytin mitolojide de (Eski Yunan ve  Mısır) geçer.  İspanya’ya zeytin yiyecek maddesi olarak Araplardan,   Yunanistan’a ise Anadolu’dan geçmiş: Tanrıça Athena ile denizler tanrısı Poseidon, Atina şehrinin koruyuculuğu için yarışmaya girerler. Şehre en faydalı şeyi getiren kazanmış sayılacaktır. Poseidon atı, Athena ise zeytin ağacını getirir. Athena kazanır ve şehrin koruyucusu olur.

Zeytin dalı barışın simgesidir. Zeytin başka neyi çağrıştırıyor? Zeytinin ya Türkiye’de başına gelenler…

Sidal çok bilinen bir Kürtçe isimdir. Ağaç dalı gölgesi anlamına gelir. Mahrumiyet bölgesi tanımı ise genelde doğu ve dağ bölgeleri için söylenir. Yaşamsal olanaklardan yoksunluğu ifade eder. Bunlardan biri de ağaçlardır, zeytin ağacıdır.

Ankara’dan Bursa’ya bir yolculuk sırasında yine doğu kökenli olduğunu tanışınca öğrendiğim sempatik bir genç “Abi ben hayatımda hiç zeytin ağacı görmemiştim” demişti bana. Zeytinin yetişmesi için Türkiye’de artık denize yakın olmak  falan mı gerekiyor.

Musa’nın asasıyla Kızıldeniz’i ikiye ayırmasından 3 bin yıl sonra artık günümüzde iş makineleri, kavi robotlarla büyük barajlar dev gibi dağlar delip koca koca gölekler, göller yaratılıyor. Artık insanlık için hemen hemen her şey mümkün. İklimler, coğrafyalar bile değişebiliyor çünkü.

İnsanımıza bu tabloyu reva görenler unutmasınlar ki en güzel türküyü her zaman tabiat ana söyler. Güzel Anadolu’ya da silahların değil barış dallarının gölgesi düşsün!

Ağaç deyince bir yandan aklıma hemen Behçet Aysan ve Metin Altıok için kaleme alınmış “Kalem ve Toprak” adlı şiirin o güzel dizeleri de geliyor:

Bir kalem dikin toprağıma

İki ucu da açılmış sipsivri

Bir elime bir gece yapraklarına

 

Bir kalem dikin toprağıma

Tam da erken bahar vakti

Azar da kök salar belki

Elim gece yapraklarına

 

Bir kalem dikin mezarıma

Yan yana gelmemiş

Sözcükler var daha

(Hulki Aktunç)

https://tameruysal.wordpress.com/

 

 

Devamını Oku

Siyasal sistemlerde temsiliyet sorunsalı/2

Siyasal sistemlerde temsiliyet sorunsalı/2
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Tamer UYSAL

9 Kasım 1989’da Berlin duvarının yıkılması soğuk savaş döneminin bitişini simgeleyen ilk olaydı.  21 Kasım 1991’de Sovyetler Birliği’nin hukuken dağılmasıyla başlayan Anthony Giddens, Roland Robertson, Immanuel Wallerstein gibi teorisyenlerin dünya sistemi ve kapitalist küreselleşme yaklaşımlarıyla ifade edilen süreç ilk kez “Yeni Dünya Düzeni” deyimi ile aynı yılki Körfez Savaşı sırasında Bush’un ağzından duyurulmuştu. Küreselleşmenin üçüncü boyutunda tek kutuplu dünyanın uluslar arası ilişkilere bakışı güçlü savaş ve silah teknolojisiyle destekli sömürü biçimi ve işgal planı içeriyordu. Filistin’e örülen “utanç duvarı”ysa hem daha uzun hem daha yüksekti…

Burjuvazinin çıkarlarına uygun olarak şekillenen ulus devletler ekonomik ve teknolojik gelişmelerle beraber emperyalizmin geldiği noktada yeni güç odaklarınca uluslar üstü çıkarlara göre yeniden yapılandırılmaya başlandı. Çünkü aydınlanma çağı ile beraber feodal-ümmet toplumunun liberal-millet toplumuna dönüştürülmesiyle oluşan ulusal devletin korumacı üniter yapısı emperyalizm için giderek bir engel haline dönüştüğünden parçalanması gereken bir hedef konumuna gelmişti. Dünya Bankası, IMF, NAFTA, AB hatta BM gibi bütünleştirici örgütleri devreye sokan burjuvazi liberal kapitalizmi kurumlaştırmak ve çok toplumlu devletler kurmak gibi stratejiler geliştirmeyi amaçladı. Bunun sonunda gelinen neoliberal devlet anlayışı yerellik (subsidiarite) ilkesi üzerine kurulan yönetişimci iktidar yapısını esas aldı. Yerelleşmiş yönetimle üniter yapının merkeziyetçilik ilkesi çerçevesinde kalıp yerel yönetimlere idari yetki devri yerine siyasal gücün aşağıdan yukarıya iktidar paylaşımı temelinde yeniden düzenlenmesi (federalizm) hedeflenmiştir.  Bu aşamada ulus-devlet alttan yukarıya doğru aşınmakta ve etnik ayrışmalar derinleşip farklılaşma yaratmaktadır. Küresel aktörlerin rol oynadığı “özerklik”, “demokratiklik” ve “özelleştirme” gibi söylemlerle ileri sürülen sahte reform yasalarının altından çıkacak sonuç ise ulusal’dan koparılıp küresel sermayeye bağlanarak bir kar alanına dönüşen kamusal alanlarda bireylerin gereksinmeleri yerine küresel sermaye için kar alanına dönüşen yerel alanlardı.

Küreselleşme literatürünün David Held, Andrew Hurrell, Ngaire Woods gibi bilinen yazarları liberallerin küreselleşmenin esas olarak teknoloji ve özel birimlerin kararlarıyla geliştiği iddiasında olduklarını belirtirler. Herkese eşit oy hakkı verilmesi, refah devletinin kurulması ve ulusçu meşruiyetin baskın hale gelmesi, tarihsel olarak aşağı yukarı aynı zamanda ulus-devlet anlayışıyla ortaya çıkmıştı. Ancak sınıflı toplum yapısı bu haklarla kalkmamış sadece sınıf atlamayla ilgili sorun ve egemenlik biçim değiştirmişti. 90’lı yıllara gelindiğinde modern üretim biçimiyle demokratik muhalefetin yerini 1979’da Thatcher, 1981’de Reagan ve Türkiye’de de 1983’te Özal gibi isimlerle simgeleşen neo-liberal ekonomik politikalar ve parçalanmış muhalefet almıştı. Dünyada ve Türkiye’de bu gelişmelerin politik sonuçlarının başında yükselen milliyetçilik dalgası geliyordu. Yükselen milliyetçiliğe paralel bir süreç olarak gösterilen ulus-devletlerin çöküş sürecinde ön plana çıkan ise emperyalist amaçlı çok uluslu şirketler oldu. Sosyalist Blok sonrası ortaya çıkmış devletlerle birlikte ulus- devletleri küçülterek işlevlerini azaltıp ekonomik politikalarını denetlemek ve   yönlendirmek için 80’lerin sonunda yani küreselleşmenin üçüncü aşamasında yeni finans kaynakları arayan hegemon güçler İMF ve Dünya Bankası gibi uluslar arası kurumlarla dünya ekonomisinin daha önceden ayrışmış durumda bulunan parçalarını da bir araya getirerek küresel çapta çalışan bir ekonomi oluşturmak istemektedir. Yabancı sermayenin eline geçen ulusal kaynaklar ise bu planın bir parçasıdır.

Birleşmiş Milletler ile Dünya Bankası’na göre yerelleşme (desantralizasyon) yetkilerin topluma devrini ifade eden bir süreçtir, fakat özelleştirme olarak bilinen bu kavram özel sektöre devri içermektedir.  BM’nin 1992’de Rio de Janeiro’da yapılan Çevre ve Kalkınma Konferansı sonrasında oluşturulup Dünya Bankası tarafından da desteklenen Yerel Gündem 21 Projesi kapsamında kurulan kent konseylerine ısrarla özel sektörün paydaş olarak çağırılması örneği bu tanıma uyan bir uygulamadır. Böylece neo-liberalizmin küresel örgütlerince geliştirilen yerelleşme süreci devlet içi bir hareket olarak kamu kudretinin devletten sermayeye yetki aktarılması olarak anlaşılması gerektiğini göstermektedir. Türkiye’de dış borçların nerdeyse tamamına yakını yerel hizmet kuruluşları tarafından kullanılmaktadır. Türkiye’de de AB dayatmalarıyla hazırlanan neo-liberal reform yasaları kapsamında bu amaçlar doğrultusunda yerel yönetimlere yetki dağıtarak devlet bütçesi ve personel politikası gibi alanlarda merkezi devlet yapısının değiştirilmesi amaçlanmaktadır. Devlet reformu başlığı altında tanımlanabilecek yapısal değişiklik kamu personel reformu, kamu bütçe reformu, yerel yönetimler reformu ve kamu yönetimi reformunu içermektedir. Kamu personel reformuyla günümüzde yerel yönetimlerdeki gibi sözleşmeli personel sistemine geçilerek memurluk statüsünün tümüyle tasfiye edilmesi istenirken, eğitim ve sağlık gibi devlete ait temel hizmet alanlarının özel sektöre pay edilmesi düşünülmektedir.

Burjuvazinin bugünkü ideolojisi olan neo-liberalizmin kullandığı yönetişim (governance) kavramıyla yerleştirilmek istenen düşünce merkeziyetçi yönetim anlayışı yerine grup olarak fikir geliştirme eylemini geçirmek ve daha çok burjuvazinin finanse ettiği ve egemen olduğu siyasal partiler de dahil sivil toplum kuruluşlarına yer vermektir. Sosyalizm, demokrasiyi bir sınıfın kendi içerisindeki bireylerin yaşama düzeni olarak görür ve burjuvazinin iktidarında burjuva sınıfı kendi içerisinde demokrat iken ezilen sınıfa karşı despotizmi savunur. Marksistlere göre bugünkü koşullarda asıl güç ilişkisi ve kavga “sermaye ile sermaye” arasında cereyan etmekte ve egemen sınıfların sömürülen sınıflar üzerinde egemenliğini sürdürmeye yarayan bir baskı aracı olarak devlet içerisinde etkinlikleri göz önüne alındığında bu tür örgütlenmelerin rollerinin temelde varolan kapitalist sistemden etkilenerek sadece bağımlı ilişkiler geliştirebildikleri şeklindedir. Ortak menfaatler etrafında birleşen grupların politika sürecinde oynadıkları role dikkatleri ilk defa 20.Yy’ın başlarında ABD’li siyaset bilimci Arthur Bentley çekmişti. Arthur Bentley’e göre çıkar gruplarının yönlendirdiği grup hareketleri siyasetin temel kaynağıydı.  Daha sonra Bentley’i izleyen başka yazarlar konunun üzerine eğilmişler ve yaptıkları gözlemlerden bir genellemeye giderek bütün siyasal olayların çeşitli gruplarca iktidar merkezleri etrafında yürütülen faaliyetler ile açıklanabileceği görüşünü ileri sürmüşlerdi. “Grup teorisi” olarak bilinen bu görüş politikayı sadece grup faaliyetlerine indirgemesi ve onun diğer yönlerini ve unsurlarını ihmal etmesi bakımından eleştiriye açıktır.  Baskı grupları, siyasal partiler gibi bir siyasal güç olarak kabul edilmekte fakat siyasal partilerin tersine iktidarı ele geçirmek amacını gütmeyen bir örgüt olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir tanıma göre baskı grupları ortak menfaatler etrafında birleşen ve bunları gerçekleştirmek için siyasal otoriteler üzerinde etki yapmaya çalışan örgütlenmiş gruplar olarak da tanımlanabilir.  Türkçeye Latince “civitas” (kent) kökünden “civis”  ve yurttaşa ait anlamına gelen “civitis” sıfatından türetilmiş “yurttaş toplumu” demek olan sivil toplum terimi bireyleri asıl siyaset alanı olan siyasal iktidar mücadelesinden dışlamakta ve alıkoymaktadır. DKÖ yerine 90 sonrası STK kavramının tercih edilmesi ise söylemin kitleleri dışlayan burjuva ideolojisinin etkisiyle biçimlendirildiğinin açık bir göstergesidir. Devletle ilgili ayrılmaz unsurlar olan egemenlik ve iktidar kavramı ancak halkın demokratik-politik örgütlenmesi olarak siyasal partide temsil edilmektedir.

Siyasal düşünce toplumsal yaşamın bir yansımasıdır. Birey kişiliğini toplumsallaşma denilen olgunun ışığında toplumsal ilişkilerle bulur ve bireysel mutluluk toplumun mutluluğu içinde değer kazandıkça gerçek mutluluk düzeyini yansıtır. Bu aşamada siyasal iktidarın kaynağı ve kullanılış biçimiyle ilgili yanıtlanması gereken sorular yine egemenliğin aidiyetiyle ilgili insana ilişkin devlet-birey bağlamında vurgulanması gereken temel ideolojik sorunlardır. Yerleşik toplumlarla birlikte siyasi toplum (devlet) ortaya çıkınca sosyal ilişkilerle birlikte servet ve mülkiyet anlayışı gelişip devreye merkezi bir baskı aracı olan siyasal iktidar girmişti.  Egemenliğin üç temel unsurundan söz edilebilir. Bunlar, emretme gücü, para gücü ve zor kullanmadır. Emretme gücü hukuk kuralları koymak şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Toplumsal yaşamı düzenleyen hukuk kuralları devletin egemenlik yetkisinden kaynaklanmaktadır. Para kudreti ise para basmanın yanısıra vergiler ve diğer mali yükümlülükler koymak, bütçe yaparak kamusal harcamaları bu bütçe doğrultusunda harcamak yetkisini içerir. Zor kullanma ise, Devletin iç ve dış güvenliğini sağlamak, korumak için silahlı kuvvet bulundurma, gerektiğinde bu gücü kullanma yetkisini ifade eder. Kişisel mülkiyetle paranın üstün bir değer haline geldiği yerde sosyal adalet ve mutlulukla ilgili anlayış sarsılmıştır.

İlk çağlardan itibaren tanrı merkezli olan egemenlik giderek daha çok sayıda bireyi temsil eden insan topluluklarına (sınıf) aktarılmıştı. Eski Türklerde “kut” sözcüğüyle adlandırılan siyasal iktidarın yetkilerini tanrıdan aldığı varsayılmış ve iktidar kaynağını yeryüzüne indiren kavram töre olmuştur. Eski Yunanlılar ise siteyi yani devleti tanrının Helenlere bir lütfu olarak görerek barbarlardan onları ayıran bir özellik saydı. Romalılarla kurumlaşan dinsel iktidar hristiyanlık düşüncesi yoluyla tanrının yeryüzünde hükmetme hakkını kiliseye tanımıştı. Romanın yıkılmasıyla din devletine (teokratik yapı) yol açıldı ve egemen sınıfları temsil eden hükümdarla kilise mülkiyet hakkıyla beraber siyasal iktidarı da paylaştı.  Hıristiyanlık ahit (antlaşma) düşüncesiyle kutsal bir sözleşme inancını yaydı. Aziz Thomas gibi halkın doğrudan doğruya yöneticilerin seçimine katılması yerine seçkinci ve sınırlı bir iktidarı savunanlar kralın tanrıdan gelen gücü halk adına kullandığını söyleyerek sözleşme anlayışını ortaya attılar. Kur’an’a (Nsa suresi) göre de devletin esası ülülemre (devlet reisine) itaate dayanıyordu. İslami toplumsal düzene uyan Osmanlı Devleti’nde merkezi otoriteye yukardan örgütlenmiş bir bürokrasi egemen kılınmıştı.  İngiliz  hümanist yazar Thomas More bilinmeyen bir ülkeye ilişkin Yunanca “topos” (yer) sözcüğüne olumsuzluk öneki eklenmesiyle türetilen Ütopyası’nda yoksul ve küçük çiftçilerin kentlere göçettiği 15 ve 16. Yy’da sosyal değerlerin değişip yıkılmasına işaret ederek eşitlikçi bir toplum yapısı önerir ve mülkiyet hakkı toplumun temeli oldukça en kalabalık ve yararlı sınıfın yoksulluk, açlık, umutsuzluk içinde yaşayacağını ısrarla belirtir.

Siyasal düşünce tarihinin başından beri özünü oluşturan egemenlik kavramına siyaset terminolojisi içinde sistematik olarak ilk kez yer veren Jean Bodin olmuştur. İlk olarak Fransa Kralı 5.Charles tarafından “yüksek otorite-superior judge” olarak kullanılan egemenlik kavramı Jean Bodin döneminde, Latincede “majestas” kavramına karşılık gelmekteydi. Bodin, 1576’da yayınlanan “Cumhuriyet Üzerine Altı Kitap” (Six Livres de la Republi­que) adlı yapıtında iktidar ve onun ayrılmaz parçası olarak kabul edilmiş egemenliği, ülke üzerinde yaşayan bütün insanlar, bütün vatandaşlar ve tebaa (uyruklar) üzerinde, kanunla kısıtlanmayan latince “superanus”tan gelen Fransızca’daki karşılığı “souveraineté” sözcüğüyle en yüksek iktidar olarak tanımlamıştı. Niccolo Machiavelli’nin amaca giden her yol (araç) mübahtır şeklinde geliştirdiği politik düşünceyle iktidar kavramı güce dayandırıldı. Milli egemenlik kavramıyla demokrasi dolaylı yoldan sınırlanmış oluyordu. Thomas Hobbes 1651 yılında yazdığı kitapta mutlak güç ve yetkilere sahip egemen bir devleti Tevrat ve İncil’de kötülük temsilcisi olarak adı geçen bir su canavarıyla (Leviathan) tasvir etmişti.  Devin (devletin) bir elinde kılıç, diğer elinde ise başpiskoposluk sembolü bulunmaktadır. Hobbes’e göre iktidar biçimi bireylerin güvenlik içinde yaşamasını sağlayan mutlak monarşi idi. Hukukun kaynağı ise devletin iradesiydi. Bireyler sözleşmeyle hak ve özgürlüklerini tek taraflı olarak üçüncü bir varlığa yani egemen güce bırakmış oluyordu. Siyasal toplum ve egemenliğin kaynağının insanların yaptıkları bir sözleşme olduğunu savunan bir diğer düşünür de Haklar Yasası’nın imzalanmasında rol oynayan John Locke’tu. 1690’da yazdığı Hükümet Üzerine İki İnceleme (Two Treatise on Government) ile insanların başka insanlar üzerinde üstünlük kurma hakkının doğal olduğu savunuluyor ve otorite kurma hakkı üstün ve yetenekli insanlara tanınıyordu. Parlamentoda Whig’ler arasında yeralan Locke bu görüşüyle liberal bireyciliğin de babası sayılacaktır.  Kendisi de bir soylu olan Charles-Louis Montesquieu’in siyaset bilimine ve kamu hukukuna kazandırdığı en önemli ilke ise kuvvetler ayrılığı (seperation of powers)’dır. Montesquieu 1748 yılında yayınlanan “Yasaların Ruhu Üzerine” (on the spirit of laws) adlı yapıtta batılı demokratik sistemin temellerini ortaya atmıştır. Montesquieu’ye göre insanlar tarafından seçilen hükümet (temsili cumhuriyet) en iyi hükümet biçimiydi ve güç gücü sınırlayarak insanların özgürlüğü de sağlanmış olacaktı. Fakat demokrasi ilkeleri konusundaki inançlarına karşın insanların eşit olmadığına inanan bu düşünür köleliği onaylamıştır. O’na göre egemenliğin sahibi küçük bir azınlık olan soylulardır.

Sosyal ve siyasal güçler arasında denge kurmaya çalışan Montesquieu’e karşılık aklın egemenliğini savunan Jean-Jacques Rousseau toplumsal yaşamı doğal yaşam kadar özgür kılacak bir sistem aramıştır. Varlıklı ve yoksul ayrımının ortaya çıkmasına karşılık servet eşitliğinin mutlak olamayacağını düşünen Rousseau iktidarın kullanılması yönünden halk egemenliğini savunuyordu. Çünkü Rousseau’ya göre üretim tekniği geliştikçe mutlu yaşam son bulmuştur. Egemenlik anlayışının gelişiminde temel taşlardan biri olan halk egemenliği kavramı sınırsız (doğrudan) demokrasi anlayışının da temel kaynağı olup birey iradelerinin ayrı ayrı hukuki değer taşımalarını ifade etmekteydi. 1789’da toplanan Etats Generaux’ta halkı temsil ettiğini öne süren vekillerden birisi olan Emmanuel Joseph Sieyès ise anayasa hukukuna millet (ulus) kavramını soktu. Tıpkı Montesquieu gibi temsilcilerin seçmenler karşısında bağımsız olmalarını savunan Sieyès, aktif-pasif vatandaş ayrımı yaparak burjuvazi karşısında gelir düzeyi düşük bireyleri ikinci sınıf yurttaş durumuna indirgeyerek burjuva egemenlik düzenini hukukileştirmiştir. Montesquieu gibi soylu bir aileden gelen Alexis de Tocqueville de küçük bölgelere idari özerklik tanınarak siyasal özgürlük (katılımcı demokrasi) sağlanabileceğini ileri sürmüş ve kitle örgütleri yoluyla demokratik kültürün geliştirilebileceğini savunmuştur. Bir başka düşünür John Stuart Mill ise hedonizmin (faydacılık) 19.Yy’daki kuramcılarından birisi olarak çoğunluğun azınlığa hükmetmesine karşı azınlığı koruma ve mutluluğunu sağlama (utilitarizm) görevini devlete vermiştir.

Ulusal egemenlik teorisinin temsile dayanması, Fransız ihtilali döneminin koşullarıyla açıklanmaktadır. 1921 tarihli TC “Teşkilatı Esasiye” Kanunu Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenlik anlayışını kesin olarak ortadan kaldırmış ve millet egemenliği prensibini getirmiştir. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu şeklindeki hüküm 1921 sonrası tüm anayasalarımızda yer almaktadır. 1921 Anayasası ve cumhuriyetin ilk anayasası olan 1924 Anayasası, egemenliğin kullanılmasında tek yetkili organ olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kabul etmiştir. 19.Yy’ın siyaset alanının bütün düşünürleri gibi günümüzde de siyasal mücadele devlet ve egemenlik çerçevesinde otorite, eşitlik ve özgürlük gibi konular üzerinde verilmektedir. Demokratik bir hukuk devletine geçişi simgeleyen bu süreç demokratik ilkelere dayalı devlet sistemlerinin gelişmesine yaramıştır. Böylece hukuk kurallarıyla   ulusal ve uluslararası alanda sınırlandırılmış, bu bakımdan keyfi uygulamaların olmadığı, meşruiyetini halktan ve evrensel hukuk normlarından alan, temel insan hakları ve hürriyetlerini koruyan ve geliştiren, çoğunluğun yanında azınlığın haklarını da eşit şartlarda kullanabildiği bir anlayış ifade edilmektedir. Günümüzde hukuk  devletiyle ilgili en geçerli tanımı Rudolf Von Gneist yapmıştır. Hukuk devletini güvence altına almak için anayasayla kamu hak ve özgürlüklerinin düzenlenmiş olmasını yeter saymayıp uygulamada değer kazanmasını etkin bir denetim sistemine (yönetsel yargı) bağlayarak tanımlamıştır.

Endüstri devrimiyle üretim sosyal bir nitelik kazanmış, sermaye ve emek merkezileşmişti.  Girişim özgürlüğü ve bireycilik gibi ilkeleri savunan burjuva kapitalist sistem sosyal eşitsizlikleri yeniden geliştirdi. Bodin egemenlikle önce yasa yapıldığını sonra da yasalarla ulusal sınırlar içinde her şeyin yapıldığını söylemektedir. Örneğin sağlık, eğitim gibi alanlarda kilisenin hâkimiyeti kalktıkça modern yapılanma devlete dönüşmüştü. Ulusal sınırlar içinde tüm hayatı içeren bu işlevlerle devleti tanımlama imkânı bulundu. Oysa artık bu işlevlerin önemli bir kısmının devletin olmayabileceği, örneğin onun küçültülebileceği ileri sürülüyor. Fakat o zaman da gerçek bir yapılanma olarak devlet ve bu işlevlerle beraber düşünülebilen devlet kavramı anlamını yitirmiş oluyordu. Böyle bir süreç, ulus devlet yerine dayatılan sivil toplum kavramının neyi karşılayabileceği sorusuyla ulusal sınırlar içindeki bir uygulamayla ulus ötesindeki bir yasa odağı arasında kurulacak ilişkiyi akla getiriyordu. YDD olarak anılan ve kavramların içleri boşaltılarak yeniden doldurulduğu bu süreçte egemenlik kavramına ilişkin ulus devlete de yeni bir meşruiyet ilişkisiyle siyasî-hukukî bir yenilik getiriyor Ulus egemenliği esas alınarak örgütlenen ulus-devlet bu nedenle küreselleşmeyle birlikte tartışılan kavramların en başında geliyor… 

Sermaye için STK’lar bulunmaz bir nimet haline gelmiştir. STK’lar toplu pazarlık yapmaz, grev yapmaz, daha fazla ücret, sosyal hak talep etmez, aksine devletin sosyal işlevlerini yüklenir. Böylece, sosyal harcamaların finansmanı için vergi ödemesine gerek kalmadığı gibi bütçeden kendisine daha fazla teşvik alabilir. Siyasal İslam’ın savunucuları için de STK’lar bulunmaz bir nimet olmuştur. Çünkü islam’ın “hayır kurumları” ile STK’lar rahatlıkla özdeşleştirilebilir. Bu anlamda da cemaat düzeni üzerinden işleyen tarikatlar, bir anda “çağdaşlaşıp” STK olarak AB’ye uyumlu kurumlar haline gelebilir. AB fonlarından ziyadesi ile faydalanıp güçlenerek siyasal hedefleri doğrultusunda önemli bir adım daha atmış olurlar. Özetle, AB’ye uyum sürecinde Türkiye’nin kapitalist sisteme entegrasyonunu sağlamak amacıyla desteklediği STK’lar, Türkiye’de sermaye kesimi ile siyasal İslam’ın çıkarlarını ortaklaştırmaktadır (Yrd. Doç.Özgür Müftüoğlu)…

Siyasal partiler burjuva ideolojisi kapitalist sistemde farklı grupları temsil etmekle beraber iktidar mücadelesinin örgütlenmesinde de sosyal sınıflar için politik birer araç ve konaktır. 1960’lar dünya kapitalizminin içe kapalı Türkiye’ye  “ticarî emperyalizm” modelini dayattığı bir dönemdi. Dışa kapalı bir ekonomide iç pazarın sömürülmesi için, önce iç pazarın geliştirilmesi gerekiyordu. İkinci dünya savaşından sonra kapitalist dünyada uygulanan sosyal politikalara uygun biçimde bu tarihlerde Türkiye’de de küçük çaplı sosyal politika programlarıyla yeşeren emekçi kesimleri göstermelik örgütler içinde yönlendirme aşaması  yaşandı. Sosyal devlet de aslında emekçi yönetimlere karşılık kapitalizmin kriz döneminde ortaya sürdüğü bir formül oldu.  1980’lere gelindiğinde dünya kapitalizminin yürüyüş çizgisine uygun olarak, Türkiye’de de ticarî sömürü ve kapitalistleşme sürecinde oluşan borçların ödenmesi ve finansal kapitalizmin beslenebilmesi için tekelci burjuvazinin iç piyasa ve emekçileri baskılaması gerekiyordu. Kapitalist sistem 1980 ve globalizm sürecine 68’de bunalıma yol açan pazar alanlarının daralması ve kar oranlarının düşmesi gibi faktörleri yeniden aşarak ulus devletlerin egemenlik alanlarını sermaye ve malların serbest dolaşımına elverecek, emek ve ham madde kaynaklarına en ucuz şekilde sahip olmasını sağlayacak şekilde yeniden düzenleyerek ulaşmıştı. Liberalleşme (serbest piyasa ekonomisi) ile devlet finansman ve üretim alanlarına müdahale etmeyecek, ulusal pazar küresel ekonominin sömürüsüne tam anlamıyla açılacak ve böylece tekelci burjuvazi de krizden çıkarılacaktı. ABD’nin başı çektiği emperyalizmin hegemonyası altında bulunan çarpık kapitalizmin ürettiği bunalımların derinleşmesi sömürücü sınıflar arasındaki çıkar çatışmasını keskinleştirmişti. Derinleşen ekonomik krizin bedelini halk kitlelerine yüklemekte uzlaşan egemen sınıf büyük bir iç mücadeleye girdi ve alabildiğince küçük gruplara bölündü. Türkiye oligarşisi yani işbirlikçi-tekelci burjuvazinin ilk girişimi ise kendi içinde daha birleşik olduğunu varsaydığı merkez sağın iki partisiyle (ANAP-DYP çatısı altında) birleşecek egemen kesimler arasında bir uzlaşma aramak olmuştu. 18 Mart 1999 seçimlerinden sonra kurulan ve IMF’ye bağlanmış halk karşıtı politikalar yüzünden itibarını kaybetmiş ANAP-DSP-MHP koalisyon hükümetinin alaşağı edilmesiyle devletlerin yeniden yapılanma sürecinde görev bu defalık AKP hükümetine devredilmiştir. 3 Kasım 2002 seçimlerinde yüzde 35 oy alan AKP meclisteki sandalyelerin yüzde 66’sını kazanarak uzun yıllardır hiçbir partiye nasip olmamış bir çoğunluğa ulaştı. ABD’nin çıkarları için 1960-70’li yıllarda ortaya atılan, 1980’lerin sonunda geliştirilen programın uygulanması için bünyesinde korunan unsurlarla AKP en uygun yapıydı. “PNAC” (Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi)  adlı neo-con küre planı kapsamında pazarın kontrolü için yerelleşmenin hızlandırılması hedeflendi. Bu da yerel pazarların kapitalist sisteme daha da açılması demekti. Ilımlı İslam politikasıyla tarikatlara destek veriliyordu. Sovyetler birliği’nin çöküşünü hazırlayan askeri stratejistler tarafından yürütülen projeyle emperyalizmin yeni sağ (liberal-muhafazakâr) felsefesi Tayyip Erdoğan’ın politik danışmanı Yalçın Akdoğan’ın “muhafazakâr demokrasi” programıyla da Büyük Ortadoğu Projesi’nin stratejik bir ürünü olarak Türkiye’de devreye sokuluverdi…

Sosyal ve ekonomik çıkarları doğrultusunda çatışıp kendi içinde bölünen sömürücü sınıfların siyasal yansımaları özellikle tekelleşememiş sanayi burjuvazisi içindeki parçalanma ve içsel ittifak girişimleri biçimindedir. Günümüzdeki tüm düzen sınırları içindeki siyasal ilişkilerin temelini bu parçalanma ve girişimler oluşturmaktadır. 1950’lerden itibaren uygulanan yeni-sömürgecilik yöntemlerinin ortaya çıkardığı kapitalist gelişme sürekli emperyalizme bağımlı bir dizi yeni yatırım alanları ortaya çıkarmıştı. Özellikle ABD emperyalizmi, ilk dönemde, bir yandan işbirlikçi-tekelci burjuvaziyi geliştirip güçlendirirken, diğer yandan da sömürücü sınıf ve tabakalarla olan ittifakını sürdürdü. Bu işbirlikçilik 1965’teki seçimlere de yansıyınca Demirel yönetimindeki AP’nin tek başına iktidar olmasını sağlamıştı. Türkiye’deki geri üretim ilişkilerinin, feodallerin ve büyük toprak sahiplerinin politik temsilcisi olan DP’nin uzantısı olan AP bu sınıfla birlikte tekelci burjuvazinin siyasal temsilcisi konumuna geçmişti. Zaman zaman AP içinde görülen kaynaşmalar, tekelci burjuvazinin kendi iç çelişmeleri veya sanayicilerin tarım kesimi ile sanayicilerin ticaret kesimi arasındaki çelişmelerinden kaynaklanmaktaydı. İşte bu seçim sonucunun temelinde, emperyalizmin tüm sömürücü sınıf ve tabakalarla kurduğu ittifak yatmaktaydı. Küçük ve orta sermaye yatırımlarıyla ortaya çıkan yan sanayiler 1960 sonlarında palazlanmaya başlayan yeni bir kesime yol açtı. Bu kesim, giderek kendini diğer küçük ve orta sermaye kesimlerinden ayırarak başlı başına tekelleşememiş sanayi burjuvazisi olarak 1980’lere taşınmıştı. 1980 yılına gelindiğinde MSP tüccarlar ve dinci orta burjuvazinin temsilcisi olarak ortaya çıkacaktı.

 Türkiye’de burjuvazi (kapitalistleşme) ilki 1950’li yıllarda DP ve Menderes hükümetiyle diğerindeyse 1980’lerin ortasından itibaren ANAP ve Özal’la gerçekleşen iki dönemsel sıçrama yaptı. 12 Eylül koşullarında siyasal yasaklarla oligarşinin oluşturduğu “uzlaşma”nın ürünü olan ANAP, giderek kendi bünyesinde tekelleşememiş burjuvazinin güçlendiği bir parti oldu. Aynı yıllar monetarist Milton Friedman ve Friedrich August von Hayek gibi serbest piyasa düzeninin felsefi savunucularını baş tacı eden ve tüm liberal ülkelerde rastlanan “New Right” akımının (İngiltere ve ABD’deki liderleri Margaret Thatcher ile Ronald Reagan) Türkiye Şubesi eski MSP’li Turgut Özal da 80’lerin tamamen depolitize edilmiş, okumayan, merak etmeyen gençliğinin, talancı sermaye sahiplerinin bir numaralı idolü haline geldi. Amerikancı cuntanın desteklediği ve onun kurduğu ANAP’la oligarşinin çıkarlarının temsilciliği sürdürülmekle birlikte, tekelleşememiş burjuvazinin önemli bir kesiminin etkinliği arttırılmış ve bu kesimlerin çıkarlarının savunulduğu ve sözcüsü haline gelen bir siyasal parti oluşturulmuştu. 12 Eylül’ün ürünü olan holdinglerin temsilcilerinin ağır bastığı parti görünümü kazandıktan sonra ANAP içinde siyasal olarak kendini ifade eden tekelleşememiş sanayi burjuvazisi de emperyalizmle olan ilişkilerinin boyutlarına göre kendi içinde değişen ölçülerde bölünmüş durumdaydı. 1980  sonrasında uygulanan ekonomi-politikalar ve ülkenin emperyalist metaların açık pazarı haline getirilmesi, kaçınılmaz olarak, oligarşi dışında yeni çıkar gruplarının ve sömürücü kesimlerin ortaya çıkmasına neden olacak, 1990 yılından itibaren, emperyalist metaların yoğun olarak ülke içi pazarına girmesi ve ülke içinde yatırıma yönelmesiyle değişik emperyalist ülkelerin etkileri daha da belirginleşecekti…

Oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar da kendi içlerinde önemli çatışma içinde bulunan onlarca fraksiyona bölünmüştü. CHP bünyesinde ortaya çıkan ve kendisini CHP-DSP ayrışması olarak ifade eden bölünmenin temelinde, kendisine “liberal burjuvazi” de diyebileceğimiz orta sermaye kesimleri ile 12 Eylül sonrasında farklılaşan küçük-burjuvazi içindeki ayrım yatmaktadır. CHP de “Liberal burjuvazi” diye tanımlanabilecek orta sermaye ve küçük burjuvazinin bir siyasal temsilcisidir. TC’nin temellerinin atıldığı Sivas Kongresi, aynı zamanda CHP’nin de ilk kongresi olarak kabul edilir. CHP’nin kuruluşu burada filizlenir. CHP için “Devlet kuran parti” tanımlaması bu nedenle yapılmaktadır. Partinin 10 Mayıs 1931’deki 3. kurultayında ilk kez tüzükten ayrı olarak bir de program yapılarak “Cumhuriyetçilik”, “Halkçılık”, “Milliyetçilik”, “Laiklik” ilkelerinin yanı sıra “Devletçilik” ve “Devrimcilik” ilkeleri tüzük ve programına girmişti. Böylece partinin simgesi haline gelen “Altı Ok”la 6 ilke belirlendi.  Parti tüzüğüne konulan maddelerle parti ile devletin kaynaştırılması yoluna gidildi. 18 Haziran 1936’dan 29 Mayıs 1939’daki kurultaya kadar geçerli olmak üzere parti genel başkan vekili İsmet İnönü’nün yayınladığı genelgeyle hükümetle partinin birleştirilmesi kararı uygulamaya sokulmuştu. İçişleri Bakanı’nın parti yönetim kurulu üyeliğine alındığı ve genel sekreterlik görevinin verildiği, illerde parti il başkanlıklarına il valisinin getirildiği belirtilmiştir. 8 Haziran 1943’teki 6. Kurultay ise CHP’nin tek parti döneminde yaptığı son kurultaydı. 2 Ocak 1946’da DP’nin kuruluşu Celal Bayar tarafından yapılan basın toplantısıyla açıklanmıştı. 10 Mayıs 1946’daki 2. olağanüstü kurultayda ise parti genel başkanı ve cumhurbaşkanı İsmet İnönü yaptığı kurultay konuşmasında yeni seçim kanununun yasalaşmasından sonra seçimlere gidileceğini belirtip “serbest seçim hedefimizdir” demişti. 21 Temmuz 1946’da sonuçları çok tartışılan ve CHP’nin zaferle çıktığı çok partili dönemin ilk genel seçimi yapılmıştı. 17 Kasım 1947’daki 7. kurultayda “Genel Başkanlık Divanı” kaldırılarak yerine kurultayca seçilen 40 üyeli “Parti Divanı” getirilerek 12 kişilik Genel Yönetim Kurulu’nun Parti Divanı arasından seçilmesi uygulamasına gidilmiştir. Cumhurbaşkanlığı ile CHP Genel Başkanlığı’nın aynı kişide birleştirilmesi uygulamasına yeni bir biçim verildiği gibi Genel Başkanın, Cumhurbaşkanı kaldığı sürece, başkan olarak bütün yetkileri kurultay tarafından seçilen genel başkan vekiline devretmesi hükmü de tüzüğe  konulmuştu. Böylece Genel Başkan Vekilliği parti içinde çok önemli bir konuma getirilmiştir. 14 Mayıs 1950 seçimleri CHP’nin 27 yıllık iktidarının da sonu olmuştu. DP oyların yüzde 53,3’ünü alarak 408 milletvekiliyle tek başına iktidarı ele geçirmişti. CHP’nin 8. Kurultayı 29 Haziran 1950’de 14 Mayıs sonuçlarının etkisi altında gerçekleştirildi ve parti tüzüğünde önemli değişiklikler yapıldı. Genel başkan vekilliği kaldırıldı. İnönü’nün önerisiyle, genel sekreterin kurultayca seçilmesi, Parti Divanı üyesi sayısının 40’dan 30’a indirilmesi benimsendi. Kurultay’da İnönü, 488 oydan 487’sini alarak yeniden genel başkan seçildi. 1966’da CHP Genel Sekreterliği’ne seçilen Bülent Ecevit 1972’de İsmet İnönü’den CHP Genel Başkanlığı’nı devraldı ve CHP içinde ortanın solu görüşünün öncülüğünü sürdürmeye başladı. CHP-MSP koalisyonunun da başbakanı oldu. Ecevit’in “Dindar insanlarımızın, şeriatçi partilerin kucağına koşmamasını sağlayacak sol bir partiye ihtiyaç her zaman vardır” şeklindeki söylemiyle aynı doğrultuda sahiplenilen görüş CHP’yi giderek merkez partiye dönüştürüp Baykal’ın “Anadolu Solu” kavramıyla yeniden egemen olacaktır. 1985 yılında kurulan DSP 18 Nisan 1999 seçimlerinden yüzde 22 oyla birinci parti olarak çıktı. DSP’ye mensup bir milletvekilinin (Erdal Kesebir) partisinin varlıklıların partisi olduğuna dair tartışma ise ihracına kadar vardı. Aynı tarihlerde Sosyalist Enternasyonal’in Paris’teki 21.kongresinde İngiltere İşçi Partisi lideri Tony Blair’in enternasyonal sözcüğünün başındaki sosyalist kelimesini “orta sol” olarak değiştirme teklifi cazip gelmese de revizyonizm tarihinde ilginç bir gelişme olarak kalacaktır…

CHP temelleri 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde atılan hızla kapitalistleşmeden yana, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerine karşı olmayan heterojen yapısıyla tekelci burjuvazi kesimlerinden, büyük toprak sahiplerine kadar çeşitli sınıfların temsilciliğini yapmıştır. İşçilerin ideolojik bilinçlenmesinden kaygı duyan unsurlardan oluşan CHP’nin Genel Sekreteri Recep Peker’in İş Kanunu’yla ilgili olarak 1936 yılında “yeni kanun sınıfçılık şuurunun doğmasına veya yaşamasına imkan verici hava bulutlarını ortadan silip süpürecektir” açıklamasından anlaşılacağı üzere daha başta temel felsefesi hızla geliştirmeyi amaçladığı kapitalist üretim ilişkileri içinde emekçi yığınların yükselen tepkilerinin, “ekonomik” ve sosyal tedbirlerle pasifize edilmesi şeklindedir. 1965 seçimlerine ilk kez “Ortanın Solu” sloganıyla girip demokrasi tarihinin o güne kadarki en düşük oyunu alan CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün bu açıdan “Türkiye’ de sınıflar yoktur. Türkiye’ de köylüler ve kentliler vardır” demesi yeterince dikkat çekicidir. Klasik sosyal demokrat sol parti geçinen statükocu devlet partisi konumundaki CHP emekçilerin taleplerini bazı sosyal tedbirlerle geçiştirirken hızla emperyalist-kapitalist sisteme de entegre etmiştir. CHP’nin “halkçı” programı siyasal olarak orta ve küçük burjuvaziye dayanma özelliğinden kaynaklanmakta olup gerçekte sistem onarıcılığına soyunma şeklinde biçimlenmiştir ve Türkiye’de sisteme karşı gelişen devrimcilerin başını çektiği muhalif hareketler sürekli olarak CHP’yle temsil edilen sosyal reformist grupların tepkisiyle karşılanmıştır. Son yıllarda CHP eksenli gelişen çıkışlar ise geleneksel sosyal-demokrat “sol” parti olarak düşünülen CHP’yi liberal bir partiye dönüştürmek çabasından ibarettir. İngiltere’deki Tony Blair türü bir “üçüncü yolcu sol liberal parti” planlanmaktadır. Böylece Turgut Özal döneminde eski solcu aydınların transformasyonu ile başlatılan “sol liberal” dönüşüm tamamlanmış olacaktır. Bu planın gerçekleştirilmesinde zayıf halka olarak Deniz Baykal görüldüğünden, tüm “medya”nın okları ona yöneltilmiştir. 1989 yerel seçimlerinde sosyal reformistler Erdal İnönü’nün genel başkanlığında SHP ile iktidara taşınmış ancak SHP’nin birinci parti olarak çıkmasıyla hızlı bir talan süreci başlatılmış, belediyeler “arpalık” olarak kullanılmış ve 1991 yılında patlak veren İSKİ yolsuzluğuyla bu durum halk kitleleri nezdinde “sol”un tümüyle değer yitirmesiyle sonuçlanmıştı.   CHP’nin “sol liberal parti” haline dönüşüm sürecinin “Kemalist”, “devletçi” geleneksel CHP’den kurtulabilindiği oranda tamamlanabileceği varsayılmaktadır ve sol örgütlerin büyük ölçüde legalize olduğu süreçte CHP’nin dağılmış sol için kitlesel bir taban oluşturacağı sanısı da “medya”nın girişimleri için uygun bir zemin oluşturmaktadır. Oligarşik medyanın hedefi, bir bütün olarak solu ideolojisizleştirme ve kitleleri apolitikleştirmektir…

 1972’de kurulan MSP kobilere yaslanmış, sınıfsal olarak CHP tabanına yani orta ve küçük sermaye kesimleriyle beraber Anadolu’daki esnaf-zanaatkâr sermayesinin ve taşra tüccarlarının desteğini de almıştı. MSP, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin 12 Mart sonrası hükümetler dönemindeki hızlı ve hakimiyet sağlayıcı gelişmesine bir tepki olarak daha önce aynı gerekçelerle 1970’de ortaya çıkan ve 12 Mart döneminde kapatılan MNP’nin devamı olarak AP’nin politik geri çekilişiyle bir güç haline de gelmişti. MSP aslında, ülkemizin iç dinamiği gereği ortaya  çıkan ve ülkemizdeki emperyalist-kapitalist üretim ilişkileriyle filizlenen kapitalist unsurların tepkilerini bünyesinde toplamış bir parti idi. Bu tepkiler, özünde oligarşiye  karşı olan tepkilerdi ve anti-tekelci, anti-faizci tutumu da aslında, tekellerle faize karşı oluşundan değil, temsil ettiği orta sermaye kesimlerinin ekonomik olarak gelişmesini ve tekelleşmesini sağlamak için kendi politikasını sürdürmek istemesinden ileri gelmekteydi. Çünkü politik bir silah olarak kullanılan “din” ile beraber ayrıca köylülüğün de sınıfsal desteğini almıştı…

AKP ise Arap-İslam ülkeleriyle geliştirilen ekonomik ilişkiler neticesinde 70’li yıllarda sahnede yerini alan “Yeşil Sermaye”yle ABD emperyalizminin soğuk savaş döneminden bu yana hayata geçirmeye çalıştığı “Yeşil Kuşak” projesi kapsamında ortaya sürülen ve “ılımlı İslam” kavramıyla ifade edilen siyasal-ekonomik görüşün günümüzdeki uzantısıdır. Hem dindarlığa vurgu yapan hem de MNP-MSP-RP-FP’nin geleneksel tabanından gelen Recep Tayyip Erdoğan’ın “milli görüş gömleğini çıkardık” söylemiyle ışık yaktığı tekelci-işbirlikçi ve feodalite kalıntısı sermaye çevrelerince destekli Kasım 2002 seçimlerinde seçmen koalisyonu olarak doğmuş AKP’si, siyasi yelpazenin merkez-sağına konumlanmaya aday pragmatik ve uzlaşmacı bir siyasal parti olarak tanımlanmıştı. Şubat 2001’de devalüasyon, işsizlik, siyasal ve ekonomik belirsizlik ortamında birbirinin tekrarı yozlaşmış siyasal aktörlerinin rol aldığı TC kapitalizminin olağan krizlerinden birini daha yaşadığı istikrarsız süreçten mevcut siyasal yapıyla sorunlu ve feshedilmiş Fazilet Partisi’nden ayrılarak AKP’yi kurmuş “yenilikçi”! ikinci kuşak kadrolar kazançla çıktı. İktidara gelen AKP akabinde uluslararası piyasa güçlerinin talepleri doğrultusunda yüklendiği misyona göre kararlar almaya başladı. AKP Genel Başkanı hükümetin kurulması aşamasında açıkladığı acil eylem planıyla merkezi yönetimde yapacakları reformdan sonra yerel yönetim reformunu ele alıp bir yıl içinde tamamlayacaklarını açıkladı. 28 Mart 2004 tarihinde yapılacak yerel seçimlere yaklaşırken, kısa aralıklarla kabul edilen üç kanunla seçimlerin sonuçlarını etkilemeye yönelik düzenlemeler yapıldı. TBMM, 11 Aralık 2003 tarihinde, “3030 sayılı Büyük Şehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun”u görüşerek kabul etmişti. Temel olarak, büyükşehir belediyelerinin sınırlarının büyük ölçüde genişletilmesini hedefleyen 5019 sayılı kanunla illerin nüfusu baz alınarak, söz konusu illerdeki büyükşehir belediyelerinin yetki alanlarının, ait oldukları illerin sınırlarına eşlenmesini veya 50, 30 ve 25 km. yarıçaplı daireler çizilerek tespit edilmesini öngörmekteydi. Bu düzenlemeye bağlı olarak da kanunla, sınırları genişleyen büyükşehir belediyelerinin altında, “ilçe belediyeleri” ve “ilk kademe belediyeleri” kurulması ve çizilen yarıçap içinde kalan köylerin de “mahalle”ye dönüştürülmesi emrediliyordu. Çağdaş şehircilik ilkelerine ve kaynakların etkin kullanımına katkı sağlayacağı iddia edilerek yapılan düzenlemelerle ilgili teknik açıdan uygunluk ve farklı ihtiyaçları olan büyükşehirlerin hizmet gereklerini karşılamaya elverişli olup olmadığı üzerindeki tartışmalar bir yana bırakılmış Anayasa Hukuku açısından bazı ilginç tartışmalar ortaya çıkmıştı. Özellikle, teklifin ilk halinde ve komisyonda kabul edilen şeklinde yer almayan “Bu Kanunun yürürlük tarihinden önce seçim takvimi uygulamaya konulmuş olsa dahi, bu Kanun gereğince oluşacak yeni sınırlar büyük şehir belediyeleri için seçim çevresi kabul edilir. 28 Mart 2004 tarihinde yapılacak Mahalli İdareler Seçimlerinde  Büyükşehir belediyeleri için bu sınırlar, Yüksek Seçim Kurulunca esas olarak alınır” hükmünün, teklifin Genel Kurul’da görüşülmesi sırasında iktidar partisine mensup milletvekillerinin verdiği bir önerge ile metne eklenmesi, muhalefetin büyük eleştirilerine hedef oldu ve siyasî çıkar sağlama amacı güden bir hareket olarak değerlendirildi. Söz konusu kanun imzalanmak üzere Cumhurbaşkanlığı’na gönderilmişken, kabul edilen 5025 sayılı kanun, son genel nüfus sayımı sonuçlarına göre, il ve ilçe belediyeleri ile Büyükşehir belediyeleri sınırlarında kalan belediyelerden, nüfusu iki binin altına düşenlerin tüzel kişiliğinin kaldırılması ve bu yerlerin köy statüsüne çevrilmesi esasını getiriyordu. Seçim öncesinde “oy avı” için yapılacak yatırımların fazla dağıtılmaması amacını güttüğü söylenen bu düzenlemeyi de gölgede bırakan gelişmeyse hemen ardından 5026 sayılı kanunla getirilen düzenleme oldu. Söz konusu kanun, bir Büyükşehir belediyesi dahi olmayan Denizli İli sınırlarındaki 22 Belediye ve 25 Köyün tüzel kişiliğini kaldırarak, bunların Denizli Belediyesi’ne bağlanmasını öngörüyordu. Böyle bir düzenlemenin yapılış şekli ve zamanlamasına ilişkin eleştiriler ve sorular yanıtsız kalırken, bu ayarlamanın Başbakan Erdoğan’ın okul arkadaşı Nihat Zeybekçi’nin seçilmesini kolaylaştırmak üzere yapıldığına dair haberler basında geniş yer işgal etmişti. Muhalefet cephesinde, basında ve kamuoyunda sıklıkla dile getirilen bu ve benzeri görüşlerin altında, AKP’nin, “varoş” tabir edilen ve kendisince büyük oy potansiyeli taşıdığı varsayılan seçmen kitlesinin desteğinden yararlanarak, büyükşehir belediye seçimlerini lehine çevirmek istediği değerlendirmesi yatmaktaydı. Önsözünü Tayyip Erdoğan’ın yazdığı İngiliz klasik liberal iktisatçı Friedrich Aaugust von Hayek’ten büyük düşünür diye bahsedilerek sürekli alıntılar yapılan, “Muhafazakâr Demokrasi” adlı metinde   “muhafazakârlık serbest piyasadan yanadır” vurgusu yapan sosyal oportünist ve takiyeci AKP hükümetiyle kitlelerin kapitalist sistem ve kurumlarına duyulan güvensizlikle kopuş sürecinin tersine çevrilmesi, tepkilerinin törpülenip yeniden sistem içine çekilerek rejimle barıştırılması hedeflenmekteydi. AKP hükümeti de gecikmeden IMF programına bağlı kalacağını açıklamış, ABD ve AB gibi emperyalistlerle TÜSİAD gibi kurumların istemleri ve ihtiyaçları doğrultusunda icraatlar yaparak sandıkta yansıyan seçmene ait umut ve güveni beklendiği gibi aynı kitle nezdinde boşa çıkarmıştır. Bunların dışındaki diğer siyasal partiler ise yine sınıfsal olarak küçük-burjuvazinin farklı kesimlerinin radikalizmine dayanmaktadır…

1789 Fransız ihtilali, endüstri devrimi,  emperyalist gelişmeler, doğa (ampirik) bilimlerin ortaya çıkışının yol açtığı hızlı toplumsal değişmeler sonucunda 19. Yy’dan itibaren sosyoloji bilimi de gelişmeye başlamıştır. Sosyal bilimlerin ilerlemesine bağlı olarak siyasal yapı, kurumlar, süreç ve ilişkiler sistemli bir biçimde tanımlanarak geliştikçe siyaset sosyal bilimlerin bir dalı haline gelmişti. Auguste Comte’un isim babalığını da yaptığı sosyolojinin bir bilim olarak ortaya çıkışıyla bilimsel yönetimin sosyal dünyaya uygulanma fikri olan pozitivizm (olguculuk) akımıyla teoloji ve metafizik içermeyen, maddi dünyanın gerçeklerine dayalı felsefe ve bilim anlayışı doğdu. Osmanlı imparatorluğunun çöküş evresiyle TC’nin kuruluş yıllarında da Prens Sabahattin’in temsil ettiği ferdiyetçi Le Play Okulu’na karşılık ittihatçı kesim Comte ve ­Durkheim’ın görüşlerini savunan sosyolog Ziya Gökalp’in etkisini taşımaktadır. Kendine özgü milliyetçilik anlayışıyla pozitivizmden yola çıkan Gökalp, düşünce eksenini milli kültür, ulus ve terakki gibi konularda yoğunlaştırıp Osmanlı’nın çöküşüne çareler arayan İttihatçıların önde gelen ideologu oldu. Kadınlara bazı hakların tanınması, özgürlük, demokrasi,  ulusal burjuvazinin yaratılması, bilimsel öğrenim gibi batıya kıyasla eksik görülen aydınlanmanın bazı temel yanları önce Osmanlı toplumunda daha sonra da TC devletine uygulanarak ideoloji haline sokuldu. Dini, toplumsal birliğin sağlanmasında yardımcı bir öğe olarak değerlendiren Gökalp fikirlerini Emile Durkheim’in “dayanışmacılık” temelinde şekillendirdi. Bireyi temel alan liberalizm ile toplumu temel alan Marksizm’e karşı mesleki örgütleri temel toplum birimi olarak kabul ederek solidarizmde karar kılmıştı. Gökalp’e göre, toplumların gelişmesiyle ortaya çıkan işbölümü (taksim-i âmâl), fertlerin muhtariyetini doğurmuştur. Ziya Gökalp, yukarı ferdiyetçilik (şahsiyetçilik) yani milletin zekâ ve iradesini seçkin fertlerin temsil ettiğini savunarak milletin seviyesini millî dehâlık seviyesiyle ölçmekteydi. TC ideolojisi de Jöntürk batıcılığı, Almanya ve İngiltere’de hâkim olan yüksek ferdiyetçilik, toplumu ampirik bilgiyle açıklamaya çalışan pozitivistlerin etkisi ve eğitimde millilik esası dışında teknolojiye intibak için öğrenimin Avrupa’dan alınmasını öngören Gökalp milliyetçiliği doğrultusunda şekillendirildi…

Toplumdaki organize olmuş toplumsal ilişkilerin bir bütünü olan toplumsal yapıyı kültür (dil, inançlar, değerler), toplumsal sınıf (eğitim, meslek),  toplumdaki rolleri belirleyen statü (yaş, cinsiyet gibi edinilmiş statü ile bireyin sonradan kendi ilgileri sonucu kazanılmış statü) ve ayrıca toplumsal kurumlar oluşturur. Gruplar (toplumsal küme) ise yakın ilişkinin ve etkileşimin olduğu ve aynı değer, norm ve beklentileri paylaşan topluluklardır. Birincil kümelere (aile, arkadaşlık) göre ikincil kümeler geçici ve çıkar amaçlı bir araya gelmektedirler. Toplumsal Kurumlar ise toplumun yapısı ve temel değerlerin korunması açısından zorunlu sayılan nispeten sürekli kurallar topluluğudur. Emile Durkheim, toplumun temelini toplumsal bilinçte görmektedir. Durkheim endüstriyel toplumların ortaya çıkardığı bir sorun olarak Yunancadan gelen anomi (kuralsızlık) kavramına yer vermiş ve işbölümüyle ortaya çıkan davranışları sosyolojik yaklaşımla ele alıp açıklamaya çalışmıştı. Karl Marx ise burjuvazi ile proletarya (işçi sınıfı) arasında yaşanan çatışmanın temellerine inmiş rekabet, toplumsal değişim ve emek sermaye çelişkisi gibi toplumsal olgularla sınıf yapısının temeli olarak üretim ilişkilerini görmüştür. Marks, devlet ve düşünce sistemini toplumun üst yapısı olarak nitelendirmişti. Ekonomi yani alt yapı üretim araçları, üretim güçleri, üretim ilişkileriyle, üst yapı ise din, sanat, bilim, ahlak, kültür kurumlarından oluşur.  Marksistler köklü bir ihtilalci değişimden yanadır ve kolektif mülkiyetle sınıfsız toplum yapısına proletarya diktatörlüğüyle belirlenen bir geçiş döneminin ardından ve sosyalizmin hazırlık evresinden sonra varmayı hedefler. Marksist anlayışa göre, tam anlamıyla komünist bir toplumda, devlet ortadan kalkacak, el emeğiyle entellektüel faaliyet, kent yaşamıyla kırsal yaşam arasındaki tüm farklılıklar yok olacak, İnsanın emeğine yabancılaşması son bulacak, onun yaratıcı-üretici gücünün gelişimine sınır çekilmeyecek ve toplumsal ilişkiler yeteneğine ve herkese göre prensibiyle düzenlenecektir.

Teorik açıdan eşitsizliğin nedenleri konusunda sosyal bilimciler genellikle toplumların siyasal yapısı üzerinde dururken başta iktidar yönünü ele almaktadırlar. Toplumbilimci Tom B. Bottomore iktidar yapısını ve toplumsal güç ilişkilerini açıklamaya yönelik sınıf ve elit teorisi olarak iki temel yaklaşım ortaya atmış ve elit ile halk arasındaki farkı iktidar ve etki kavramlarıyla ifade etmiştir. Elitler toplumsal kurumlarda en üst ve karar verme sürecine en yakın konumları işgal ederek ellerine geçirdikleri olanaklarla toplumsal güçlerle kaynakları yönlendirip biçimlendirme ayrıcalığına sahiptir. Elit sözcüğünü Fransız ütopyacı sosyalist sosyolog “Claude Henri de Rouvroy Saint Simon”dan etkilenerek bilim alanında ilk kullanan İtalyan sosyologu Gaetano Mosca’ydı. Sözcüğün sosyal bilimler alanında yaygınlık kazanması ise yine bir İtalyan iktisatçı ve sosyologu olan Vilfredo Pareto sayesinde gerçekleşti. Pareto, elit’i, belirli hiyerarşik yapılanmalar içinde en üst konumu elinde bulunduranlar veya kendi faaliyet alanının en iyileriyle etkilileri olarak tanımladı. Elit, kendi çalışma alanlarında zirvede bulunan insanların oluşturduğu bir toplumsal sınıftı. Kurumsal iktidara sahip, toplumsal kaynakları kontrol edebilecek yerde olan, karar verme sürecini doğrudan veya dolaylı ciddi bir şekilde etkileyen, karşıtlarına rağmen istek ve amaçlarını gerçekleştirebilen bireyler olarak tanımlanmıştı. Elit kavramının kökeni Latince “eligre” ve “electa” sözcükleri olup dilimize Fransızca “elite” sözcüğünden geçmiştir. Eligre sözcüğü Latince’de seçme, electa ise seçilmiş anlamına gelir. Kavramın Batı toplumlarında günlük dilde kullanımı 17. yüzyıla kadar iner. Elitizm, bir toplumda, başta politik alan olmak üzere, tek tek hemen her alanda ön plana çıkan, doğuştan getirdiği yetenekleriyle veya sonradan kazandığı birikimlerle seçkinleşen insan ya da grupların varolduğunu veya olması gerektiğini savunuyordu. Eşitlikçiliğe karşıt bir yaklaşım olan elitizmin (seçkincilik) bilinen ilk tipik temsilcisi filozof kralların iktidarda olmasını savunan Platon, modern dönemde ise üst-insan (übermensch) kavramını ortaya atan Nietzche olmuştur. İlkçağın filozoflarından yakın zamanın burjuva filozoflarına kadar siyasal toplumun kuruluş ve yönetiminde etkin rol sadece belirli üst statülere (filozof, yaşlı, soylu vs) değer görülmüştür. 1930’lu yıllarda İngiltere ve Amerika’da yaygın olarak kullanılmaya başlayan elit kavramıyla ilgili Bottomore’un teorisi ağırlıklı olarak iktidar (güç) üzerinde yoğunlaşmasına rağmen öteki toplumsal kaynaklar üzerinde de durur. Elit teorisine göre toplumlar güç sahibi ve yöneten “azlar” ile yönetilen “çoklar” olarak iki kategoriye ayrılır. Elit olarak adlandırılan yöneten azınlık gücü tekelinde tutarken çoklar yani geniş halk yığınları ise kararları kabul etmek zorunda kalır.

İktidar yapısı içinde, bazı elit grupları öteki elit gruplarına göre daha güçlü olup elitlerin eliti diye “iktidar seçkinleri” olarak adlandırılmıştı. Amerikalı sosyal bilimci Dr.  Robert W. Mills’e göre temel toplumsal kurumlarda (siyaset, ekonomi, ordu, yargı, eğitim, medya vs.) etkili İktidar seçkinlerinin toplumu yönetme gücünü kitle iletişim araçlarını özellikle medyayı kullanarak kamuoyunu kontrol altına alma, yönlendirme ve baskı oluşturma gibi teknikleri kullanarak kitle kültürü yaratmaları sağlar. Kitle iletişim araçları da tekel oluşturduğundan farklı görüşteki bireyler benzer mesajlarla karşı karşıya kalır. Mills, Amerikan toplumunu iş çevreleri, siyasi çevreler ve askerler olmak üzere içice geçen üç elit kesimin yönettiğini belirtir. Jean Baudrillard ise bireylerin bilgilenme sürecini etkileyen  “İletişim” ve “Kitle İletişimi” aygıtlarının mülkiyetini elinde bulunduranlarda olduğundan toplumda egemenlik sağlama yolunun medya, bilgisayarlar, siber sistemler, bilgi işleme, eğlence ve bilgi endüstrisinde de söz sahibi olmaktan geçtiğini ileri sürmektedir…

Aydınlanma sürecinde rasyonalite (akılcılık), bireysellik, kentleşme, yurttaşlık, pozitivizm, ulus-devlet, sekülerizm, laiklik, işbölümü, uzmanlaşma, yabancılaşma gibi çeşitli temel kavramlar ortaya atılmıştır. Bu kavramlar sosyolojinin ilgi alanına girerken toplum, birey ve devlet arasındaki ilişkiler ve toplumsal yapıdaki değişim ve gelişmeler çeşitli yöntem ile yaklaşımlar çerçevesinde ele alınmıştır. Bu temel kavramlardan biri de toplumsal tabakalaşma (farklılaşma)’dır. Sosyal katmanlaşma (stratifikasyon), toplumda bireyler ve gruplar arasında var olan eşitsizlikleri (zenginlik, güç, prestij) tanımlamak üzere kullanılır. Bottomore, toplumsal tabakalaşma konusunda kölelik, zümreler (estates), kast ile toplumsal sınıf ve statü olmak üzere dört ana tipte ayırım yapmıştır. Kapitalist-sınıflı toplumda servet ve mülkiyete bağlı olarak ortaya çıkan tabakalaşmada sosyal yapıya göre yaş, cinsiyet, din, askeri statü gibi etkenler de rol oynamaktadır. Max Weber’e göre siyaset, kişinin diğer kişiler üzerinde egemenlik kurmasıdır. Weber, modern toplumda statü gruplarıyla etnik tabakalaşmanın da etkili olduğunu ileri sürmüş ve sınıf, statü ile parti arasındaki ilişkilere ve bunlardan kaynaklanan tabakalaşmaya dikkat çekmişti.  Toplum içinde bireyler işgal ettikleri mevkilere (statü) göre derecelenip örgütlenmişler, üretim sürecinde belirli ve benzer bir rol oynayan ve aşağı yukarı benzer ilişkileri yaşayan insanlar bütünü olarak toplumsal katmanları meydana getirmişlerdir.

Sanayi toplumuna geçişle birlikte geleneksel toplumlarda varolan kast ve feodal toplumdaki zümre (stand) tipi tabakalaşma yerini sınıf tipi tabakalaşmaya bırakmıştı. Sınıf sistemi ise endüstriyel toplumun karakteristik gruplarıdır. Sınıflar aynı sosyal statü ve benzer yaşam tarzında ortak çıkar ve hedeflere sahip bireyleri ifade etmektedir. Weberci anlayış toplumu üç temel sınıfa ayırmıştır. Buna göre mülk (mal) sahipleri üst sınıfı, göreceli olarak heterojen bir yapıya sahip olan ve belirli bir uzmanlaşma ve eğitim seviyesine sahip bireyler (profesyoneller) orta sınıfı ve ücretli işçiler işçi sınıfını oluşturmaktadır. Marksist düşüncede ise toplumlar, üretim ilişkileri ve üretim araçlarının mülkiyetine bağlı olarak iki temel sosyal sınıfa ayrılmıştır. Yani sosyal sınıflar üretim ilişkilerinin bir sonucu olup aralarında çelişki ve uzlaşmazlık vardır. Karl Marks’a göre kapitalist toplum üretim araçlarına sahip olan ve üretim araçlarını kontrol altında tutan yönetici sınıfla üretim araçlarından yoksun sömürülen sınıftan oluşur. Maddi üretim araçlarına sahip sınıf ekonomik olarak yönettiği gibi düşünce ve zihinsel üretim araçlarını kontrol altına alarak “ideoloji”yi biçimlendirip yayarak toplum üzerinde kültürel ve politik egemenlik kurmaktadır. İdeolojiler, toplumların ve toplum içinde yeralan grupların ihtiyaçlarına yanıt veren, kendi içinde uyumlu, ortak bir davranış tarzına neden olan benzer politik bakış açılarıyla birleşerek siyasal bir öğretiyi meydana getiren genel düşünce ve inanç sistemleri olarak tanımlanır. İdeoloji toplumsal ilişkileri kuran güçtür ve her toplumda egemen bir ideoloji (sosyalizm, liberalizm, muhafazakârlık vs.) bulunur. Üretim teknikleri farklı toplumlar (köleci, feodal, kapitalist, sınıfsız) farklı üstyapı kurumlarını (hukuk düzeni ve siyasal sistemi) oluşturur. Marksizme göre toplumsal yapının temeli ekonomidir ve üretim araçlarının mülkiyetinin tekelleşmesiyle üretim ilişkileri sonucunda ortaya çıkan artık değere el koyması (ekonomik sömürü), proletarya (işçi sınıfı) ile tekelci burjuvazi arasında sınıfsal uzlaşmazlığa yol açmıştı. Maddi yaşamın çe­lişkilerinden doğan evrensel gerçeklere dayalı sınıf görüşü ve praxis (teori ve eylem) olarak Marksist ideoloji, bireylere sınıfsal konumları içinde edindikleri bilinçli edinimlerle (manifest) üretim koşullarına göre geliştirebileceği yaşam tarzı konusunda fikir vermektedir. Sınıf savaşının odağındaysa “devlet” vardır…

İdeolojiler siyasal partileri birbirinden ayıran en önemli özelliktir. Siyasal partilerin belli bir ideolojiye dayanmakla beraber kurucuları, üyeleri ve seçmenlerinin sosyo-kültürel özellikleri ve örgütsel biçimlilikleri bakımından aralarında birtakım farklar ortaya çıkar. TC Parlamentosunu oluşturan seçilmişler (elitler) göz önüne alındığında dönem dönem değişme gösterdikleri görülmektedir. 1946’ya kadar sivil bürokratların önemli ağırlığı olan mecliste çok partili dönemle serbest profesyonel meslek sahipleri (başta avukatlar, mühendis ve mimarlar, doktorlar, dişçiler vs.) daha etkili konuma geçmişlerdir. Çok partili dönemin başında, hukukçuların yanı sıra, ticaret ve sanayi kökenli milletvekillerinin oranında da önemli bir artış gözlemlenir. Bu iki meslek grubu, (hukukçular ile tüccar ve sanayiciler) 1960’lı yılların ortalarına kadar meclisteki ağırlıklı konumlarını korudular. Serbest meslek sahipleri özellikle DP grubunda önemli bir orana sahipti. 1970’li yılların sonuna doğru sivil bürokrat ve yönetici kökenli siyasi elitler tekrar en etkin meslek grubu konumuna gelmiş ve bu durum günümüze kadar sürdü.

Türkiye’de sanayileşme arayışının planlı kalkınma hedefine dönüşmesi ve kurumsallaşması 1960’lı yıllarda şekillenmişti. Yerli tekelci sermaye Türkiye’de 1960’lara dek çocukluk çağını, 1960’larda gelişme dönemini yaşamış, olgunluk devresine girmesi ise 1971 sonrasında olmuştu. Dünya ekonomisindeki uzun dönemli kriz eğiliminin başlangıç yılları olan 1970’lerin ilk yarısı Türkiye’de ithal ikameci sanayileşme sürecinin üst aşamalarına geçiş yıllarıydı. Bu yıllar büyük ölçekli kamu işletmelerinin yanı sıra özel girişimciliğin güç kazandığı ve ücretli emekle sermaye kesimlerinin sınıfsal örgütlenmelerini kurumsallaştırdığı bir dönemdi. 1970’li yıllar boyunca dünya ekonomisindeki krizin de etkisiyle yaşanan periyodik iktisadi krizler bu iki sınıf arasındaki uzlaşmayı tehdit ederek, Türkiye toplumundaki sınıf çelişkilerini derinleştirip, siyasalaştırmıştır. 1963 yılı sanayi burjuvazisinin gelişim sürecinde önemli bir atılım yılı olmuş, 70’lerin sonunda gençlik çağını tamamlayarak mevcut ekonomik yapı içerisinde olgunluk dönemine girip varolan üretim ilişkileri çerçevesinde belli bir aşamaya ulaşmıştı. Tekelci kesim 1970’li yılların başında artık yeni bir atılım yapmak için mevcut sınıflar ittifakında yeni düzenlemeler talep etmeye başlamış, büyük toprak sahipleriyle ticaret ve sanayi burjuvazisi ittifakında ciddi çatlaklar belirmeye başlamıştı. Mart 1971 sonrası dönem, dünya piyasalarında fiyatların sürekli olarak yükseldiği bir dönem olmasına karşın, Türkiye’de tarım ürünlerinin taban fiyatları artırılmamış, köylüden sanayici ve tüccara kaynak aktarılmıştı. 1970’li yıllara değin Türkiye’de kalkınmanın esas yükünü çeken köylülük (küçük ve orta çiftçiler) toplumda yüksek bir oranda olmasına rağmen işçilerle beraber parlamentoda temsil gücünden yoksun bırakılmıştır. Sendikal yasaklar getiren Osmanlı döneminin Tatil-i Eşgal Kanunu (1909) ve TC dönemi İş Kanunu (1937)’ndan sonra 1982 Anayasası da işçilerin örgütlenmesini engellemeyi amaçlamıştır. 1960’lı yıllarda izlenen kalkınma politikasının ön plana çıkardığı teknik işgücü ihtiyacı ise özellikle kamu kurumlarında teknokrat/bürokrat olarak çalışan ücretli emeğin üst katmanını oluşturan ve yeni kurulup gelişmekte olan sanayinin oluşumuna sermaye sınıfının bir üyesi (girişimci)  olarak katılan mühendislere elitist bir nitelik kazandırmıştı. Ancak 1980’lere gelindiğinde askeri darbeyle planlı ithal  ikameci kalkınma stratejisinin terk edilip piyasa güdümünde dışa açık büyüme stratejisine geçilmesiyle yaşanan ekonomik dönüşüm süreci toplumun her katmanını etkisi altına aldığı gibi nitelikli emeğin de işçileşme eğiliminin derinleşmesine hatta yaygın bir işsizleşme/değersizleşme süreci içerisine girmesine yol açmıştı. Ekonomik ve toplumsal yapının tümüyle yeni bir örgütlenme tarzında düzenlenmesi süreci olan 1980’li yıllardan itibaren parlamentoda müteahhit milletvekillerin oranında çarpıcı bir artış gözlemlenir. TC siyasal yaşamında, oldukça etkili bir başka meslek grubu da askerlerdi…

Seçim kuralları ve siyasal partiler yasası siyasal makamlara geleceklerin belirlenmesi kadar bir ülkenin siyasal yapısını ve siyasal yaşamın işleyişini de belirlemekte ve siyaset biliminde geliştirilen değişik teknik, yöntem ve yaklaşımlar iktidar, hükümet, siyasal süreç, siyasal karar mekanizmaları ve üretilen politikalar konusunda farklı sonuçlara varılmasına yol açmaktadır. Türkiye’de siyasal karar alma süreçlerine katılan ve temsilci konumundaki siyasi elitlerin (milletvekilleri) profilleri incelendiğinde cumhuriyetin ilanından günümüze geçirilen sosyolojik evrim birlikte değerlendirilmelidir. Küreselleşme ve kapitalizmin yeni aşamasıyla beraber sosyal ilişkiler yerini piyasa ilişkilerine üretici güçler ise tekelci (emperyalist) ve işbirlikçi piyasa güçlerine bırakmıştır. Siyasal söylemin yerini egemen “piyasacı” eğilimler almıştır.

Günümüzde toplumlara egemen olan sosyal değerler hızla değişmektedir. Sosyal devlet adı altında uygulanan politikalar sosyal sınıf ve kesimler arasındaki gerilim ve farklılıkları çözememekte, küçük bir azınlık önemli bir güce sahip çıkarak tüm kaynaklara el koymaktadır. İnsan yerine şirket, üretim ve ihtiyaçların karşılanması yerine tüketici kitlenin sorunlarının çözümü esas alınmakta, buna karşılık yoksulluk ve işsizleştirme artmaktadır. Mali oligarşi (sanayi ve banka sermayesi) ekonomik yaşamı sermaye ihracını ön plana çıkartarak ele geçirmekte ya da askeri güç kullanarak halkları köleleştirmektedir. Bu politika sömürge ülkelerin işbirlikçi sınıflarıyla ortaklaşa yapılmaktadır. Emekçiler yanında siyahlar, kadınlar, etnik azınlıklar arasında da yoksulluk yaygınlaşmaktadır. Dünya nüfusu içinde yaklaşık yüzde 20’lik bir kesim zenginliğin yüzde 80’ini elinde bulundurmakta, kaynakların önemli bir bölümü bu kesim tarafından tüketilmektedir. Dünyadaki en zengin 200 kişi 50 ülkede yaşayan insanların toplamından 5 kat fazla gelire sahiptir. Borç fonlarının yüzde 80’ini elinde bulunduran 10 ABD bankası ve küresel medya şirketi dünyayı çıkarına göre yönlendirmektedir.  Bugün yenidünya düzeninin efendileri dünyanın en zenginleri olan ABD kartellerinin sahipleridir, dünyayı aslında bunlar yönetmektedir…

Günümüzde seçim sistemi tartışmalarının, iki turlu seçim sistemine kaydığı gözlense de temelde Türkiye’de her seçim döneminde seçimin “Nasıl yapılacağı” ve “yasasının” nasıl biçimlendirileceği tartışma konusu olmaktadır. Siyasal rejimleri birbirinden ayıran temel farkı yöneticilerin genel ve dürüst seçimlerle işbaşına gelip gelmemesinde arayan Duverger, seçime şöyle bir işlev yüklüyor: “İktidarı sınırlamak ve liberal öğreti gereklerini gerçekleştirmek konusunda gerçekte bugüne kadar denenen en etkili araçlardan biri yönetenleri yönetilenlere seçtirmektir”. Düzen partileri, egemen sınıfların “siyasal temsilcileri” olarak, temsil ettikleri kesimlerin çıkarlarını azami ölçüde gerçekleştirebilmek amacıyla, seçimlerden “en kârlı parti” olarak çıkma yarışına girmektedirler. Böyle bir “yarış”ta “en kârlı” olabilmek için, tüm düzen politikacıları ve onların siyasal partileri, temsil ettikleri sömürücü sınıfların çıkarlarını, tüm halkın çıkarı gibi sunabilmek ve bunu halk kitlelerine kabul ettirebilmek için her türlü araçla söylemi kullanmakta ve her yolu denemektedir…

Türkiye’de çoğunluk sisteminden 1964 yılından itibaren çevre barajlı d’Hondt sistemine geçilmiş, 1965’te milli bakiye (ulusal artık) uygulanmıştır. Osmanlı döneminden 1977’ye kadar sadece 3 erken seçim yapılırken 1983’ten günümüze tam 5 kez erken seçim yapılmıştır. 6 Kasım 1983’te düşük bir oy miktarıyla ANAP’ın hükümet kurduğu ilk 12 Eylül seçimlerinde parlamento ANAP, CHP ve MDP’den, 1987 seçimlerinde ise ANAP, SODEP ve DYP olmak üzere 3’er partiden oluşmuştu.  1987’ den sonra sürekli erken seçimler yapıldı. Bu seçimde aşkın ve eksik temsilde çok partinin yer alması, çifte barajın uygulanması, kontenjan milletvekilliği ile seçim çevrelerinin daraltılması rol oynamıştı. 12 Eylül Anayasasıyla getirilen siyasal yasaklarla, tutarsız/yanlış bir seçim sistemi ile partiler ilkel ve basit bir çoğunluk sistemine mahkum edilerek özellikle 1991-2002 arası açık ya da gizli ittifakların kurulmasına yol açmıştı. 10 Haziran 1983’te kabul edilen 2389 sayılı Milletvekili Seçim Kanunu ikili baraj sistemini getirmiş, 23 Temmuz 1995’te 4121 sayılı anayasa değişikliğiyle seçim barajı düşürülmüştür. 1995, 1999 ve 2002 seçimlerinde sadece ülke barajı uygulanmış, 1991’de ülke barajını aşmak isteyen partiler (DYP, SHP ve HADEP) seçimlerden önce ittifak yapmış, daha sonra ayrılmışlardı. Anayasa Mahkemesinin çevre barajını kaldıran iptal kararıyla yapılan 1995’teki seçimde ve bir önceki 18 Nisan 1999 genel seçiminde 5’er parti barajı aşabilmiş kurulan koalisyon hükümetleriyle dönüşümlü başbakanlık yapılmıştır. Seçim sistemine ilişkin tartışmaların odağında günümüzde yüzde 10’luk ülke barajıyla yönetim istikrarının yer aldığı, Avrupa Konseyine üye 46 devletin hiçbirinde rastlanmayan yüksek bir barajı uygulayan Türkiye’de, yurttaş iradesi temsil edilmemektedir. Yüzde 46.3 oranında temsil dışı oyla meclisin yüzde 98.5’unu ele geçiren iktidar ve muhalefet partileri ise bu durumu değiştirmeye yanaşmamaktadır. 18 partinin katıldığı, sadece 2 partinin baraj aşabildiği ve 8.5 milyon kişinin oy kullanmadığı 3 Kasım 2002’deki genel seçimlerde tek başına hükümet kuran ve yüzde 34.3’lük oyla TBMM’de yüzde 66.3’lük bir temsil olanağı bulan AKP iktidar meşruiyetini “istikrar için bu sistem gereklidir” savına dayandırmıştı.  CHP ise yüzde 3 oranında oy aldığı Diyarbakır ilinden meclise 2 milletvekili göndermiş, DEHAP 81 ilin 5’inde yüzde 45 oranında oy almasına rağmen ülke barajını aşmadığından parlamentoda bir tek milletvekilliği dahi kazanamamıştı. Etnik ve bölgesel bölünmeler aşırı çok partili sistemleri doğurmaktadır. 28 Mart 2004’te 6 parti (DEHAP, EMEP, ÖDP, Özgür Parti, SDP ve SHP) ise “Demokratik Güçbirliği” adı altında birleşerek yerel seçimlere katılmıştı. Türkiye’de nüfusun yarıdan fazlasını oluşturan kadınlar ise mevcut sistemde dışlanmaktadır. Parlamentoda temsil edilen kadın oranı yüzde 4.3, il genel meclislerinde temsil oranı yüzde 1.7, Türkiye genelinde belediye başkanlığında yüzde 0.6 ve belediye meclis üyeliklerinde kadınların temsilcilik oranı yüzde 2.5’dir. Cinsiyet ve etnik unsurların da bir arada temsilini sağlayan bir çözümün bulunması gerekmekte…

Siyasal partilerin mecliste grup kurabilmek için 20 üyeye sahip olmak gerekiyor (1982 Anayasası 95. madde). Bugünkü şartlarda bu bir partinin yüzde 3 ila 6 oranında oy oranıyla ulaşabileceği bir sonuçtur. Seçim barajı uygulayan bazı ülkelerdeki oranlar örneğin sırayla İsviçre’de 0, İsrail’de yüzde 2, Ukrayna’da 3, İsveç, Norveç ve Bulgaristan’da 4, Almanya, Romanya ve Rusya’da ise yüzde 5’tir. 18 Nisan 1999 seçiminde temsil edilmeyen partilerin oy toplamı 4.158.567 idi. HADEP ve CHP’nin temsil edilmeyen oylarının toplam oranı ise 12.4, temsil edilmeyen oy oranı ise 17.4 iken 2002’de 43.5 milyon seçmenin 13.1 milyonu oy kullanmamış 1/5’lik bir temsil sistemi ortaya çıkmıştır. 1995’ten bu yana son seçimlerde meclis dışında kalan partilerin geçerli oy oranları da giderek artmaktadır.

Türkiye’de siyasal temsil ile katılım sağlanmayışının altında yatan önemli sorunlardan birisi de toplumsal özgürlük yollarını kısıtlayan demokratik örgütlülükten yoksunluktur. 1876 Anayasası’nda dernek kurma ve toplantı yapma hakkı tanınmamış ve ilk dernekler kanunu 3 Ağustos 1909’da çıkarılmıştı. Gizli olarak faaliyet gösteren İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gerçekleştirdiği 1908 Meşrutiyet hareketiyle birlikte yasal bir değişiklik olmadan pek çok siyasal amaçlı dernek kurulmuş ve 8 Ağustos 1909’da Anayasa’ya eklenen bir madde ile dernek ve toplantı hakkı getirilmiştir. Bu kanuna göre dernek kurmak için izin almak gerekmiyordu. 14 Haziran 1909 Dernek kurma özgürlüğüyle ilgili ilk yasa olan “İçtimaatı Umumiye Kanunu” (Genel Toplantılar)  kabul edildi. 27 Haziran 1956’da bu kanun kaldırılarak yerine 6761 sayılı Toplantılar ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkında Kanun yürürlüğe girdi. Gösteri yürüyüşü hürriyeti teriminin ilk olarak kullanıldığı bu yasa, 1909 tarihli kanuna göre “hürriyetleri” sınırlayan pek çok kural getirmişti. 1934 tarih ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nun bazı kurallarında ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kullanılmasını engellemeye dönük keyfi uygulamalara yol açacak maddeler olduğu görülmektedir. 1938 yılında çıkarılan Cemiyetler Kanunu’ndan itibarense, dernekler için çıkan kanunlara derneğin amacına ve kurucularına ilişkin yasaklamalar getiren hükümler kondu. 1909 tarihli kanun 1938’de kaldırılarak yerine 28 Haziran 1938 tarihli 3512 sayılı Cemiyetler Kanunu kondu. Bu kanunla, (1909 kanunundaki) beyanla kuruluş yerine devletin izninin alınması esası getirildi. Dernekler kuruluş ve işleyiş açısından iktidarın sıkı denetimi altına alındı. 1909 tarihli Cemiyetler Kanunu’nun gerisinde kalan birçok hüküm benimsendi. 1926 tarihli Medeni Kanun’da öngörülen demokratik kurallar geçersiz bırakıldı. 1946 yılına kadar yürürlükte kalan kanun çok partili düzene geçilirken 5 Haziran 1946’da  (4919 sayılı kanunla) değiştirilerek 1909 yasasındaki beyan esasına dönüldü ve sınıfa dayanan dernek kurma yasağı kaldırıldı fakat derneklerle ilgili öteki siyasal yasaklar kalkmadı. 1961 Anayasası toplantı ve gösteriler için özgürlük alanını genişleten bir kural getirerek herkese önceden izin alınmadan toplantı ya da gösteri yapabilme olanağı sağlamıştı. 10 Şubat 1963’de 1956 tarihli yasa kaldırılarak yeni Anayasa doğrultusunda 171 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hürriyeti Hakkında Kanun çıkarıldı ve “Silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkının kullanılması izne bağlı değildir” ifadesi de yer aldı. 12 Mart 1971 tarihli hükümet darbesinden sonra 1961 Anayasası’nda yapılan değişikliklerle temel hak ve özgürlüklerin alanı daraltılarak toplantı ve gösteri yürüyüşleri özgürlüğü de kısıtlandı. 1946 tarihli Cemiyetler Kanunu anayasaya uydurulması gerekirken tersine bir gelişmeyle özgürlükçü hükümleri değiştirilerek 1938 yasasından da gerici bir yasa olan 1630 sayılı Dernekler Kanunu 22 Kasım 1972’de çıkarılıp dernek kurma hakkı daraltılmıştı. Derneğin kuruluşunu birçok formaliteyle zorlaştıran, bu formalitelerin yerine getirilip getirilmediğini idarenin incelemesine bağlayan kurallar getirildi. Beyandan söz edilmekle beraber fiilen izin sistemi uygulanmaya başlandı. 12 Mart darbesinin devamı niteliğindeki 12 Eylül askeri yönetimi temel hak ve özgürlüklere karşı otoriteden yana bir bakışın ürünü olarak yürürlüğe sokulmuş 1982 Anayasası ile özgürlükleri sınırlamayı amaçlamış, örgütle örgütlülüğü devlet için potansiyel bir suçla tehlike saymıştır. Toplantıların da suç odağı olabileceği mantığı ile hak ve özgürlükler kullanılamaz hale getirilmiştir. 6  Ekim 1983’de çıkarılan 2908 sayılı Dernekler Kanunu derneğin kuruluş bildirisini mülki amirliğe verince tüzel kişilik kazanacağına ilişkin 9. maddesi ile görünürde bildirim sistemini benimsemiş görünse de  10. maddesindeki “kuruluş bildirisi ve tüzüklerin idarece incelenmesine” ilişkin formalitelerle fiilen izin sistemini benimseyerek dernek kurma ve derneğe üye olma hakkında sınırlayıcı kurallar koymuştur. Kanuna baştan sona hakim olan yasakçı zihniyet üçüncü kısmının “Yasak veya İzne Bağlı Faaliyetler” başlığı altındaki 37-44. maddelerinde ve Derneklerin Denetimi başlığı altındaki 45 – 48. maddelerinde de kendini açıkça göstermiştir. 10-11 Aralık 1999’daki Helsinki toplantısında tam üyelik için aday kabul edilmesi ve 4 Aralık 2000 tarihinde Katılım Ortaklığı Belgesi’nin onaylanmasıyla Türkiye ile ilişkilerinin yeni boyut kazanmasından itibaren 3 Ekim 2001 tarihinde AB’nin istediği yükümlülükleri yerine getirmek için Anayasa’nın bazı maddelerinde değişiklikler yapıldı ve AB’nin yol haritasıyla bireysel hak ve hürriyetlerde genişleme sağlandı. Dernek kurma ve dernek içinde faaliyet göstermek gibi temel hak ve özgürlüklerle ilgili sınırlamalar hukukun genel ilkelerine aykırı biçimde İçişleri Bakanlığı ile Bakanlar Kurulu’nun takdirine bırakılarak tüzel kişilik elde etmeleri idareye bildirim ve fiili izin koşuluna bağlandı.

Dernekleri de yakından ilgilendiren Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’ndaki dernekler, vakıflar, sendikalar ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının kendi konu ve amaçları dışında faaliyet gösteremeyeceklerine ilişkin 21. maddesinin yürürlükten kaldırılması 1995’deki siyaset yasağının kaldırılmasına uyum sağlayan önemli anayasal bir değişiklikti. 3 Ağustos 2002 tarihinden itibaren idam cezasının kaldırılması ve farklı dil ve lehçelerde yayın ile öğrenime izin verilmesine ilişkin değişiklikler de gerçekleşmişti. Ancak Dernekler Kanunu’nun 38. maddesindeki değişiklikle dernek kurma yasağı kaldırılmakla beraber “Yüksek okul öğrencileri ancak kanunda sayılmış amaçlarla dernek kurabilir” denerek öğrenci derneklerinin amaçları sınırlanmıştır. Anayasa’dan siyasetle uğraşma yasağının çıkarılmasıyla ve Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun faaliyet sınırlamasını içeren 21. maddesinin yürürlükten kaldırılmasıyla çelişen böyle bir kuralın Dernekler Kanunu’nda yeri olmamalıdır. Kanunun 9. maddesinde “Dernekler, kuruluş bildirisini ve eklerini merkezlerinin bulunduğu mahallin en büyük mülki amirliğine vermek suretiyle tüzel kişilik kazanırlar” denilerek bildirim sisteminin benimsendiği görülmekte fakat kuruluş bildiriminin ve tüzüğün idarece incelenmesi kuralı, idarenin keyfi takdirlerine ve uygulamalarına yol açmaktadır. Kanunun 16. ve 17. maddesindeki üye olma hakkını sınırlayan kurallar ise olduğu gibi durmaktadır. 3 Ağustos 2002’de TBMM tarafından Dernekler Kanunu’nda yapılan düzenlemeler  kapsamında, kamu görevlilerinin kuracağı derneklerin faaliyetlerini sınırlayan 39. madde yürürlükten kaldırılmıştır ancak Dernekler Kanunu’nun 44. maddesinde,  derneğin bildiri yayınlaması 24 saat önce mülki amirliğe ve savcılığa bir örneğinin verilmesi koşuluna bağlanmakta “bildiri, beyanname ve benzeri yayınlar, mahallin en büyük mülki amirliğine verilişinden itibaren 24 saat geçmedikçe dağıtılamaz ve basına verilemez” denilmektedir. Bildiri vb. yayın ne olursa olsun suç tehlikesini önlemek bahanesiyle derneklerin faaliyetini önlemek istemekte, idarenin keyfi uygulamasıyla adeta öndenetim (sansür) getirilmektedir. Bu madde tamamen kalkmalıdır. Dernekler Kanunu’nda bir sürü yasak amaç sayılarak dernekleri sınırlayıp yeni kuralların getirilmesini kolaylaştıracak esnek yorumlara yol açan bir tutum sergilenmiştir. Türkiye, BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalamıştır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne göre her birey dernek kurma ve derneğe katılma özgürlüğüne sahiptir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesine göre ise herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğünü, kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmadan haber ya da fikir alma ve verme özgürlüğü ile örgütlenme özgürlüğünün (dernek kurma, toplantı, vb.) kullanılmasını da içerir. Son çıkarılan uyum yasalarına rağmen, 2908 sayılı Dernekler Kanunu vesayetçi ve otoriter karakteri ve idarenin keyfi müdahalelerine olanak veren hükümleri değişmediğinden, Türkiye’nin toplumsal ve demokratik gelişmesinin önünde bir engel olarak durmaktadır. 22 Mayıs 2003 tarih 4857 sayılı İş Kanunu, 6  Ekim 1983 tarih ve 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, 4 Kasım 2004 tarih ve 5253 sayılı Dernekler Kanunu ve daha diğer birçok tüzük, yönetmelik ve kararnameler halkın demokratik ve meşru hak arama yollarını sınırlayıp siyasal katılımdan yoksun bırakan hükümler içerir…

Son olarak felsefi anlamda yerel yönetim tartışmalarına baktığımızda; Jean-Jacques Rousseau ve Immanuel Kant gibi düşünürlerin yerel yönetimlere sıcak bakmadıklarını, Anne Robert Jacques Turgot ve Jeremy Bentham gibi yararcı düşünürlerin de genel-bireysel yarar arasında bir bağ işlevi görecek alt birimlere yani yerel yönetimlere ihtiyaç bulunduğundan sözettiklerini görürüz. Mesela Turgot’nun, köy belediyesi ve 15 km.’lik alan içinde kalan 30 köyün bir seçim çevresi oluşturması fikri benimsenmiş, 1790’da Fransız Devrimi’nin ardından gerçekleşen yeni yönetim örgütünü de etkilemiştir. Alman filozoflarından Rudolf von Gneist’de 1860’ta yayınlanan kitabında, yerel yönetimin, ulusun kendi kendini yönetmesinin önkoşulu olduğunu ileri sürmüştür. 20.yüzyıl ise yerel yönetimlerin altın çağı olmuş, “belediye sosyalizmi”nin, düşülküsel sosyalistlerin etkisiyle ortaya atılması bu döneme rastlamıştır. Belediye sosyalizmi 20.yy başlarında İngiltere’de geliştirilen bir akımdır. Toprak sahiplerinden çok çoğunluğa dayanan yerel yönetimin kurulması, birçok yerel yönetimin belediyelerce görülmesiyle hizmetlerin gerçekleştirilmesinde hükümetin temsili görevini görme ilkesine dayanmaktaydı, belediye sosyalizmi. Bu ilkelerin ortaya konmasında Fransız Mourice Hauriou ve İngiliz Sidney Webb etkili olmuştur. Sidney ve Beatrice Potter Webb gibi Fabian sosyalistlere göre insan yaşamının temel birimi yerel yönetim kooperatif, dernek ve sendika gibi sivil toplum örgütleriydi. Onlara göre güvenlik ve adalet de ulusallaşma belediye sosyalizmine karşıttı. Jean-Jacques Rousseau ise yerel gücün kaynağını yerel kuruluşlarda değil yurttaşların katılımında bulmuştur. Charles-Louis de Montesquieu, Jean-Jacques Rousseau ’nun etkisinde kalmış, yerel yönetimlere ayrıcalık tanınmasını doğru bulmamıştır. Fransız düşünür Alexis de Tocqueville de özgür toplulukların gücünün komünde toplandığını belirtmiş, her yerel birimin çıkarını ilgilendiren konularda karar verme yetkisine sahip olması gerektiğini öne sürmüştür. Hıppolyte Adolphe Taine gibi karşı devrimcilerse devrimden sonra yurttaşlara tanınan yetkilerin yeniden merkezi yönetime dönmesini savunmuşlardır. Taine gibi Pierre Joseph Proudhon da “Federasyon İlkesi” adlı yapıtında yerel yönetimin, merkezi yönetimin erkini sarsacak bir araç olduğunu savunmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nda da 19.yüzyılda kentlerin gelişmeye başlaması, azınlıkların ve etnik nüfusun isteklerinin artması dış devlet baskılarıyla yerel yönetim kavramının ortaya çıktığını ve yerleştiğini görüyoruz. Belediyelerin kuruluşuna kadar, belediyelerle ilgili işleri ise vakıfların yaptığını görüyoruz. Tanzimata kadar Arap ve islam geleneğiyle kadıların bazı belediye işlerine baktığını, Tanzimatla birlikte gelen bürokratik kadroların ise daha ekonomik örneğin vergi toplanması gibi işler için yerel yönetimlere önem verdiğini görüyoruz. Osmanlı’da ilk belediye kuruluşu 1855 tarihine rastlar. İlk belediye 1855’te İstanbul’da kurulur. Başında şehremini bulunan 12 kişilik bir tür kent kuruludur bu. Üyeleri de Osmanlı tebaasından ve güvenilir, saygın esnaf takımıdır daha çok. Daha sonra bu örgüt geliştirilmiş, daireler eklenmiş, yabancılar da üye ve danışma gibi görevlere getirilmeye başlanmıştır. 1870 tarihinde Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi ile köy komünlerinin yerine geçecek bir bucak yönetimi kurmayı amaçlamıştır. 200’den çok haneli köyler başında bucak müdürü olarak teşkilatlanacak, küçük köyler de bucaklar halinde birleştirilecekti. Ancak bu tüzük gerçekleştirilememiş köy yönetimi oluşturulamamıştır. 1876’da her kentte ve kasabada belediye örgütü kurulmasını öngören yasa çıkmıştır. Buna göre üyelerini halkın seçeceği belediye meclisi kentin genel kurulu gibi çalışacaktı. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra 1930 yılında 1580 sayılı Belediye Yasası çıkıncaya kadar da Osmanlı İmparatorluğu’nda yerel yönetimle ilgili yapı ve işleyiş ekonomi merkez ağırlıkta oldu. 1929’da 1426 sayılı yasa merkezin il yönetimi üzerindeki kısıtlayıcı öğelerini kaldırdı. 1987’de bu yasa yerine 3360 sayılı yasa çıkarıldı. 1961 Anayasası’nın 112. maddesinde “idarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır” denirken 116.maddesiyse il, belediye ve köy karar organları halk tarafından seçilir diyordu. 1961 Anayasası ile bugün yürürlükte olan 1982 anayasası arasında işleyişe ilişkin bazı ifade farkları vardır. Örneğin 1961 anayasası, seçilmesi gereken “karar organlarını halk seçer” derken, bu terim 1982 anayasasında “kanunda gösterilen seçmenler” olarak değiştirilmiştir. 1961 anayasası genel karar organları derken 1982 anayasası sadece karar organları terimini uygun görmüştür. 1982 anayasasıyla ayrıca yerel seçimlerin dört yıl yerine beş yılda bir yapılması ve içişleri bakanlığına geçici görevden alma yetkisinin tanınması gibi uygulamalar da konmuştur. 1961 anayasasında ise siyasal ya da başka bir nedenle keyfi biçimde görevden alma gibi bir hüküm bulunmamaktadır…

 DP’nin ihmali ve savurganlığı yüzünden gerçekleşmeyen planlı kalkınma 27 Mayıs 1960 devrimiyle gerçekleştirilmeye, köy ve kent arasındaki kalkınmışlık bakımından farkların giderilmesine çalışılmıştır. CHP Genel Başkanı “bence sokakların, mahallelerin de belediye hizmetlerine katkıda bulunması ve belediye çalışmalarını denetleyebilmek için örgütlenmeye başlamalarında yarar vardır” demiş, 1973 yerel seçimlerinden sonra ise yaşama geçirilen uygulamalarla yeni belediyecilik anlayışının geliştirildiği görülmüştür. Yeni belediyecilik anlayışında belediyelerin iş programlarını yerel kuruluşlara danışarak ve işbirliği yaparak hazırlayacakları ifade edilmiş ve belediyelerin birer yönetim birimi olmaktan çıkarılıp üretime dönük, üreticileri ve tüketicileri örgütleyen kuruluşlar haline dönüştürülmeleri öngörülmüştür. Ancak bütün bu düşünceler halkı yönetime katarak katkı da arttırmayı amaçlamışsa da, temsil sorununa ilişkin kesin çözüm içeren yaklaşım sayılmamaktadır. Günümüzde de yerel yönetimler, belediyeler, muhtarlık ve mahalle kurulları vb. sadece siyasal partilerin uzantıları konumunda görülmektedir…

Bugün Türkiye’de 3 bin (son düzenlemelerle iki bin) civarında belediye vardır, nitelikten çok nicelik ön plana çıkmaktadır. Belediyecilik ve mevcut kent yönetimi sosyal adalet, katılım, rant ekonomisiyle savurganlığı ortadan kaldırma, kaynak yaratıcılık ve üretim/paylaşım, birleştiricilik ve bütünleştirici olmak gibi temel ilke ve işlevlerle demokratik anlayıştan çok uzak kalmaktadır. Ekonomik ve sosyal sorunların çözümünde yönetim birimleri toplum temeline siyasal parti yasası ve seçim sistemi ise halkın temsiline dönük olmak zorundadır.

Devamını Oku

Siyasal sistemlerde temsiliyet sorunsalı/1

Siyasal sistemlerde temsiliyet sorunsalı/1
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Tamer UYSAL

Seçim siyasal konumlara gelecek temsilcilerin belirlenmesi işlemi ve sürecidir özetle temsil, meşruiyet, katılım ve iktidarı çağrıştırmakta. Seçim sistemi birtakım kurallar, teknikler, yöntemler, anlayışlar ile geleneklerden oluşur ve bu nedenlerle ülkeden ülkeye değişmektedir.

Seçim sistemi yani aynı sayıdaki geçerli oy miktarına uygulanan teknik ve yöntemler temsilci dağılımında farklı sonuçlar ortaya çıkardığından toplum gereksinimlerine uygun bir seçim sistemini oluşturmaya dönük tartışmalar süregelmiştir.

Genel anlamda bir seçim sistemi halkı temsil edecek iktidarın belirlenmesine yarayan yürürlüğe konmuş mevzuatın bileşenlerinden oluşan bütündür ve şeklen ilgili siyasal sistemi tarif eder. Siyasal sistem seçim sistemi yanında partilerin yapısı, seçim çevreleri gibi etkenlerle belirlenir.

Demokrasinin gerçekleşmesi açısından ideal temsil ölçüsü “doğrudan demokrasi”dir. Ancak doğrudan demokrasi biçimi erişilmesi mümkün olmamakla birlikte azami ölçüde yaklaşılmak istenen bir idealdi. Zira ne kaynaklık eden Atina site demokrasisi ne de Roma Devletinin sınırlı demokrasisi doğrudan demokrasi değildi. Günümüzde uygulanan şekli İsviçre’nin bazı kantonlarındaysa sadece idealize edilmiştir.

Yarı doğrudan demokrasinin uygulayım zorlukları “temsili demokrasi”yi doğurmuştur.  Temsili demokrasinin dayandığı temel çoğulculuk anlayışı ise katılım ve denetim gibi sorunlar içermektedir. Demokrasi anlamında günümüzde çoğu parlamenter sistem temel haklar ve özgürlükler konusunda bile sınırlı ve simgesel öğeler taşırken seçimlerde amaç düzenin meşruiyetiyle bireyin denetlenmesine kadar indirgenmiştir.

19.Yy sonuna kadar batıda topluma egemen varlıklı sınıflar seçme ve özellikle seçilme hakkını kendi sınıfına ayrıcalıkmış gibi gördüler.  Eski Yunan sitesinde vatandaşlar ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal haklara sahip sınıfı oluşturuyordu, kölelerin hiçbir hakkı yoktu. Romalılarda da halk meclislerine (Forum) katılım hakkı sadece Romalılara aitti ve merkezden uzaklaştıkça yönetime etkin katılım sınırlanmaktaydı yani Eski Yunan’dan daha da geri bir durumdaydı.

Günümüzde sınıflı toplumdan hukuksal anlamda söz edilmese bile fiili anlamda sosyal-ekonomik ve kültürel nedenlerle siyasal katılım araçlarını toplumun üst kesimleri kullanmaktadır. Sınıf, ırk, din, dil, yaş, eğitim, cinsiyet ayrımı günümüzde de etkendir ve en önemli şart gene varsıllıktır. Kadınlar, zenciler, kentlerin yoksulları, kırsalın emekçileri uzun süre temsil hakkından yoksun tutulmuşlardır.

Siyasal partiler ortaya çıkıp anayasa yazılınca genel oya kadar halk kesimini iktidardan uzak tutan sınırlı oy hakkı dünyada önce sanayileşen İngiltere’de gelişti ancak Eski Yunan’da da temsil hakkı olmayan kadınlar ikinci dünya savaşının sonuna kadar fiili cinsiyet sınırlamaları yüzünden yönetime katılamadı. 1935 Almanya’sında naziler “Nurenberg Kanunları” ile yahudilere, ABD ve Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerde ırkçılar işgal edip sömürdükleri ülkelerin yerli halklarına ve zencilere temsil hakkı tanımamışlardır. K.İrlanda’da ise din-mezhep ayrımı yapılarak katoliklere sınırlı oy hakkı tanırlar.

Zenciler için öne sürülen vergi ödeme koşulu gibi bir uygulama günümüzde de siyasal partilerden aday olacaklara belirli miktar bile olsa para yatırılması şeklinde ülkemizde de sürüyor. Hele listelerin üst sıralarında yer bulabilmenin yolu kesinlikle ekonomik güç sahibi olmaktan geçiyor büyük kentlerin belediye başkanlıklarına hep işadamları, zengin tüccarlar getiriliyor çünkü aday olabilmek için etkin ve pahalıca seçim kampanyaları gerekiyor. Fırsat eşitsizliği ise demokratik seçim ilkesiyle hiç bağdaşmıyor…

Yaklaşık 200 yıldır siyasal yaşamda seçim olgusu belli başlı çoğunluk ve oransal (nisbi) türlerde gelişip yapılagelmiştir. Temsilde adalet ve yönetimde istikrarı birarada gerçekleştirmeyi amaçlayan yaklaşımlar nedeniyle karma biçimler uygulanır hale getirildi. Genel olarak devlet başkanları ve belediye başkanları çoğunluk, milletvekilleri ile yerel meclislerin üyeleri nisbi seçim sistemleriyle belirlenmektedir. Ülkemizde de yerel yöneticilerin (mahalle muhtarları dahil) seçiminde adi çoğunluk, cumhurbaşkanlığı, meclis başkanı, dernek, sendika, yüksek mahkeme gibi organların ve birimlerin temsilcileri belirlenirken de nitelikli (oranlı) çoğunluk yöntemi tercih ediliyor. Bütün seçimlerde belirleyici etken olarak “çoğunluk” kavramı öne çıkıyor. Yani toplumun çoğunluğunun oyunu almakla seçim işlemi tamamlanıyor. Basit çoğunluklu bir sistemde yüzde 10’luk bir oy oranı bile parti ya da adaya temsilcilik şansı vererek meşruiyet sorununu doğurabilmekte mutlak -İki turlu- çoğunluk sistemiyle ise ancak büyük ve merkez partiler iktidar olma fırsatı yakalamaktalar…

Birçok seçim sistemi sakıncaları nedeniyle uygulama alanı pek bulmaz, ya geçici ittifaklara yol açar veya siyasal partilerin bölünüp çoğalmasına. Bu durum ise siyasal sistemde sürekli krizlere yol açar. Barajlı seçim sistemlerinin geliştirilmesi   bundan. Bu yüzden 300’e yakın türde nisbi seçim yöntemini denemişlerdir. 1961’den günümüze kadar ülkemizde de parlamento, belediye meclisi ve il genel meclisi seçimlerinde istikrar sağlamak için d’Hondt yöntemi uygulanır.  Ancak bu yöntem de temsilde adalet ilkesiyle uyuşmaz. Siyasal iktidara istikrar sağlamayı amaçlayan ülke ve çevre barajları bir dönem (1983-1995) Türkiye’de de uygulanmış ve marjinal partilerin parlamentoya girmeleri engellenmiştir. Anayasa mahkemesinin çevre barajını kaldırdığı 1995’ten günümüze ise tek baraj uygulaması devam ediyor. Kalan ülke barajı temsilci dağılımını seçim çevresinde büyük partiler lehine değiştirebilmekte bazı seçim bölgelerinde daha az oy alan partiler salt barajı aştıkları için temsilci çıkarmaktadır.

Ülke barajı çoğu ülkede yüzde 1 ila 5 arasında uygulanır. Türkiye 1980’e kadar barajsız d’Hondt sistemini uyguladı ve daha sonra dünyada hiç bir ülkede olmayan oranda yüksek bir barajı tercih etti. TBMM için 1983, 1987 ve 1991 seçimlerinde hem yüzde 10 ülke hem de yüzde 17-50 arasında değişen çevre barajı birlikte uygulanmış ve temsilde adalet ilkesi büsbütün bozulmuştu. Çevre barajları düşürülerek temsil adaleti sağlanmak istendiyse de temsil sorunu çözülememiş 2002 seçimlerinden önce seçim kanununda yapılmak istenen değişiklik parlamentoda yeterli çoğunluk sağlanamadığından gerçekleşmemişti.

Çok partili sistemde de seçmenlerin yüzde 15-20 gibi küçük bir oy oranı temsil edilmeyenlerin oranını yüzde 60’lara kadar çıkabilmekte seçim çevresiyle ülke genelinde eksik veya aşkın temsile yol açmaktadır. 18 Nisan 1999 seçimlerinde temsil edilmeyen oy oranı yüzde 17.41’di. 3 Kasım 2002 tarihli seçimde temsil edilmeyen oy oranı yüzde 46.16’ya ulaşırken sadece 2 parti barajı aştı. Seçimlere katılan diğer 16 siyasi parti barajı geçemedi. AKP siyasal istikrar ve tek partili hükümeti esas alan seçim yasasıyla toplam seçmenin %26’sı ve kullanılan oyların yüzde 34,5’i ile parlamentonun 2/3’ünü ele geçirdi. 2002’deki seçimde 8.5 milyon seçmenin oy kullanmaması dikkat çekici idi. 2007’ye girerken 2 partili
TBMM’de 22.dönem sandalye dağılımında 7 partinin adı geçmektedir.

Temsil adaleti ile hükümet istikrarı ikileminde baraj engeli seçim bölgelerinde sistematik olarak büyük partilerin daha da güçlenmesine yol açtı.  Küçük partilerin yararlanması için aşkın ya da eksik temsili biçimsel olarak aza indirgemek ve nispi temsilin olumsuzluklarını aşmak yönünde çoğunluk sisteminin unsurlarını da taşıyan karma sistemler (Klasik Sainte-Lague) geliştirilmişti…

Türkiye anayasa ve seçim sistemi en sık düzenlenen ülkelerden biridir. 23 Aralık 1876 Anayasası’na (Kanun-i Esasi) göre Osmanlı döneminde ilk parlamento 1877’de yapılan seçimle oluşturulmuş ancak savaş ve olağan üstü koşullar gerekçe gösterilerek görevine ara verilmişti. İlk genel meclis (Meclis-i Umumi), padişahın atadığı üyeler (Hey’et-i Âyan) ile halk tarafından seçilen üyelerden (Hey’et-i Meb’usan) teşkil edilmiştir. Seçilebilmek için “az çok emlak sahibi” olmak gerekiyordu. Hey’et-i Ayan’ın üye sayısı Hey’et-i Meb’usan’ın üye sayısının üçte birini geçmezdi. Ayan olabilmek için ise eser ya da hizmetleriyle tanınmak ve kırk yaşını doldurmak zorunluydu. Siyasal partilerin henüz kurulmadığı ve İstanbul dışında uygulanmadığı dönemin ardından 1908’de ikinci meşrutiyetle yapılan siyasal değişikliklerle Osmanlı döneminin en uzun süre görev yapan meclisi oluşturulmuştu. 1908 seçim yasası 1942 yılına kadar geçerli oldu. 1914 seçimlerinde Anadolu’daki idare meclis üyeleri 2.seçmen sayılarak kendi aralarında milletvekillerini belirlemiş (Meclis-i Mebusan) Osmanlı eyaletleri kendi yerel meclislerini oluşturmuştu. İttihat ve Terakki Fırkası baskısı altında ve muhalefetsiz 1908, 1912 ve 1914 seçimleri de yapılmış, Meclis-i Mebusan’ın 1919 yılındaki son seçimden sonra İstanbul’un emperyalist işgali üzerine dağıtılmasıyla 5 Ekim 1920’de bazı meclis üyeleri  Ankara’da toplanmasına karar verilen meclise katılmışlardır.

Osmanlı Hükümeti’nin iş yapamaz duruma gelmesi durumunda, geçici bir hükümet kurulacak ve bu hükümet üyeleri milli kongrece seçilecekti. Amasya Tamimi’yle yapılan çağrı üzerine Kurtuluş savaşına katılan güçlerin temsilcileri Erzurum ve Sivas’ta toplanmış Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleşerek işgale karşı İstanbul hükümetinin baskısına rağmen toplu direnme kararı almışlardı. En kısa zamanda Anadolu’da millet temsilcilerinden oluşan bir meclis toplanıp bu meclisin kuracağı hükûmetle millî mücadele tek merkezden yürütülecekti. 16 kişilik bir “Heyet-i Temsiliye” oluşturuldu. Heyet-i Temsiliye ile temas ve anlaşma zemini arayan İstanbul Hükûmeti, temsilcileri vasıtasıyla 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya’daki görüşmeden sonra bir Millet Meclisi toplanmasına ikna olmuştu. Ulus topyekün kendini savunacak ve direnilecekti. Heyet-i Temsiliye millî teşkilâtın kuvvetlenmesi yolunda -bütün engelleri aşarak- azimle çalıştı. Kuvayi Milliye’ yi kuvvet tanımak ve milli iradeyi hakim kılmak temel prensipti. Hıristiyan azınlıklara siyasal hakimiyetle sosyal dengeyi bozacak imtiyazlar verilmeyecek manda yönetimi kabul edilmeyecekti. Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetince desteklenen Ulusal Meclis’in derhal toplanıp hükümetin meclis tarafından kontrol edilmesine çalışıldı.  Kurtuluş savaşının başında Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti, aldığı 19 Mart 1920 tarihli kararla, İstanbul Meclisi’ne seçilmiş olup da Ankara’ya gelebilecek mebuslara ek olarak her livada (sancak) 5 temsilcinin yine iki dereceli seçimler ve eski hükümlere göre seçilmesini öngördü. TBMM bu biçimde oluştu. Son Osmanlı Mebusan Meclisi‘nin gizli oturumunda, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde alınan kararlar doğrultusunda 28 Ocak 1920‘de kabul edilen Misak-ı Milli, 12 Şubat 1920‘de tüm dünya parlamentolarına da açıklanarak Osmanlı Mebusan Meclisi’nin feshiyle (11 Nisan) ve TBMM‘nin kuruluşuna (23 Nisan) giden yol açılmıştır.

1923’te TC’nin ilanından önce partisiz yapılan seçimlerden sonra 9 Eylül 1923’de Halk Fırkası kurulmuştu. Kurtuluş Savaşını örgütleyen ve yürüten  “Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti” de 20 Kasım 1923’de Halk Fırkası’nın bünyesine katılmıştır. Partinin adı 10 Kasım 1924’de “Cumhuriyet Halk Fırkası”, 1935 yılında da (4. Kurultay)  “Cumhuriyet Halk Partisi” oldu. 1923’ten 1943’e kadar tek partili siyasal rejimle CHP’nin etkin olduğu seçimlerde katılım oranları devletin ulaşım olanaklarıyla o zamanki iletişim araçlarının düzeyi sebebiyle düşük (1927’de yüzde 27) kalmış, 1935’ten sonra kadınların siyasal yaşama girmesi ve CHP’nin de seçmen desteğini kazanmasıyla yüzde 80’lere çıkabilmiştir. Kapitalist sistemin buhranı ve ikinci dünya savaşının yaşandığı yıllarda gerçekleşen 1923 ve 1943 arası seçimler CHP’ye yaramıştır. TC döneminde yapılan ilk erken ilk tek dereceli ve ilk çok partili seçim 1946 seçimleridir. Seçimlerin iki güçlü partisi DP ve CHP eksik ya da aşkın temsile yol açmasına rağmen seçim sistemlerini (adi çoğunluk) iktidar yitirmek kaygısıyla değiştirmemişlerdir. Seçimlerden kazançla çıkan DP 1957’deki seçimden önce ülkenin ekonomik durumu kötüye giderken güçlenmeye başladığı sırada seçim mevzuatını değiştirip -partilerin ittifak yapmasını engelleyerek- muhalefetin önünü kesmeye çalıştı. Muhalefetin gizli güç birliği yapmasına rağmen DP seçimi açık farkla kazanmıştır.

Ekonomideki kötü gidiş ve siyasal çekişme 27 Mayıs 1960’taki askeri darbeye zemin hazırlamıştı. Başta üniversite öğretim üyeleriyle öğrenciler olmak üzere zinde güçleri arkasına alan muhalefete karşı bir bildiri yayınlayan DP, TBMM Başkanlığı’na da muhalefetin eylemlerinin soruşturulması için önerge vermişti. Bir Tahkikat Komisyonu kurup muhalefetle basını susturmayı amaçlıyordu. Bu komisyon üç ay boyunca muhalefetin ve basının eylemlerini soruşturacaktı ancak bu
muhalefeti yatıştırmaktan çok adeta kışkırtacaktı. Komisyon görevine başlar başlamaz Ankara’yla İstanbul’da protesto gösterileri düzenleyen öğrencilerin arasında bulunan Turan Emeksiz ve Nedim Özpolat hayatını kaybetti. Ardından Ankara ile İstanbul’da sıkıyönetim ilan edilerek sokağa çıkma yasağı konur ama öğrencilerin gösterileri durdurulamaz.

MBK, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve DP’nin önde gelen yöneticilerini tutuklatmıştı. İhtilal Mahkeme’sinin verdiği kararla mahkum edilen 14 kişiden Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’nun idamları onaylanıp infaz edildi.

27 Mayıs 1960 darbesiyle ülkenin yönetimini üstlenen Milli Birlik Komitesi Orgeneral Cemal Gürsel başkanlığında 38 subaydan müteşekkildi fakat komite üyelerinden 14 kişi uzaklaştırılıp yurt dışına gönderilmiş ve geri kalan MBK üyeleri 1961 Anayasası gereğince ölünceye kadar tabii senatörlük hakkı kazanmışlardı. 14’ler adıyla anılan bu grubun üyeleri de 1965 seçimlerinden önce yurda dönüp CKMP, CHP ve TİP’e katılmıştır. 1960’da siyasal alanda değişik ve köklü düzenlemeler yapıldı. 27 Mayıs’ta iktidara gelen MBK kabul ettiği 1 sayılı kanunla 1924 anayasası’nın birçok hükümlerini değiştiren geçici bir anayasa düzeni kurdu. MBK, TBMM’nin yetkilerine sahipti, yasama yetkisini bizzat, yürütme yetkisini de kendi seçtiği bakanlar eliyle kullanacaktı. Bakanları ve devlet başkanını tayin eden MBK’nın bakanları denetleme ve istediği takdirde azletme yetkisi de vardı. Geçici anayasanın meydana getirdiği devlet başkanlığı makamı, cumhurbaşkanıbaşbakanbaşkomutan ve MBK başkanlığı yetkilerini kendisinde birleştirmişti.

Silahlı Kuvvetler adına yönetime el koyan MBK Başkanlığı, 28 Mayıs’ta devlet ve hükümet başkanlığı, TSK başkomutanlığı ve milli savunma bakanlığı yetkilerini üstlenerek yeni hükümeti kurduğunu açıkladıktan sonra Türkiye’de ordunun siyasete egemen olduğu ya da en azından bu alanda etkin rol oynadığı yeni bir dönem başlamıştır. 27 Mayıs’ın gerekçesi özgürlük ve demokrasidir meşruluğunu burdan almıştır. Anayasa ve hukuk dışı tutumla davranışlara son vererek demokrasiyle özgürlüğü yeniden sağlayacaktı. Ancak her şey yolunda gidiyor derken aldığı bir karar MBK’ye olan güvenin sarsılmasına yol açtı. 27 Ekim’de bir tebliğ yayınlanarak üniversitelerde bir tasfiye operasyonu başlatıldı. Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 114 sayılı kanun ile üniversitelerin sol eğilimli demokrat öğretim üyeleri görevlerinden alındı. Bu karar yeni hükümete karşı 27 Mayıs’ın gerçekleşmesinde önemli katkıda bulunmuş hatta Kurucu Mecliste üyeliklere getirilmiş gençlik kesiminde güvensizlik ortamı yarattı. Üniversitenin açılış gününde alınan boykot kararına MBK’nın ikna çabaları sonuç verdirmedi.

Bu dönemde, dört başbakan tarafından dokuz hükümet kurulmuştur. Bu dönem dışında Cemal Gürsel Devlet Başkanı ve Başbakan olmakla beraber asıl idare ihtilali yapan Milli Birlik Komitesi’nin elindeydi.

Kısa zamanda işin böyle gitmeyeceği anlaşılınca 1961’de TBMM, BMM ve Cumhuriyet senatosu olarak ikiye ayrıldı. Kurucu Meclis’in hazırladığı 1961 Anayasası uyarınca, 15 Ekim 1961’te 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonrası ilk Genel seçimler ve Senato seçimleri yapıldı. Seçime katılan dört partiden CHP 173, AP 158, CKMP 54, YTP 65 milletvekili kazandı. Yeni Anayasa’nın 9 Temmuz 1961’de kabulünün ardından 15 Ekim’de yapılan genel seçimler sonrasında sivil yönetime geçildiğinde Cumhuriyet Senatosu’nun tabii üyesi olan Cemal Gürsel 26 Ekim’de cumhurbaşkanı seçildi. Başta 20 Kasım 1961’de CHP ile AP arasında koalisyon hükümeti kuruldu. 1961 seçiminde ortaya çıkan koalisyon sonucu hükümet istikrarı sağlanamadı. 1965 yılından itibaren yapılan seçimlerleyse AP 12 Mart 1971’e kadar tek başına iktidar olmuştur.

1968 ve 12 Mart 1971’e doğru gelişen tarihsel süreçte yükselen sosyalist sistem, anti emperyalist ulusal kurtuluş savaşları, kapitalist metropollerde genişleyen kamu alanı (sosyal devlet) ve Üçüncü Dünya Ülkelerinin emperyalist sistem dışına çıkma girişimleri (OPEC) tekelci kapitalizmi hakimiyet ve pazar alanlarını daraltıp maliyetlerini yükselterek krize itmişti. Emperyalist sistem kaybetmiş olduğu siyasal egemenlik alanlarıyla pazarları tekrar geri kazanarak krizden çıkmayı planlamaktaydı. Türkiye’de de AP bünyesi içinde iktidar emperyalizme bağımlı işbirlikçi büyük burjuvaziyle büyük toprak sahipleri ve ticaret burjuvazisince paylaşılıyor bu paylaşım zorunluluğu işbirlikçi büyük burjuvazinin entegre olduğu uluslararası tekelci sermayenin gelişmesinin ve mutlak hakimiyet kurmasının önünü tıkıyordu. Tekelci sermaye, AP’ni kendi çıkarları doğrultusunda ekonomik kararlar almaya zorlarken AP tekelci burjuvazinin yanı sıra, büyük toprak sahipleri ve ticaret burjuvazisini de bünyesinde taşıyan bir parti olarak talepleri karşılamaktan uzak kalıyordu. Krizden çıkışı yumuşak karın olarak değerlendirilen Türkiye’den başlatabilmek emperyalizm ve işbirlikçi büyük burjuvazi ile oligarşik yapı açısından mevcut koşullar altında neredeyse olanaksızdı.  Çözüm askeri bir rejim içinde olasıydı.

1968 yılı dünyada ve Türkiye’de öğrenci olaylarının en yoğun olduğu yurt sathında emperyalizm karşıtı gösteri ve etkinliklerin yaygınlaştığı bir dönemdir. 68 gençliği, bu süreçte 1970’li yıllara değin Türkiye’de kalkınmanın esas yükünü çeken kır yoksullarıyla köylüler (küçük ve orta çiftçiler) ve göçlerle oluşan varoştaki emekçilerin yanında onurlu yerini sınıfsal temel üzerinde örgütlenip onlara öncülük ederek, emperyalizm ve uzantılarına (gladyo), ırkçı ve gerici çetelere karşı durarak almıştı. Kurulu düzenle ABD emperyalizmine karşı ezilen sınıflar ve onun bütünleşiği 68 Hareketi, tekelci sermaye düzeninin ve dolayısıyle ABD‘nin siyasal hakimiyet alanlarını daraltarak potansiyel bir tehdit oluşturmuştu. Soldaki kimi gençlik grupları iktidara yönelik eylemlerine bu dönemde başladı. İktidara karşı yaptıkları eylemler sırasında tutuklanarak hayatlarında ilk kez cezaeviyle tanışmış olan İlerici ve demokrat kesimin de sevdiği Deniz Gezmiş’in içinde yer aldığı THKO bu eylemlerde etkin rol oynamaktaydı. Eğitimde köklü değişim isteyen üniversiteli gençlik, emperyalist devletlerin sömürüsüne karşı çıkıyor Türkiye’nin NATO’dan ayrılmasını istiyordu. 1968 yılında bütün dünyayı etkisi altına alacak olan gençlik mücadelesi toplumsal düzen ve siyasal rejimle ilgili sorunlar nedeniyle sınıfsal çatışma ekseninde 1960-1971 dönemlerinde üniversitelerde gelişen siyasal duyarlılıkla Maksist teorik akımların da etkilemesiyle 1971’den sonra  henüz proleterleşme sürecinin  başlangıcında eylemlerle birlikte köy ve kasabalara da yansımıştı. Gençlik hızla adaletli bir kalkınmadan yana siyasal hayatta önemli ve olumlu bir rol üstlenirken bu kitlesel güçten korkan iktidar ise kamuoyunda gençlere karşı tepki oluşturmaya başlamıştı. Eylemler farklı boyutta halka yansıtılıyor başta öğrenci derneklerinin aleyhine propagandalar yapılıyordu.

Öte yanda ordu içinde başka bir kesim “milli devrimci bir gelişme stratejisi” benimseyerek “sol” bir askeri müdahale arayışına girmişti. Bütün bunlara koşut olarak TSK içinde bazı kesimlerin devrimci hareketlerden etkilenmeye başlaması ve aktif hale geçebileceği doğrultusunda kuvvetli sinyaller vermeğe başlaması egemenler açısından tehdidin vehametini daha da arttırıyordu. İşte bütün bu sorunlara verili koşullar altında tek çözüm askeri bir rejim altında bulunabilirdi.

70’lerin başında, Silahlı Kuvvetler reform taleplerini yüksek sesle ifade etmeye başlamıştı. Meclis’e giren TİP’li milletvekillerinin aşırı muhalefeti, 1968 öğrenci olayları, yabancı misyon şeflerinin kaçırılması gibi gelişmeler karşısında güç duruma düşen Başbakan Süleyman Demirel istifa önerilerini sürekli geri çevirerek güvensizlik oyu almadan hükümetten çekilmesinin söz konusu olmayacağını bildirmişti fakat TSK üst yönetiminin 12 Mart Muhtırası’nı verdiği gün istifa etmişti. Nitekim öyle oldu. Türkiye 12 Mart 1971’de ikinci bir askeri müdahaleye sahne oldu. ”Genişletilmiş Komuta Konseyi” adlı Cunta, 1961 Anayasasının sağladığı ortamın halkımıza “Bol” geldiğini(!) ileri sürerek, 12 Mart 1971 ‘de yönetime el koydu.12 Mart darbesi ile hem yükselen halk hareketi bertaraf edilmek, hem de tekelci burjuvazi talepleri doğrultusunda kararlar çıkartılmak hedeflenmişti.

Ardından 1961 Anayasası’nın öngördüğü temel hak ve özgürlüklere önemli kısıtlamalar getirilen olağanüstü bir ara rejim dönemine girildi. 12 Martçılar’ın ilk önemli icraatlarından biri ordu içinde geniş bir tasfiye yapmak ve “sol” darbe hazırlıkları içinde olduğu söylenen subayları ordudan çıkartmak oldu. Cumhurbaşkanı kabinenin  istifasını kabul ederek yeni hükümeti kurma görevini- partisinden ayrılması koşuluyla- CHP’nin sağ kanadını temsil eden Nihat Erim’e vermişti. Kendisine yeni hükümeti kurma görevi partisinden ayrılması koşuluyla verilen CHP Kocaeli Milletvekili Nihat Erim, partisinden istifa ettikten sonra, 26 Mart’ta yeni hükümeti açıkladı. 25 kişilik kabinede 5 AP’li, 3 CHP’li ve 1 de MGP’li üye yer alırken, kalan 14 bakan TBMM dışından seçilmişti. Bülent Ecevit de CHP’nin Nihat Erim Hükümeti’ne üye vermesine tepki olarak CHP Genel Sekreterliği görevinden istifa etti. Ecevit, 1972’de 35 yıldır CHP’nin başında olan ve bir dönem Milli Şef olarak anılan İsmet Paşa’yı saf dışı bırakarak CHP Genel Başkanı oldu.  26 Mart 1971’de kurulan askeri cunta güdümlü Nihat Erim Hükümeti ile ara rejim dönemi başladı. Nihat Erim başkanlığında kurulan hükümet mevcut anayasayı lüks bularak değiştirdi ve ‘balyoz harekatı’ ile gençlerin üzerine gitti. Özgürlükler askıya alınmıştı.

Hükümet, 26 Nisan’da sol muhalefeti iyice sindirmek amacıyla İstanbul, Ankara ve İzmir’in de bulunduğu 11 ilde sıkıyönetim ilan ederek geniş çaplı tutuklamalar başlattı. Sıkıyönetim komutanlıkları çeşitli derneklerin faaliyetlerini durdururken bazı gazetelerin yayımlanmasını yasakladı. 17 Mayıs’ta Mahir Çayan’ın önderliğinde THKP-C’nin kaçırılan İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u tutuklu arkadaşları serbest bırakılmadığı takdirde öldürecekleri yolunda yaptıkları duyuruyla tavrını açıkça ortaya koyan hükümet yaygın bir tutuklama dalgası başlatıp ülke çapında ünlenmiş bazı sol görüşlü gazeteci ve sendikacılarla öğretim görevlilerini gözaltına aldırttı.

Nihat Erim hükümeti ilan ettiği “Balyoz Operasyonu” ile, bir yandan sol/sosyalist hareketle emekçilerin ekonomik-demokratik-politik mücadelesine ve örgütlerine saldırırken diğer yandan da büyük toprak sahipleri ile ticaret burjuvazisinin ekonomik ve siyasal gücünü azaltarak, hakim sınıflar içinde dengeyi, tekelci burjuvaziden yana değiştirmek için uğraşmaktaydı. Toprak sahipleri ve tüccarları bu saldırıya ihracatı düşürerek yanıt verdiler ve Nihat Erim istifa etmek zorunda kaldı. Böylece kendi içlerindeki çıkar çelişkilerinin şimdilik çözülemeyeceğini gören egemen sınıflar anlaştı ve 2.Erim hükümeti kuruldu. Uzlaşma ve hakim sınıfların iç dengeleri yeniden sağlanmıştı. Artık müşterek düşmanlarına daha rahat saldırabilirlerdi. Öylede oldu. Sinan’lar 31 Mayıs 1971’de Nurhak’ta, Mahir Çayan ve yoldaşları ise 30 Mart 1972’de Niksar’ın Kızıldere köyünde sığındıkları evde katledilmişlerdi. Yeniden Başbakanlık görevine getirilen Erim, 11 Aralık’ta yeni bakanlar kurulu listesini açıkladı. 10 Ocak 1972’de Askeri Yargıtay; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam kararını onayladı. Erim hükümeti döneminin en önemli olaylarından birisi de Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın 6 Mayıs’ta idam edilmeleriydi.

Ancak Erim’in kurduğu iki ayrı hükümetin ömrü 11 ay sürdü. Aralık’ta aralarında Başbakan Yardımcısının da bulunduğu 11 bakan “kalkınma hamlesini ve reformları Atatürkçü bir görüşle gerçekleştirme olanağı kalmadığı inancıyla” hükümetten istifa etmişti. Bu istifalar 1. Erim hükümetinin sonunu getirdi ve 12 Mart ara rejimi Erim’den sonra Ferit Melen hükümetiyle devam etti ancak bekledikleri başarıyı elde edemedi.

12 Mart Hükümetleri askerin siyasal sistem içerisindeki yerini sağlamlaştırmıştı. Türkiye siyasal istikrarsızlık süreci içine girmiş ve 12 Mart’tan sonra 1973’te yapılan seçimlere kadar hiçbir parti tek başına çoğunluk sağlamayınca dört başbakan tarafından 5 hükümet kurulmuştu. Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı olma girişimi sonuçsuz kalınca 12 Martçılar ilk büyük darbeyi yedi. Fahri Korutürk’ün cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra başbakanlığa atanan Naim Talu ülkeyi seçimlere götürdü ve 14 Ekim 1973 seçimleriyle birlikte partilerüstü hükümetlerle yürütülen 12 Mart ara rejimi sona erdi.

1973 ve 1977 seçimleri ekonomik ve sosyal sorunlarla bürokratik ve siyasal sistemdeki bozulma ve kaos ortamında yapılmıştır. Merkezdeki sağ ve sol partilerdeki parçalanma seçim sonuçlarına yansıyarak çoğunluk sağlanamadığından çeşitli koalisyon hükümetleri kurulmuştu.  5 Haziran 1977’deki seçimler 1961 Anayasal döneminin ilk ve son BMM erken seçimi olmuştur. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra meclisteki ezici çoğunluğun dengelenmesi amacıyla oluşturulan cumhuriyet senatosu seçimleri ise 12 Eylül 1980 darbesinden sonra 1982 Anayasasıyla tekli parlamenter yapıya geçildiğinden 1979’dan günümüze kadar yapılmadı.

1982 Anayasasıyla siyasal partilere anayasal sınırlar içinde faaliyetlerini yürütme hükmü getirilmiş parti kapatma yetkisi sıkıyönetim idaresine geçmişti.  Siyasal partiler ve seçim yasaları MGK’nin gölgesinde oluşturulmuş, temel hak ve özgürlükler kısıtlanıp siyasal katılım hızlı karar alma mekanizmalarına (olağanüstü KHK’ler) devredilmişti. 12 Eylül yüzde 10 ülke ve yüzde 50’lere varan çevre barajlarıyla uygulamaya geçirilmiştir. Hükümet istikrarı gözetilerek büyük partilere prim verilmişti. Sendika ve dernek gibi DKÖ’lerle beraber siyasal partilerin kadın, gençlik vs. kolları yasaklanmıştır. Derneklere konan siyaset yasağı ise sendikaları da toplumdan yalıtıp bir ekonomizm içinde mahkum ederek devletin mali-idari vesayeti altına almıştı. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri yetkili merciin keyfiyetine bırakılmıştı ( şehir düzeninin bozulmasını önlemek için görülen lüzum üstüne). Aykırı olan her ses her yurttaş potansiyel suçlu muamelesi görüp susturuluyordu. …

1961 Anayasası neo-liberal sosyal, devletçi ve solidarist anlayışla ele alınmışken 1971 darbesi hak ve özgürlükleri radikal biçimde sınırlayıp kısıtlamaları yetersiz bulduğu yerde boğma harekatına başlamış,  1982 Anayasası ise faşist otoriter, yasakçı, korporatist-zümreci hatta ırkçı-gerici anlayışla ele alınarak sınırlama görüntüsü altında yasaların içini boşaltıp tutarsızca müstehzi, anti-anayasal olarak var dediği şeylerin varolma koşullarını –zımnileştirerek- ortadan kaldırmıştır.  13, 14 ve 15. maddeleri açıkça faşizan otoriteci tutumu yansıtır. TCK’nin 141 ve 143. maddeleri Anayasa hükmüne sokularak “bu yolda teşvik ve tahrik” ifadesi ve “sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak” ibaresiyle sol düşünce ve görüşleri hedef almıştır. Tutuklama tasarrufu bağımsız yargıdan alınarak sıkıyönetim mahkemelerine devredilmiş ve sorgu süreleri 3 aya çıkartılarak paranoyak anlayışla tutuklu yakınlarına bildirim kuralına bile kayıt düşürülmüştür. 5 kişilik bir askeri cuntanın darbe anayasası olarak büyük propagandalar ve siyasi yasaklar altında halka dayatmayla onaylanıp yüzde 92’lik kabul oyu ile yürürlüğe konmuştu.

1982 Anayasası hazırlanış ve ortaya konuşuna göre bir meşruiyet sorunu taşır. Dinsel eğitimi milli-temel eğitimin içine sokarak zorunlu hale getirmiş, kişi temel hak ve özgürlüklerini yok saymak adına devleti de laik düzenle çelişir biçimde kutsamıştır. Metafizik bakışlı hatta düpedüz teolojik bir anayasadır, “kutsal Devlet, kutsal din ve ölümsüz önder üçlemesinde ise neredeyse Türk-İslam teslisi havası vardır” ( Prof. Dr. Taha Parla)…

Anayasa bir toplumun iç hukukuyla siyasetinin temel normudur. Kurum ve kurallarını, siyaset kültürünü, sosyal sınıfların yapısını, siyasal gelişim sürecini, ideolojiyi, rejimi vs. belirler. Bütün darbeler gibi 12 Eylül’cüler de demokrasiye militarizmle gidebileceklerini sandı. 12 Eylül cuntası tayin ettiği Danışma Meclisi’ne hazırlatıp son şeklini verdiğini ulusun anayasası olarak sunmuştur. Görevi yurttaşların sosyal ve ekonomik haklarını güvence altına almak olması gereken devletçilik anlayışı yerine seçkinci bir anlayışla insanlara “devletin yüce çıkarları” için görev ve sorumlulukları saymıştır.

Parlamenter demokraside bakanlar kurulu ve cumhurbaşkanıyla birlikte iki başlı olan yürütmeye darbe dönemlerinde birisi daha eklenmekteydi. Halkı mutlak sadakate zorlayan 12 Eylül Anayasası da parlamenter meşruiyet ve yasama organının üstünlüğünü MGK başkanlığında bir yürütme gücüne yani askeri bürokrasiye devrediyordu.  Cunta geçici bir maddeyle 7 yıllığına cumhurbaşkanlığına getirilmişti. Parlamenter demokrasinin başı TBMM’nin manevi bir parçası kabul edilen cumhurbaşkanlığı makamına cunta lideri (MGK Başkanı) gelmiş oluyordu. GKB ve kuvvet komutanları MGK’de üyelere görüş bildirip diğer üyelerinden (Bakanlar Kurulu) de görüş kaydı isteyerek en mühim önemli siyasal kararlarda etkili kılındı. Devlet yapısı içinde yürütme organı güçlendirilmiş ve bu güçlendirme Cumhurbaşkanının yetkileri artırılarak ve Bakanlar Kurulu içinde Başbakana daha üstün bir konum sağlanarak yapılmıştı. Yargının doğallığı ve bağımsızlığı ilkesi bozularak 20 Mart 1973’de 1961 Anayasası’na eklenen bir maddeyle kurulan DGM’ler gelişen toplumsal muhalefet sonucu 11 Ekim 1976’da hukuken varlık gerekçelerini yitirmesine rağmen 1402 sayılı kanunla sıkıyönetim mahkemelerine dönüştürülerek gelişebilecek ve yükselebilecek her türlü toplumsal muhalefeti bastırmak amacıyla tekrar anayasaya konmuştu. Mahalli idareler cuntanın vesayeti altına sokulurken üniversitelerde ise dışardan atamalarla YÖK adıyla bir kurul oluşturulmuştur.

1961 Anayasası özgürlük ve haklar konusunda kitlesel uyanışın yaşandığı yıllara bağlı talepler doğrultusunda gerçekleştiğinden egemen güçlerin lüks olarak nitelendirdiği anayasayla basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, sendikal haklar, üniversite özerkliği gibi konularda gelişen olanaklar sosyalist düşüncelerin geniş kitlelere aktarılmasını sağlamıştır. O zamana dek tabandan yoksun olan sol aydınların ileri sürdüğü sosyalist görüşler yaygınlık kazanıp 1965’teki BMM seçimlerinde TİP’le parlamentoya taşınma başarısı göstermişti. 1961 darbesi meşruluğunu yitirmiş Adnan Menderes iktidarının muhalefeti baskı altına alıp demokrasiyi rafa kaldırma girişimleri nedeniyle yapılmış görünüyordu. 1971 ve 1980’de amaçlanan daha farklıydı. Gelişen gençliğin mücadelesi ve işçi hareketleri egemen güçlerin saldırısını geciktirmedi ve solu ezmek için gerekçe oldu. 1971 toplumsal muhalefeti bir ayaklanma belirtisi gibi görerek 1980 sıkıyönetim uygulandığı anda iç savaş boyutuyla teknik olarak asgari koşulları bulunmamasına rağmen “bölücü ve yıkıcı bir iç savaş” olarak mütalaada bulunarak genel seçimlere 1 yıl kala düzenlenmişti. Berna Moran’ın deyişiyle 1980’deki darbenin amacı solun nefesini kesmek için korkunç baskı rejimi uygulasa da halkı sindirmekten öte geçmeyip kalıcı etki bırakmayan 12 Mart darbesinin yapamadığını yapmaktı. Üniversiteler ve basın susturulmuş aydınlar ve işçi örgütlerini kontrol altına alıp toplum apolitize edilerek solun elini kolunu bağlamakla kalmayarak aynı zamanda yeni değerler aşılayan bir dünya görüşüyle Türkiye’de sol ideolojiyi temelden çökertmeyi amaçladı.

Darbe amacına ulaşmış sol dağıtılmış yaşamdan beklentileri çok farklı olan bir kuşak yetiştirilmişti. İdealizm, özveri, eşitlik, bozuk düzene karşı savaşım gibi sola ait inanç ve davranışlar terkedilmiş erdem kavramına yüklenen anlam aşınmıştır. Erdem sayılan şeyler geri kafalılık, aptallık, enayilik sayılır hale gelmiş hele solun ideolojisini savunmak düpedüz çağdışı kalmakla eşdeğer görülür olmuştu. Toplumsal değerlerin yerine konan bireyci başarı, köşe dönmecilik vs. tutumlar 1968 kuşağı ve 78’lerin gençliğince radikal sayılan siyasal davranışlarla ideolojisine sırt çevirme sonucunu getirdi.

80 öncesi toplumsal ve ekonomik sorunlara Marksist kesimin çözümleri hazırdı. Ancak 1980’lere gelindiğinde durum karmaşıklaşmış sosyalist blok da çöküş sinyalleri vermeye başlamıştı.  İdeolojik hazır çözümlerin değerini yitirmesi demekti bu. Devletin niyetli olduğu kapitalist modele; serbest piyasa ekonomisine alternatif bir sistem üretecek hali de yoktu solun. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması, iletişim teknolojisinde devlet tekelinin kalkması ve enformasyon kurumlarında özel sermaye hakimiyetinin artmasıyla birlikte 12 Eylül’ün başlattığı toplumsal değerlerdeki aşınma süreci hızlanmıştı. 6 Mayıs 1990 tarihinde kurulan ilk özel TV yayın kuruluşu sonrasında yerel ve bölgesel radyo-TV kanalı sayısı artmıştır.

Tüm dönemler boyunca ağırlıklı olarak “Nispi Temsil” sistemi uygulanmıştır. 11 seçimin 7’si tek partinin iktidarıyla sonuçlanmıştı. Seçim sistemlerinin sonuçlarına bakılınca Artan oylara uygulanan “Milli Bakiye Sistemi” (ulusal artıklı nisbi seçim) yöntemi temsilde adaleti en fazla sağlayan yöntem olarak gösterilir, Hükümet İstikrarını (Fayda) unsurunu en üstün sağlayan ise “liste usulü çoğunluk sistemi”… Barajsız d’Hondt Sistemi tek parti iktidarını güçleştiriyordu. Özellikle 1980’den sonra kontenjan usulüyle beraber “çifte barajlı d’Hondt” seçim sistemini uygulamakla amaçlanan parlamentoya girecek partilerin sayısını azaltarak  “Çoğunluk”la tek parti iktidarını kolaylaştırmaktı.

Türkiye’de çok sayıda parti kurulmuş ama seçimlere az sayıda parti katılmıştır. Her seçim öncesinde seçim yasası da değişmektedir. Seçim sistemi, siyasal istikrar sağlayan etkenlerden yalnızca birisidir ve her siyasal parti kendine göre uygun bir sistem arayışı içindedir. Çoğunluk sağlanmadığından oluşturulan koalisyonlar ve burjuva siyasal partilerdeki parçalanmaysa sık sık oy dağılımına yansımıştır.

Türkiye’de seçimlerin siyasal iktidarın oluşumunu belirleyen tek yöntem olmadığı açıktır. Tek partili dönemi bir yana bıraktığımızda, 1960, 1971 ve 1980 askeri darbeleri, askeri gücün seçimler kadar ağırlıklı bir rol oynadığını gösterir. Askeri darbe ardından yaşanan dönemlerde gerçekleşen seçimlerde aday olma süreci ve siyasi yasaklar seçimlerin demokratik yapısını da ortadan kaldırarak önemli bölümünde de sağ partileri iktidarlara getirmiştir. Küçük partilerin parlamentoya girme olasılığı neredeyse sıfırlanmıştır.

Yöneten-yönetilen ayrımı halkın halk tarafından yönetimi anlamındaki demokrasi kavramıyla çelişir. Yönetim eskiçağın siteleriyle İsviçre’nin dağ kantonlarında halkın bütününü temsil eden genel bir kurulun elindeydi ancak ikisinde de sadece çok önemli kararlarda toplanılırdı. Bunun dışında yönetim yine küçük gruplardan oluşuyordu.  Siyasal partilerin gelişim ve örgütlenmesi seçim sürecinde ortaya çıkmıştır. Seçim sistemi siyasal parti sistemini belirler, siyasal parti sistemi de rejimi… Seçimin siyasal sistemin bir öğesi olarak temel işlevi yönetilenlerin temsilini sağlamaktı; Marks’a göre parlamenter demokrasi ve temsilci hükümet, sınıf mücadelesinin bir aracı değil, sınıflı toplumda sınıfsal mücadeleyi yumuşatarak egemenlerin iktidarını sağlamlaştıran bir aldatmacadan ibaretti.  1832’deki seçim reformuyla İngiltere’de ilk burjuva siyasal gruplar oluşarak temsilcilerine parlamento yolu da açıldı, seçim bölgelerindeki söz sahipleri seçkinlerdi. Fransa’da ise 17 Haziran 1789’da toplumsal yapıyı sorgulayan aydınlanma fikirleri ekonomik buhranın da etkisi ile Kral Louis XVI’i zorlayınca toplanan Üçlü Meclis’te (Etats Generaux) burjuvazi siyasal alana yığınsal olarak çıktı ve 600 halk temsilcisi kendilerinin toplumun %96’ını temsil ettiklerini söyleyerek meclisi “Milli Meclis” olarak ilan etmiştir.  Kurucu mecliste saray soyluları (Noblesse de Robe), yargıç, noter ve avukatlar vardı. Bunlar yerel eşraftandı ve seçimler seçkinlerin yenilenmesini sağlamıştır. Toprak soyluları ile büyük burjuvazinin çatışması yerel eşrafı temsil eden bir hükümet şekli yarattı.

Siyasal rejim belirli bir sosyal grupta yönetenlerle yönetilenler arasındaki ayrımın aldığı biçimdir. Her grup içinde ortaya çıkan hizip Aristo’ya göre halkın başbakanı anlamında “Prostates” denen önderliğinde kitleyi sürükler. Demokrasi teorisyeni Jean-Jacques Rousseau’ya göre de yöneten-yönetilen ayrımı ortadan kalkmaz. Toplum Sözleşmesi’nde “terimi kelimenin gerçek anlamıyla ele alırsak gerçek demokrasi asla var olmamıştır bundan sonra da olmayacaktır çoğunluğun yönetmesi ve yönetilmesi doğal düzene aykırıdır” demiştir.

Dar anlamda siyasal rejim insan topluluğunun bir özel biçimi olarak ulusun yönetim yapısıdır. Anayasa rejimi gizler asıl rejim uygulamadaki işleyiştir yazılı olan değil; seçim, hükümet organları, iktidarın dağılımı ve sınırları rejimin yapısını belirler ve yönetenle yönetilen arasındaki ilişkileri teknik anlamda düzenler.

İkinci dünya savaşından sonra özgür sayılan uluslar gerçekte özgür değillerdi.  Baskı biçimleri yerini daha ikiyüzlü ve yumuşak baskı biçimine bıraktı. Kapitalist girişimlerin yerine sosyal demokrasinin yeni biçimleri ortaya çıktı, emekle sermaye arasındaki sınıfsal çatışma siyasal demokrasi eksenli gelişti. Sınıfların hedefi kendi demokrasisini kurmaktı. Çağdaş toplumun ihtiyaçlarına yanıt vermeyen rejimler modern diktaya, seçkin azınlıklar monarka dönüştü. Anatole France “yaşam için sürekli gerekli şeyleri üretenler bunları bulamazken bunları üretmeyenler bolluk içindedirler” diyordu.

Parti sayısı ve yönetenlerin yapısı rejimi belirler. İnsanın temel özelliği bir toplum içinde yer almaktır. Rejimle ifade edilen işbölümüne göre örgütlenmiş bir toplumdu, sınıflı toplum değil. Emile Durkheim’in izindeki Fransız sosyologları toplumu bilinçli ve kolektif istemli bir varlık olarak gördüler, sınıf kavramını sosyolojik düşünceye temel alan Karl Marks ise insandaki duygu, düşünce ve istemlerin toplumsal durumunu belirleyip ekonomik ilişkilere dayandığını belirtmekteydi. Marks’a göre partiler altyapıyı, hükümet organları üstyapıyı oluşturur. Proletarya için İnsanlık tarihinin anahtarı ve bilimsel sosyalizmin ilk programı sayılan Komünist Partisi Manifestosu’nda (1848) “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.“ denmektedir.  Aksini iddia etmek siyasal hedefin (gerçekleşmesi için gereken toplumsal mekanizmanın) tasfiye edilmesi demektir.

Yönetenlerin yetkilerini sağlayan araçların işlevselliğinden yola çıkan Charles-Louis de Montesquieu “güç gücü durdurur” demekteydi. Günümüzde de güçler ayrılığı (yasama, yargı ve yürütme) yönetenlerin egemenliğini sınırlayıcı bir şeymiş gibi modern dünya içinde çağdışı kalmış rejimler için bile zorunluluk görünür; İngiliz rejimi yargı gücünün bağımsızlığı yanında taht, kabine ve parlamento üçlüsünden oluşmuştur. Ancak İngiliz sisteminin ana mekanizması Maurice Duverger’e göre İngiltere tipi liberalizm ve partilere dayanır. Neredeyse bütün Batı Avrupa’yı etkileyen İngiltere demokrasisine (dominyonları ve eski sömürgeleri dahil) özgü siyasal sistemde ‘İktidar her şeydir’. ABD’de ise iki güçlü partili siyasal yapıda partiler sağlam öğretilere dayanmayıp sadece Amerikan temel felsefesine uygun pragmatik programlara sahiptir. Devletin en saygın organı olan Yüksek Mahkeme’nin kongre ile başkan arasında hakemlik vazifesi vardır ve sistemin özü de bu fren-denge durumudur. Başkan ve kongrenin güçleri mutlaktır. İki turlu sistemle başkan seçilir. Önce eyaletlerden başkanı seçecek temsilciler (ikinci seçmen) belirlenir. Anayasa Mahkemesi Başkanı da kongreye karşı yetkili kılınmıştır.

Batıda özellikle iki partili sistemin geçerli olduğu İngiltere ve ABD’deki gibi İşçiler-muhafazakârlar, demokratlar-cumhuriyetçiler arasındaki Ortak Pazar ve devletleştirme gibi kararlar dışında farklı eğilim ve doktriner karşıtlık bugün bile ayırdedilememektedir.  İngiltere’de 1966’da İşçi Partisi milletvekillerinin yüzde 57’si serbest meslek sahibiyken sadece yüzde 14’ü işçileri temsil ediyordu. Kutuplaşmaya yol açan siyasal sistem toplumun parçalanmasına ve manipülasyonuna hizmet eder görünmektedir, seçim sonuçta bir kadronun onaylanması işlemiydi, mali ve medyatik destekle kazanılıyordu ve modern siyasal toplumu etkileyense kitle iletişim araçlarıydı.

Sovyetler Birliği üniter devlet yapısı içinde çok uluslu bir federe devletti. Sovyet parlamentosu “Yüksek Sovyet” (kurul, meclis) anlamına geliyor ve iki meclisten oluşuyordu.  Birlik Sovyeti halkın tamamını, Milletler Sovyeti Federe Cumhuriyetlerle Özerk Cumhuriyet, Özerk Bölge ve Milli Bölge’yi temsil etmekteydi. İki meclis de eşit haklara sahipti ve yürütme gücü olan “Yüksek Sovyet Prezidyumu”nu (32 üyeli cumhuriyetleri temsil eden ve devlet başkanının görevini yapan kolektif bir organ) birlikte seçerlerdi, adı 1946’ya kadar “Halk Komiserliği” olan Bakanlar Kurulu Yüksek Sovyet’e karşı sorumluydu. Ruhban egemenliği ve toprak oligarşisi karşısında yeni bir yöntem olarak David Zaslavski “Sovyet halkı, tek partiyi, yeni tipte bir demokrasiye özgü yeni bir olgu olarak dünyaya tanıtır” diyordu.

Tarihsel gelişim süreci içinde, özellikle antik çağda başlayıp, ortaçağ boyunca, yerel yönetim kavramı hükümdar merkezli ve hemen hemen askeri içerikliydi, yani askeri örgütlenmeydi. Komün kelimesi yerel yönetimler için kullanılmıştır. Yerel yönetimler Eski Yunan hatta Sümerlere dayanıyor. Batı Avrupa’da feodalitenin yıkılışıyla birlikte kentlerin geliştiğini görüyoruz. 2.Yy ile 10.Yy arasındaki derebeylik düzeninden sonra yeni bir sınıfın yaşadığı çok daha ayrıcalıklı kentler ortaya çıkıyor.  Burjuva sınıfının yaşadığı kentler feodal beylerin yaşadıklarından ve senyör malikânelerinden çok daha farklıydı. Almanya’da ise yerel topluluklar özgür kent niteliği taşıyordu ve sonucunda İsviçre, Hollanda ve Belçika gibi ülkeler ortaya çıkmıştı.

ABD’de valiler yöre halkınca seçilirler. Rusya Federasyonu’nda da cumhuriyetlerin temsilcilerini yerel halk seçmektedir. Çin, İspanya ve Portekiz gibi üniter yapılı devletlerin özerk bölge temsilcileri de yöre halklarınca seçilmektedir. Fransa ile İngiltere siyasal birlik ve merkezleşmenin en fazla önem verildiği ülkelerdir. 1982 yılına kadar Fransa’da merkezi bir devlet yapısı vardı fakat 1982 yerel yönetim reformu ile yerel yönetimler daha güçlü hale getirildi. Fransa’da ayrıca ülke çapında halk tarafından seçilmiş olan belediye meclisi üyelerinden, il yerel meclis üyelerinden ve bölge yerel meclis üyelerinden oluşan seçmenler tarafından 9 yıllığına seçilen 331 üyeli senato seçimleri her 3 yılda bir yapılır ve her seçimde senatonun üçte biri yenilenir.

Türkiye’de yürürlükteki mevzuata göre yerel yönetim birimleri, il özel idaresi, belediye ve köy olmak üzere 3’e ayrılır. İl özel idaresi birimleri vali, il genel meclisi (sınırlı yasama organı) ve encümen’dir (yerel yürütme birimi). Büyükşehir belediyesinin organları ise belediye meclisi, encümen ve belediye başkanıdır.  Osmanlı Devleti’nde ilk defa 22 Eylül 1858 tarihli ‘‘Vali, Mutasarrıf ve Kaymakamlıkların vazifelerini Şamil Talimatname” ile ülke, eyalet, kaza ve kariye’lere ayrılmış, eyaletin idareleri valilere, kazaların  (liva, sancak) idaresi kaymakamlara verilmişti. Müstakil sancaklar yani eyalete bağlı olmayan sancaklar ise, birer mutasarrıf idaresine terkedilmişti. Bugünkü il özel idarelerimizin temeli 1864’te atılmıştır.  Osmanlı İmparatorluğunun çöküş dönemindeki yenileştirme çalışmaları, idare sistemini de etkilemiş ve yerel yönetim (mahalli idareler) sistemi ilk kez 1864’te Fransa’daki taşra örgütlenmesi olan “département” sisteminden esinlenerek hazırlanan “Teşkilât-ı Vilayet Nizamnamesi” ile getirilmişti.

Daha önceleri merkezden atanmış bürokratlarla eyalet sistemi sürdürülürken, özellikle Tanzimat’tan sonra merkezden atanan bürokratlara yardımcı yerel kurullar oluşturulmaya başlanmıştır. “Teşkilât-ı Vilâyet Nizamnamesi”nin ilanından sonra idari yapılanma vilayet, liva, kaza ve karye şeklinde yönetim birimlerine bölünmüştür. Vilayete bağlı livaların her birinden halk tarafından seçilen ikisi müslüman, ikisi hristiyan dört üyeden oluşan “Vilâyet İdare Meclisi” (İl Genel Meclisi) meydana getirilmişti. Yılda bir kez valinin başkanlığında toplanarak sosyo-ekonomik sorunları görüşen “Vilâyet Umum Meclisi” modern anlamda ilk yerel örgütlenmedir. 1870 tarihli “İdare-i Umumiye-i Vilayet” nizamnamesiyle tevsii mezuniyet (yetki genişliği) sistemine geçilmiş, taşra kuruluşlarındaki bürokratların yetkileri artmıştı. 1876 Anayasası da vilayet ve belediye meclis üyelerinin seçimine ilişkin kanunların çıkmasını öngörmüş ve İl Özel İdaresi ilk kez anayasal hüviyete kavuşmuştu. 1908’de 2. Meşrutiyetin ilanından sonra da vilayetlerin idaresini Anayasaya göre düzeltmenin gerekliliği kabul edilmiştir. Çünkü 1876 Anayasası vilayetlerin yetki genişliği ve görevlerin ayrılması esaslarına göre düzenleneceğini belirtmekteydi. Bu amaçla Danıştay başkanının başkanlığında bir özel komisyon kurularak çalışmalara başlanmıştır. İdari ademi merkeziyet esaslarına göre hazırlanan tasarı Mebusan Meclisine verilmiştir. Meclis komisyonu, bu tasarıyı 1908’den 1912’ye kadar tetkik ederek, vilayetlerin idaresini “İdare-i Umumiye-i Vilayet”, “İdare-i Hususiyet-i Vilayet” isimleri ile iki kısma ayırmış ve tasarıyı meclise sevk etmiştir. Ancak Balkan harbinin çıkması, kanunun çıkmasına engel olmuştur. Balkan harbi çıkmadan işbaşına gelen hükümet, tasarıyı geri çekerek, bazı değişiklikler yaparak 26 Mart 1913 tarihinde muvakkat kanun mahiyetinde bir kararname çıkararak yürürlüğe koymuştur. Bu muvakkat kanunla vilayet idarelerinde merkeziyet ve ademi merkeziyet prensipleri tatbik ediliyor, vilayet bir yandan devlet idaresinin mülki taksimat dairesi, diğer yandan bir ademi merkeziyet idaresi ve idare hükmi şahıs olarak düzenleniyordu. 1913 tarihli Muvakkat Kanunu vilayetin tüzel kişiliğini açıkça kabul etmiş olup, bu kanunun “İdare-i Hususiyet-i Vilayet” kısmı, halen yürürlükte olan ilk özel idareleri kanunun temelini teşkil etmiştir. Buna göre vilayet hususi idaresi, il dahilindeki mahalli bazı kamu hizmetlerini gören, tüzel kişiliğe sahip bir yerel yönetim kuruluşu olarak kabul edilmiştir. Kanun, devletin göreceği kamu hizmetlerinden bir kısmını vilayet özel idaresine vermiş, bu açıdan merkezi idare ile vilayet arasında bir işbölümü yapmıştır. Aynı kanun il genel meclisinin başkanlığına valiyi getirerek ve meclisin kararlarının valinin onayından sonra uygulanmasını kabul ederek, seçimle gelen il genel meclisinin üzerinde ağır bir vesayet getirmiştir. 1908’de 2.Meşrutiyet’in ilanından sonra başlatılan girişim 1913 Mart ayında, il özel yönetimleriyle ilgili temel yasanın yürürlüğe girmesiyle sonuçlanmıştı. Bu yasa kaynağını Fransa’da 1790 yıllarında ve Napolyon’un konsüllüğü zamanında kabul edilip 1838 ve özellikle de 10 Ağustos 1871 tarihinde geliştirilen kanunların hükümlerinden almıştır. 1913 tarihli İdare-i Umumiye-i Vilayet-i Kanun-u Muvakkat (İllerin Genel Yönetimine İlişkin Geçici Yasa ) “İlin Genel Yönetimi” ve “İlin Özel Yönetimi” olmak üzere iki bölümden oluşmuştur ve 1-74 üncü maddeler İllerin genel yönetimi, 74 üncü maddesinden sonra gelen maddeler il özel yönetimleri ile ilgiliydi. 1-74 üncü maddeler 18 Nisan 1929 tarihli ve 1426 sayılı Vilayet İdareleri Kanunu ile yürürlükten kaldırılmıştır. İllerin özel yönetimine ilişkin 75. ve bu maddeyi izleyen maddeler ise bugüne kadar türlü değişikliklere uğramakla birlikte esas açısından hep yürürlükte kalmıştır. 1914 yılında, yasalarda, görevler, gelirler ve bütçe konularında kimi değişiklikler yapılmış ise de, asıl çatı değişmemiştir. 1929’daki 1426 sayılı yasanın yerini 10 Haziran 1949 tarih 5442 sayılı İl İdaresi Yasası almıştır. Cumhuriyet döneminde yapılan küçük değişikliklerden sonra, 1987 yılında yayınlanan 3360 sayılı yasa ile sistemde günün değişen koşullarına cevap vermesi beklenen değişiklikler yapılmamıştır. Cumhuriyet döneminin hukuk ve idare sistemi bakımından geçmiş dönemlere göre en önemli üç karakteri; laiklik esasına dayanan tek hukuk ve idare sistemine geçilmesi, kuvvetler birliğine dayanan ve Cumhuriyet şeklinde bir devlet sistemine geçilmesi ve hukuken ve fiilen ekonomik liberalizme dayanan bir sistem yerine devletçiliğin seçilmesidir. Dönemin idare sistemini şekillendiren en önemli özelliklerinden birisi Devletçilik ilkesidir. Cumhuriyet yönetimi ilk olarak, yabancı ülkelerin siyasi ve ekonomik çıkarlarının etkisinde kalan, imtiyazlı kamu hizmetlerini devletleştirerek tasfiye etmişti. Bu hizmetlerden sınai ve iktisadi bir kısmı bile özel sektör yerine özel teşebbüslerin                           sermaye ve kaynaklarının yeterli olmadığı, kamu yararı ile özel yararı telif etme, gerekirse kamu için fedakarlıkta bulunma his ve şuurundan yoksun oldukları için, devlet, bu teşebbüsleri birer amme hizmeti sayarak, bizzat kurup işletmeye ve idareye karar vermiştir. Devletin idari faaliyetlerinin sanayi ve ekonomi alanında da yayılması kamu hizmetlerini arttırmıştır. Devletçilik 1924 Anayasası’nın 1. maddesinde 1937 yılında yapılan değişiklikle Anayasaya girmiş ve bir anayasa prensibi halini almış, TC yönetimi Anayasa hükmü gereği “Devletçi” olmuştur. Cumhuriyet döneminde yapılan küçük değişikliklerden sonra 1987 yılında 3360 sayılı Kanunla 1913 yılında geçici bir kanun olarak yürürlüğe konulan yasanın bazı maddeleri yeniden düzenlendi ve adı “İl Özel İdaresi Kanunu” olarak değiştirildi. 3 Mart 2004’de İl özel idarelerinin yeniden yapılandırılmasını amaçlayan “İl Özel İdareleri Kanun Tasarısı” TBMM’ye sunularak, 23 Haziran 2004 tarihinde yasalaştı. Bazı değişiklerle Cumhurbaşkanı Sezer tarafından da onaylanarak 4 Mart 2005 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanıp yürürlüğe girdi. 5197 Sayılı Yasa’nın gerekçesinde “İl Özel İdarelerinin, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ve adaylık sürecinde bulunduğumuz Avrupa Birliği’nin mahalli idarelere ilişkin genel yaklaşımı ışığında; güvenilir, açık ve saydam, hesap verme yükümlülüğü olan, verimli, etkin ve kaliteli hizmet sunabilen bir yapıya kavuşmaları öngörülmektedir” denilmektedir…

Yerel yönetim seçimleri Tanzimat döneminde başlamıştır. Yerel yönetim kavramı geliştirildikçe temsilciler halkın çoğunluğunun oyu ile belirlenmeye başlamıştır. Türkiye’deki il ve belediye meclis seçimleri 2972 sayılı yasayla düzenlenmiştir. 25 yaşını dolduran ve ilçe sınırları içinde yaşayan herkes aday olabilmektedir. Üye sayısı nüfusla orantılı belirlenir. 25 bin’e kadar nüfuslu ilçeler için il genel meclislerine 2 üye, her 100 bin’den fazla nüfuslu ilçeler için 5 üye seçilir. 100 bin nüfusu aşan her 100 bin’lik nüfus için 1’er üye daha seçilerek tüm üyelerden de il genel meclisi oluşmaktadır. Demokratik anlayışla hiç de bağdaşmayan yüzde 10 ülke barajı seçim bölgelerinde de geçerli olduğundan temsilci dağılımını büyük partiler lehine değiştirmekte ve yürürlükteki nisbi (barajlı d’Hondt) seçim sistemine göre eleme yapıldığından ülke barajını aşmayan bağımsız ve küçük partili adaylar seçilememektedir.  Seçim çevrelerinin küçültülmesi baraj etkisi ve temsil edilememe olanağını kısmen azaltır gibi görünse de seçim çevrelerinin iktidar partileri tarafından kendi oy potansiyellerine göre çizilmesi uygulamasını (Gerrymandering) gündeme getirir ve bölgeci eğilimleri artırır. Ülkemizde 1950-1960 yılları arasında DP iktidarı, kendisine oy vermeyen seçmenlere karşı bir tepki olarak benzer uygulamalara girişmiş ve gelecek seçimlerde kendisi için daha uygun olacağına inandığı zeminleri elde etmeye çalışmıştır.

Sürecek

Devamını Oku

Akkuyu ve “nükleer enerji” ile ilgili gerçekler

Akkuyu ve “nükleer enerji” ile ilgili gerçekler
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Tamer UYSAL

Söylentiler basit birer geyik miydi !.. Hatırlanacağı gibi 1995 yılında bazı gazetelerimiz durup dururken “nükleer santral kurmazsak iki yıl sonra karanlıkta kalacağız” manşetlerini atmışlardı. Bu aslında nükleer lobilerin ilk girişimiydi. Ardından Akkuyu’ya Nükleer Santral kurmaya yönelik ihalenin 15 Ekim 1999’da sonlandırılacağı açıklanmıştı. O tarihlerde çok güvenli söylemiyle pekiştirilen nükleer santrale yönelik beklenmedik bir şey olmuş ve Japonya’da Takaimura nükleer kazası gerçekleşmişti.

Kullanım kolaylığı, sanayide vazgeçilmezliği ve yaşamsal önemi nedeniyle, elektrik enerjisi üretiminde tüm dünyanın kabul ettiği genel ilkelerden birincisi, “elektrik enerjisinin olabildiğince ucuza üretilmesidir.” Bu açıdan bakıldığında ucuzluk sıralamasında nükleer enerji en sonda yer almaktadır.

Hatırlanacağı gibi 1995 yılında bazı gazetelerimiz durup dururken “nükleer santral kurmazsak iki yıl sonra karanlıkta kalacağız” manşetlerini atmışlardı. Bu aslında nükleer lobilerin ilk girişimiydi. Nükleer Santraller başta güvenlik ve atık sorununu çözememiş olması nedeniyle geleceğin değil geçmişin teknolojisidir. Gelecek ise geçmişin sorunlu teknolojisiyle değil geleceğin sorunsuz teknolojileriyle planlanır. Ülkemizin sahip olduğu kaynaklar ve potansiyeli yeterince araştırılmayıp kullanılmamaktadır. Alternatif enerji kaynakları dururken Türkiye’de yabancı şirketler tarafından kurulan tesislerde yetersiz olan fosil kaynakların kullanılması dışa bağımlılığı arttırmaktadır. Oysa ülkeler ulusal enerji politikalarını belirlerken enerji kaynakları çeşitliliği ve potansiyeli, dışa bağımlılıkları, coğrafi durumları, nüfus artış hızı, finansman durumu gibi değişkenleri dikkate almaktadırlar. Bu nedenlere bakıldığında ülkemizin kendine özgü koşulları göz önünde bulundurulmamaktadır.

Dünyadaki Uranyum Rezervleri 6.000.000 tondur ve  hiç yeni santral kurulmasa bile şu anda mevcut olan santrallere ancak 50 yıl yetecek kapasitededir.

Buna karşılık dünyanın kömür rezervi 250 yıllık, doğalgaz rezervi 100 yıllık ve petrol rezervi de 100 yıllıktır. Su, rüzgâr ve güneşin ise zamana bağlı bir sınırı yoktur. Dünya’da uğruna savaşlar çıkartılan başta petrol olmak üzere doğalgaz, kömür gibi tükenen ve çevreyi kirleten fosil yakıtların, temiz ve yenilenebilir “barışçıl” enerji kaynakları yerine aymazca kullanılması tam 2 yüz yıldır dünyadaki doğal dengelerin bozulmasına neden oldu. Su ise geleceğin önemli stratejik enerji kaynaklarından biri olmaya aday. Çünkü atmosfere salınan sera gazları nedeniyle dünyadaki belirgin ısı artışı önemli iklim değişiklikleri meydana getiriyor. Karaları besleyen buzulların erimesiyle yıla göre ortalama su dağılımı dengesizliğinin artmasıyla birlikte gelecekte kuraklık tehlikesi ile karşı karşıya kalma olasılığı görünüyor.

Türkiye su bakımından zengindir. Jeotermal kaynaklar açısından dünyanın sayılı ülkelerinden biridir. Ayrıca yakın bir gelecekte petrolün ömrünü tamamlamasından sonra onun yerini alacak olan hidrojen yatakları ve yakıt pillerinde kullanılan bor da Türkiye’de bol miktarda bulunmaktadır. Bunların yanında jeotermal enerji, biyokütle enerjisi, dalga enerjisi, gelgit enerjisi gibi temiz ve yenilenebilir çeşitli alternatif enerjiler bulunuyor. Tabii ki yapılan çalışmalarla bunlara ileride yenileri de eklenebilecektir.

Ancak, “Ülkemizin 10.000 ton Uranyumu ve 380.000 Toryumu var bunları değerlendireceğiz ve enerjide dışa bağımlı kalmayacağız” demek gerçek bir kara cahilliktir. Çünkü; 10.000 ton Uranyum rezervi içinde sadece 100 ton Nükleer Santralde kullanılabilen Uranyum 235 vardır. Gerisi Uranyum 238’dir ki nükleer santralde kullanılamaz. Toryum ise tıpkı Uranyum 238 gibidir ve nükleer santralde kullanılamaz. Ayrıca ülkemizde uranyumu nükleer santralde kullanmaya yönelik yakıt hazırlama teknolojisi yoktur. Yakıt işleme teknolojisine sahip bir kaç ülkeye bağlı kalınacaktır.

Türkiye enerji kaynaklarını temiz enerjiye çevirmek zorunda. Temiz enerjiye geçiş, Türkiye’de istihdam yaratacak. Örneğin, Almanya rüzgar enerjisinde 16 bin megavatlık bir güce ulaştı ve 140 bin kişi temiz enerji kaynakları dediğimiz rüzgar, güneş, küçük su santralleri, biyokütle gibi sektörlerde çalışıyor. Üstelik alternatif enerji kaynakları dururken Türkiye’de yetersiz olan fosil kaynaklarla yabancı şirketlerin kuracağı tesislerde kullanılacak olması dışa bağımlılığı arttıracaktır.

Diğer yandan nükleer atıkların temizlenmesi oldukça maliyetlidir, ton başına üçyüzyirmibeşbin dolara çıkmıştır. Nükleer atık depolama tesislerinin maliyeti ise milyarlarca dolardır.

Buna karşılık “nükleer enerji” üretimi alternatif kaynaklar arasında birim maliyeti en yüksek olan enerji kaynağıdır. Hidroelektrik santralleri ile ortalama bin dolar iken nükleer enerji üretiminde 3-4 katıdır. Fotovoltaik/güneş pilleri, bu konuda henüz yaygın kullanılabilir ve ucuz bir teknoloji yoktur. Ancak 2015 – 2020 yıllarından sonra fotovoltaik pillerin maliyeti diğer teknolojilerle kıyaslanabilir noktaya gelecektir.

Batıda nükleer reaktörlere karşı kamuoyunda büyük bir reaksiyon vardır. Bu yüzden tesisler tasfiye edilip yeni yapım planları iptal edilmektedir. Ancak böylesi bir tablo içinde işsiz kalan Nükleer Santral yapımcıları kamuoyu baskısının ve demokratik tepkilerin ciddiye alınmadığı ikinci kuşak ülkelere yönelerek mali krizlerini aşmak istiyorlar. Bir yandan nükleer santrallerinin olağanüstü yüksek işletme maliyetlerini üçüncü dünya ülkelerine nükleer silah teknolojisi satarak finanse etmek istemektedirler.

Akkuyu’da yapımı planlanan santral inşaatı ihalesine ABD, Japonya, Fransa, Almanya gibi emperyalist ülke kartellerinin katılması dikkat çekicidir. Zira nükleer enerji santrallerinin önemli bir kısmı bu ülkelerde bulunmakta ve elektrik üretimlerini bu yolla sağlamaktadır.

Öte yandan deprem kuşağında yer alan Türkiye için nükleer tesislerin kurulması risklidir. Hatırlanacağı gibi

Akkuyu’ya Nükleer Santral kurmaya yönelik ihalenin 15 Ekim 1999’da sonlandırılacağı açıklanmıştı. O tarihlerde çok güvenli söylemiyle pekiştirilen nükleer santrale yönelik beklenmedik bir şey olmuş ve Japonya’da Takaimura nükleer kazası olmuştur. Akkuyu’nun yer lisansı, 1976 yılında, henüz bir Çevre Bakanlığı dahi yokken alınmıştı. Nitekim, Akkuyu’ya 1976 yılında yer lisansı onayı veren üç kişiden biri olan Nükleer Mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman, bugün için bu lisansın geçersiz olduğunu beyan etmiştir. Başta stratejik konumu dolayısıyla Marmara ya da Karadeniz Bölgesine yapım planları iptal edilen Akkuyu Nükleer Enerji Santralı Akdeniz’e kaydırılmış ancak 11 Eylül’den sonra, nükleer santralların birer hedef olabileceği sıkça tartışılmıştır. Bu açıdan düşünüldüğünde ise, kuzey ya da güney, doğu ya da batı, nerede olursa olsun, nükleer santralların bir saldırı için çok ciddi sonuçlar doğurabilecek birer hedef ve hatta birer atom bombası oldukları söylenmiştir.

Oldukça maliyetli olan nükleer enerjinin üretilmesi aşamasında açığa çıkacak atıklar başta doğal kaynaklar olmak üzere ülke ekonomisine büyük tehdit oluşturmaktadır. Çevreyle ilgili kamuoyu oluşturmakla görevli oluşumların tartışma ve kararları dikkate alınmak zorundadır. Devlet hem kirleten hem de denetleyen olamaz. Çevre kanunu, yerel yönetimlerin işlevlerini düzenleyen yasalar hatta anayasada çevre ve insan sağlığının korunmasının temel bir hak olarak gösterildiği de unutulmamalıdır.

Temel Kaynak: TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası MAİ ve Küreselleşme Karşıtı Grubu açıklama metni.

http://www.antimai.org/cv/emonukrp.htm

Devamını Oku