Habip Hamza ERDEM
Kant’la birlikte ‘Batı Felsefesi’nde bir ‘kopuş’ yaşandığını söylemiştik.
Öyle ki, ‘Alman idealizmi’ ve hatta, İngiliz ve Fransız ‘aydınlanması’na karşı bir ‘Alman aydınlanması’ döneminin açıldığı bile söylenebilir.
Ancak ve ne var ki, bu ‘aydınlama’ya ‘pozitivizm’in şu ya da bu biçimde eklemlenmesi-entegre edilmesi-içerilmesi sonunda, bugün çok ‘yeni’, ‘post’ ya ‘neo’ denilen tüm akımların doğduğunu görüyoruz.
Kant için, düşünce kategorileri denilen zaman, mekân, zorunluluk, raslantısallık (contingence), nedensellik, varlık ve yokluk gibi tüm ‘mantıksal’ kategoriler bizim ‘esprit’imizin ‘biçim’leri (forme) olmaktadırlar.
Yani ‘aklımız’ (raison) bu kategoriler tarafından yapılandırmaktadırlar (structuré).
‘Kodlanmaktadırlar’ da denilebilir.
Bu ‘kodlanış’, deneyimden önce geldiği için, yani à priori oldukları için, her insanda ‘doğuştan’ varolmaktadırlar.
Örneğin bir çocuk, doğduğu zaman ‘anne’ ve ‘baba’sını ‘biliyor’ olacaktır.
Felsefe ise insanın bu ‘formel mantık’ kategorilerini ‘analiz’ etmekle yükümlü olduğu için, buradan bir ‘analitik felsefe’ akımı doğmuş olacaktır.
Bugün bile şöyle ‘analiz’ yapmak, böyle ‘çözümleme’ yapmak ‘bilim yapmak’la bir tutulmakta değil midir?
Ancak Kant’ta bir de ‘eleştirellik’ vardı değil mi ama?
İşte Avusturyalı fizikçi-filozof Ernst March (1838-1916)’la birlikte, pozitivizmin ‘üçüncü altın kuşağı’ başlayacak ve 1923’ten itibaren de Rudolf Carnap’la Viyana Çevresi (Cercele de Vienne) denilen bir ‘akım’ doğmuş olacaktır.
Ludwig Wittgenstein, Bertrand Russell, Karl Popper gibi düşünürlerce, ‘bilim’, fizikten dilbilime, felsefeden sosyal bilimlere yayılan formel mantık yoluyla ‘matematiksel dil’e indirgemek biçimini alacaktır.
Burada bir es vererek, Kant’ın ‘doğan çocuğun anne-babasını tanıma’sı örneğine dönelim.
Robinson Crusoe gibi ıssız bir adada yeni bir ‘varlık’la karşılaştığımızı düşünelim.
İnsan ‘esprit’si, hemen onu ‘tanımlayacak’ bir ‘kavram’ üretemez diyecektir Hegel.
Bu ‘varlık’, nasıl hareket ediyor, rengi ne, ne yeyip-içiyor gibi bizim ‘beş duyu’muzla elde ettiğimiz ‘duyumsal veri’lerle onu tanımamız mümkün değildir.
Yani bizim ortak duyum (sens commun) ya da Türkçe’ye anlaşılmaz biçimde ‘Sağduyu’ olarak çevrilen ve şeylerin kökeni, varlık nedeni gibi sorulara başvurmadan, herkesin paylaştığı bir ‘duyum’la anlaşılması mümkün değildir diyecektir Hegel.
Ki bu ‘sağduyu’ konusu, İngiltere’de bir ‘bakanlık’ kurulmasına bile yol açmıştır.
Örneğin, İskoç düşünür Thomas Reid (1710-1796), David Hume’ün (1711-1776) çağdaşı olup bir ‘ortak değer yargısı’ (sens commun) yaratmanın koşulları üzerine görüş geliştirmeye çalışmışlardır.
Ancak biz Hegel’e dönersek, Hegel böyle bir durumda ancak ‘imgelem’e (imagination) başvurulabileceğini ileri sürecektir.
Altıncı duyu da denilebilir.
Yani, Hegel’in çalışmalarını tamamlarken, işi ‘mutlak ide’ yani Tanrı’ya dayandırmadan önce, bilmenin bu aşamasında ‘materyalist’ olduğu apaçıktır.
Böylece Hegel’in Kant’ı aştığı noktaya gelmiş bulunuyoruz.
Yani, Kant’ın aksine Hegel, akıl (raison) anlağı (entendement) aşar ve bizim önümüze çıkan ‘herhangi bir bilinmez’ hakkında bir ‘akıl yürütme’ (raisonnement) yapar ki, bu da bir ‘diyalektik süreç’ten başkası değildir.
Bu tümden mi gelecektir ya tüme mi varacaktır ayrı konu.
Ki ileride buraya da değineceğiz.
Şimdilik ‘eleştirel aklın’ eleştirisini şu ya da bu yönde didiklemenin ‘en son’, ‘neo’ ya da ‘post’ diye sunulması yerine, ‘diyalektik aklın’ meziyetlerini (üstünlük) açıklamayı sürdürelim.
(Sürecek)
YAZARLAR
16 saat önceEKONOMİ
2 gün önceYAZARLAR
2 gün önceYAZARLAR
2 gün önceYAZARLAR
2 gün önceYAZARLAR
3 gün önceYAZARLAR
3 gün önce