Habip Hamza ERDEM
Diyorduk ki, ‘bilim adamı’ denilen insanın ‘felsefesi’, onun hem ‘dünya görüşü’ ve ‘bakış açısı’ ve hem de ‘ideoloji’si olup, uyguladığı ‘bilimsel yöntem’ de özünde onun ‘ideolojik’ bir yöntemi olmaktadır.
Kuşku yok ki, sözde ‘üniversite’lerimizin değeri kendinden menkul ‘hoca’ları buna hemen karşı çıkacak, ‘efendim biz ilk ağızda ‘objektif’ olmayı öğretiriz’ diyeceklerdir.
Tez-antitez ve ‘sentez’ yaparız diyeceklerdir.
‘Rasyonel’liklerini göklere çıkarabileceklerdir.
Gelin o zaman bu ‘rasyonellik’in tarihine bir bakalım.
Descartes’la başlayan ve Spinoza, Leibniz üzerinden yürüyen ve ‘aklı’ en iyi ‘tanıma’ ya da ‘bilimsel bilme’ yolu sayan ‘felsefe’ye göre; biz dünyayı ‘deneyim’den önce apriori olarak tanıyabiliriz.
John Locke’la birlikte ise, dünyayı ancak duyumsal ‘deneyim’le tanıyabileceğimizi öğrendik.
Bu her iki yaklaşım için ‘gerçeklik’in maddiliği sözkonusu değildir.
Yüce (Divin), doğa-üstü bir gerçekliğin var olduğunu apriori olarak kabul etmek demek, duyumsal olarak ‘algıladığımız’ nesnelerin gerisinde bir ‘kutsallık’ olduğunu kabul etmek demektir.
Yani ‘akıl-ötesi’ denilen bir şey de vardır.
O nedenle ‘aklımızın ermediği’ konulara girmek, çizgiyi aşmak demektir.
Öyleyse, biz ‘şey’lerin ‘nedeni’ değil ama ‘nasıl’ı ile ilgilenelim yeter denilmektedir.
Yok eğer illa bir ‘nedensellik’ aranıyorsa, bunu için de binlerce yıllık ‘deneyim’ denilen ‘gelenek-görenek’ ve ya da ‘kültür’ diyebileceğimiz bir dayanağa dayanarak, örneğin kızgın sobaya el vurulmaz çünkü cızz ederi biliyoruz derler.
Değil mi ki ‘eşşek çamura bir kez düşer’ ya da ‘müslüman deveyi iğne deliğinden bir kez geçirebilir’ yasası (Nass) vardır.
Bunlar için kavramlar ise, bizim duyumlarımızdan türetilmektedirler. Dolayısıyla da reel dünya için pek bir şey söylemezler. Örneğin şeylerin doğal nedenselliği hakkında bilgi vermezler.
Yani onların kavramlarının ‘mantıksal’lığı tamamen ‘öznel’ (subjectif) olup ‘bin yıllık geleneğe’ dayanmaktadır.
İnsanın maddi vücudundan ayrılmış bir ‘beyin’le gerçekliğe ulaşılabileceği ve bunun için de Tanrı’dan esinlenen bir ‘güç’e dayanılabileceği düşünülür.
Bugün bile ‘insanın beyni var’ diye övünülürken, o beyini de ‘Tanrı’nın verdiği’ni unutmamak gerektiğinin altı çizilmektedir.
Oysa, üretilen bu ‘kavramlar’ için duyumların deforme edilmesi bile denilebilir.
Çünkü böylece ‘gerçek’in entelijibilitesi (bilme kapasitesi diyelim) ‘boş’a çıkarılmış olmaktadır.
Buna boşa düşürülmüş ‘esprit kapasitesi’ de denilebilir.
Kant’la birlikte yeni bir ‘sentez’ anlayışına ulaşılacaktır ki, bugün bile onun değişik ve ‘aşkın’ biçimleri ‘en bilimsel yöntem’ diye sürdürülmektedir.
Böylece Platon’dan buyana yapılan felsefeler, yani ‘saf akıl’la (raison pure) kurulan ‘bütünsellik’ler ya da kısaca ‘metafizik yaklaşımlar’ Kant’la birlikte yeni bir boyut kazanacaktır.
Değil mi ki, bugün bile televizyon programları ‘analiz/sentez’ ya da sadece ‘sentez’ olarak adlandırılmakta, ‘en bilimsel yaklaşım’ bu programlarda işlenmektedir.
En azından ‘en nesnel yaklaşım’ bunlar olmaktadırlar.
Böylece sözde ‘öznellik’ yani sübjevtiviteden kurtulmuş olunmaktadır.
Öyleyse Kant’la başlayıp Hegel’le sürdürülen bu ‘yeni metafizik’ yaklaşımları daha ayrıntılı bir biçimde ele almamız gerekecektir.
Ki, günümüzde sözde ‘en moda’; ‘en son’, ‘neo’-meo, ‘post’-‘most’ olan tüm ‘bilimsel yaklaşımlar’ın temelinde Kant-Hegel-Marx üçlüsünden başka bir ‘felsefî temel’ bulunduğu söylenemez.
Var diyene ise ‘dünyadan haberi yok’ diyerek, burada keselim.
(Sürecek)
YAZARLAR
Az önceYAZARLAR
6 saat önceMANŞETLER
6 saat önceYAZARLAR
7 saat önceYAZARLAR
7 saat önceYAZARLAR
22 saat önceYAZARLAR
22 saat önce