Türkiye Cumhuriyeti, 1923’te Türk yurdu olarak işaretlense de, aslında farklı etnisitelerin yurdu olmaya da devam etti.
Bunda sebep, hem Anadolu coğrafyasının binlerce yıllık tarihinde hiçbir dönem mono-etnik bir nüfus hâkimiyeti sağlanamamış olması, ama hem de Orta Asya ile Orta Avrupa arasında kurulan hiçbir Türk devletinin farklı etnik nüfusları yok etme politikası gütmeyişidir.
Burada konumuz değil, ama kısaca değinelim: Küresel Türk varlığının etnolojisinin, karşılaştığı diğer etnik topluluklarla barış içerisinde yaşama ilkesi ile oluştuğunu da unutmamak lazım.
Belki de, bu multi-etnik topluluk dinamizminin yansıması olarak, Kırım-Hazar, Fergana, Kaşgar, Horasan ve Anadolu coğrafyalarında kurulan bütün Türk devletleri, çevre coğrafyalarda yok edilme tehlikesi yaşayan farklı etnik toplulukların güvence altında varlıklarını devam ettirdikleri ülkeler olmuşlar.
Aynı tarihsel geleneğin devamı olarak Osmanlı devletinde de, “genişletilmiş Anadolu coğrafyası”nı kapsayan alanda farklı etnik topluluklar yaşadılar.
Osmanlı devleti, kadim Türk yönetim sistemini terk edip, merkezi-imparatorluk devleti yönetim sistemini benimsediği için, esas olarak yine Türk beylikleri ile yıkıcı çatışmalar yaşadı.
Osmanlı devletinin yıkımın eşiğine geldiği, 1402 Ankara ve 1512 Çaldıran savaşları yine Türk beylikleri ile yapılan savaşlardır.
Genel olarak, 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’na kadar Osmanlı devletinin Türkler dışında farklı etnik topluluklardan herhangi bir tehlike almadığını söyleyebiliriz.
Tam tersine, Osmanlı devletinde padişahtan sonraki en yüksek makam olan sadrazamlık makamında çok farklı etnik kökenli insanlar bulundu. Bu konuda çalışmalar yapan sosyolog-yazar Gürbüz Evren, 1323 ile 1920 yılları arasında görev yapan 218 sadrazamın içerisinde 117’sinin farklı etnik kökene sahip olduğunu söylüyor.
Evren, bu konuda yazdığı makalesinde devamla şöyle diyor: “117 sadrazamın etnik kökenlerine bakıldığında ise, 32’sinin Arnavut, 12’sinin Boşnak, 11’inin Gürcü, 9’unun Abaza, 8’inin devşirme, 6’sının Rum, 4’ünün Çerkez, 4’ünün Hırvat, 2’sinin Arap, 2’sinin Ermeni, 2’sinin İtalyan, 2’sinin Slav, 2’sinin dönme, 1’inin Rus, 1’inin Bulgar, 1’inin Sırp, 1’inin de Çeçen olduğu görülecektir.
Ayrıca, 4 sadrazamın kökeninin Rum mu, Fransız mı, Arnavut mu, Hırvat mı, Macar mı ya da Boşnak mı olduğu konusunda da görüş birliği sağlanamamıştır. 13 sadrazamın kökeni ise bilinmemektedir. Bazı sadrazamlar da etnik kökenleriyle anılmaktadır. Rum Mahmut Paşa, Rum Mehmet Paşa gibi sadrazamlar bu durumun en iyi örnekleridir.”
Osmanlı devleti etnik kökenine bakmadan, işinin ehli insanları İstanbul’a toplama siyaseti güttüğü için, sınırları dışında yaşayan pek çok insanı da merkezi yönetim kadrosuna katmakta tereddüt etmedi. Fransa, İngiltere, Macaristan, İtalya, Polonya, Almanya, Avusturya gibi pek çok farklı ülkelerden askerler, bilimciler ve sanatçılar Osmanlı devletinde en üst makamlarda bulunabildiler.
Bu kadar uzun girişi yapmamın nedeni şu: İktidar partisinin bakanları ve üst düzey yöneticileri Filistinlileri “kardeş” olarak tanımlıyor.
Oysa ki, Filistinlileri toplum olarak kardeş olarak tanımlamak, mantık olarak da karşılarında olan Yahudi toplumunu da “kardeş-değil” konumuna iter!
Halbuki, “devlet aklı” bilir ki, çatışma halindeki topluluklardan birisini “kardeş” olarak tanımlamak, diğerine karşı da bir pozisyon anlamına gelir.
Nitekim, Karabağ sorununda “kardeş” olarak tanımladığımız Azerbaycan’la birlikte Ermenistan’a verilen mesaj nettir ve doğrudur!
Peki, Filistin/İsrail çatışmasında da Karabağ/Ermenistan çatışmasına benzer durum söz konusu mudur?
Eğer, “etnik kardeşlik”ten söz ediliyorsa, Filistinliler ile Yahudiler kardeştir. Ama, Türkler her ikisi ile de kardeş değildir.
Ken’anlılar ve Filistlerin karışması ile ortaya çıkan bugünkü Filistin halkı sami etnik topluluğunun üyesi olarak Yahudilerler kardeştirler.
Irkçı ve şoven politikaları ile en çok Yahudi halkına zarar veren Bünyamin Netanyahu, Yahudilerle Filistinlileri farklı etnolojik kökende göstermek için milyonlarca Dolar para dökse de, iki halkın hem etnik ve hem de dil kardeşliği gerçeği değişmez.
Öte yandan, coğrafya açısından da Filistinliler ile Yahudilerin kardeşliği söz konusudur.
Her iki halk da en az 3 bin yıllık bir zaman diliminde yanyana ve birarada yaşamış halklar. Haçlı seferlerine karşı beraberce savaşmış, direnmişler.
Coğrafya “kader” ise, bu kaderin her iki halkı kardeş olmaya mecbur kıldığı da tarihsel dayanaklarla ileri sürülebilir.
Peki, biz neden Filistinlilerle kardeş oluyoruz ama, Yahudilerle olmuyoruz?
İşte, bu noktada, “devlet aklı”nın bize din kardeşliği dayattığını görüyoruz!
“Sünnî ümmetçi politika” Türkiye’yi Filistin halkı ile kardeş yaparken, Yahudi halkı ile de, “kardeş-değil” pozisyonuna itiyor!
Hem de, Osmanlı tarihini sahiplenen bir elbise giyerek yapıyor, bu ayrımcılığı!
Yukarıda, detaylarıyla anlattığım gibi, Osmanlı devletinde hiçbir zaman olmamış, Türk tarihinde hiçbir zaman tespit edilmeyen bir “kardeşlik türü” ile yapılan dış politika bizlere “devlet aklı” olarak dayatılıyor!
Halbuki, Filistin/İsrail sorununa “Sünnî ümmet kardeşliği” üzerinden pozisyon almak, tarihsel temsiliyetini iddia ettikleri Osmanlı devletinin tecrübesi ile uzaktan yakından alakası olmamakla birlikte, Türkiye’nin de başına getirilebilecek en büyük belâdır!
Türkiye “Sünnî ümmet devleti” değildir! Daha da önemlisi, Türkiye geçmişinde olduğu gibi, geleceğinde de çok etnikli ve çok inançlı bir devlet olmayı sürdürecektir.
Bu noktadan bakarak, “devlet aklı”nın da bir an önce aklını başına alması ve çağın ve geleceğin gereklerine göre politika üretmeyi benimsemesi gerekiyor.
Dün ve bugünkü yazılarımızda, “devlet aklı”nın Filistin/İsrail çatışmasında aldığı pozisyonun akıl dışı iki unsurunu okurlarımın dikkatine sundum.
Yarın yayımlanacak yazımda ise, bu çatışma ekseninden değerlendirerek, politika konusunu ele alacağım.
YAZARLAR
8 saat önceEKONOMİ
1 gün önceYAZARLAR
1 gün önceYAZARLAR
1 gün önceYAZARLAR
1 gün önceYAZARLAR
2 gün önceYAZARLAR
2 gün önce