Habip Hamza ERDEM
Demokratik hükûmet, temelde ‘insan’a, üretmek ve alış-veriş yapmak üzere yaratılmış üretken bir varlık (animal) olarak bakar, diyor Régis Debray.
Ki, doğrudur.
Her ne kadar, sözde ‘gerçek demokrasi’ taraftarlarının sık sık ‘insan merkezli’, nesnesi ‘insan’ olan diyerek söze başlamalarına karşın, bu savlarını temellendirecek herhangi bir kanıtları yoktur.
Örnekse, ‘ekonomi’ anlayışları ‘homo economicus’la başlar ve ‘ekonomi’ ‘politika’yı yönlendirmenin ‘nesne’sini oluşturur.
Bırakınız yapsınlar/bırakınız geçsinler ile başlayan anlayış, modern zamanlarda gelip ‘iş’e dayanmıştır: İş kadını, iş adamı ve en güzeli de ‘iş insanı’…
Oysa Cumhuriyet’te kararlar ortaklaşa (prétoire) ve tartışmayla (forum) alınır.
Belki zaman zaman somut örnek ülke var mı, varsa neresi diye sorulabilir.
Burada kuramsal ve çok daha önemlisi o ‘kuram’ların ‘felsefî temelleri’nden söz edildiğini anımsatalım.
Denilebilirse eğer, ‘yerleşik düşünce’lerin arka planı, ‘entelektüel yapı’ların tarihsel ve bilimsel ‘köken’lerinde söz edilmektedir.
Buradan hareketle, okuyucunun kabul ya da yadsıma yerine kendi ‘norm’unu üretmesi beklenir.
Sözde ‘insan’ yerine konulan ‘iş insanı’nın başarısı ise, ‘bencil çıkarlar’ına bakılmaksızın ‘kamu hizmeti’yle ölçülür.
Kaç ‘insan’a ‘iş olanağı’ vermiş, kaç ‘insan’a hizmet edecek bir ‘iş’ yapmıştır…
Cumhuriyet’te ise, insanlar ‘yurttaş’ olarak değerlendirilip, yurttaşlar birliğine de ‘ulus’ denilmektedir.
Fransız Devrimi sırasında yazdıklarıyla ufuk açan ama aynı zamanda bir kilise mensubu olan Emmanuel-Joseph Sièyes’e göre, ulus, “kendilerini temsil eden yasa koyucu tarafından konulmuş ortak yasalarla yönetilen ‘tek vücud’” olmuş yurttaşlardan oluşmaktadır.
Şimdi, örnek olması bakımından, Ali Erbaş ve bağlı olduğu ‘otorite’ tarafından çıkarılmış ‘yasa’larla yönetilen bir ‘topluluk’u düşünelim.
Buraya kadar açıklananlar ile bundan böyle açıklanacak olanlar ışığında, Ali Erbaş’ın olduğu bu ‘topluluk’a ulus, Devlet biçimine Cumhuriyet ve yönetim biçimine Demokrasi denilebilir mi?
Evet diyenlerin, ne Devlet, ne Cumhuriyet ve ne de Demokrasi kavramlarını bilmediklerini ama aynı zamanda öğrenmek niyetinde olmadıklarını söyleyerek geçiyorum.
Kaldı ki, bu tiplerin, aynı kavramları kullanmalarına karşın ‘başka niyet’lerinin olduğu da artık apaçık olmuştur.
Demokrasilerde, diyor Debray, her bir ‘insan’, kendi ‘topluluk’u (communauté) tarafından tanımlanıp, bu ‘topluluk’lar ‘toplum’u oluşturmaktadır.
Türkiye’de bu Arapçasıyla ‘cemaat’ler olmaktadırlar.
Öyle ki, artık meslek grupları da birer ‘cemaat’ biçimini almış bulunmaktadırlar.
Kimi ‘ileri demokrasi’ taraftarlarının, ‘çok kültürlülük’, ‘çoğulculuk’ vb terimlerle geliştirmeye çalıştıkları anlayışın da, önünde sonunda, gelip aynı yere dayanacağı şimdiden söylenebilir.
Orada herkes sözde ‘kardeş’tir.
Cumhuriyet’te ise, Bakan’ın Laz, Genel Müdür’ün Çerkez, Genelkurmay Başkanı’nın Kürt, Vali’nin alevi, Kaymakamın Şafiî, Öğretmenin atasının Osmanlı olup olmadığına bakılmaz.
Ve ‘Ulus’ ancak ve sadece bu durumda söz konusu olmaktadır.
Ve yine ‘Ulus’un üzerinde sadece ‘İnsanlık’ var ki, bu insanlık anlayışının ‘insan’a bakışı da kendine özgü olmak durumundadır.
Özgürlük konusuna gelince, Cumhuriyet’te ‘özgürlük’, aklın zaferidir diyor Régis Debray.
Bu şu demektir; Cumhuriyet’e ‘inanmak’ olmaz, o ancak ‘anlaşılabilir’.
Tam da o nedenle, Türkiye Cumhuriyet’i kurulurken ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ denilmiştir.
Ve eğitimsiz bir toplumda Cumhuriyet yeşermez.
Daha önceki yazılarımızda Jules Ferry’nin öğretmenleri Cumhuriyet savaşçılarının önde gidenleri yani ‘süvari’leri olarak selamladığını yazmıştık.
Türkiye’de ise öğretmen, öğrencilerine konuştuğu için göz altına alınmaktadır.
Bundan daha açık bir ‘Cumhuriyet düşmanlığı’ olabilir mi?
(Sürecek)
YAZARLAR
13 saat önceEKONOMİ
2 gün önceYAZARLAR
2 gün önceYAZARLAR
2 gün önceYAZARLAR
2 gün önceYAZARLAR
3 gün önceYAZARLAR
3 gün önce