Sibel ÖZBUDUN
VI.2) RESMÎ GÖRÜŞ VE “KOMÜNİST”LE
Ardından da devam ile eklenir: “Dersim tartışmasında başından beri, atış serbest, at Martini, tarih inlesin.”[250]
Söz konusu seviyesizlik burada da durmayıp, “komplo teorileri”ne müracaat eden, kof bilgeliği sarılır: “Şeyh Said isyanının ardında Musul ve Kerkük meselesi vardı. Kanaatimce Şeyh Said’in kendisini de içine alacak şekilde tezgâhlanan oyundan haberi yoktu. Olaylar onun dini hassasiyetlerini hareketlendirecek şekilde hazırlanıp geliştirildi. Dersim İsyanı’nın arkasında ise Fransızlar vardı; zira o sıralarda Fransızlar ile Hatay için çekişmekte idik. İngilizlerin bir kargaşa çıkarıp Musul ve Kerkük’ü kapması gibi Fransızlar da Hatay’ı kapmak arzusunda idiler. Burada mühim bir husus şudur: Dönemin İngiltere Maslahatgüzarı Morgan’ın kendi dışişleri bakanlığına gönderdiği rapor… Raporda, yapılan propaganda ve ayartmalar marifetiyle ortamın nasıl alevlendirildiği anlatılır. Gerek Şeyh Said gerekse Dersim isyanlarının arka planlarını bilmememiz ne kadar acıklıdır. Bilseydik günümüzdeki benzerlerini yaşar mıydık?”[251]
Daha da çoğaltılması mümkün olan resmî palavralara en iyi yanıtı, 1992’de Hasan Cemal ile yaptığı bir röportajında, “Kürt meselesine yaklaşımda, ‘ezip geçmek’ anlayışını ‘Dersim mantığı’ diye adlandıran”[252] Mesut Yılmaz yapar!
“Nasıl” mı? Cumhuriyetin kuruluşundan 1937 Dersim isyanına kadar Doğu ve Güneydoğu’da irili ufaklı 23 isyan ve ayaklanma gerçekleşmiş, tüm bu kalkışmalar Silahlı Kuvvetler tarafından bastırılmıştır.
Anımsayalım: Nasturi İsyanı (1924-Hakkâri), Jilyan İsyanı (1926-Siirt), Şeyh Sait İsyanı (1925-Bingöl-Muş-Diyarbakır), Seit Taha ve Seit Abdullah İsyanı (1925-Şemdinli), Reşkotan ve Reman İsyanı (1925-Diyarbakır), Eruhlu Yakup Ağa ve oğulları İsyanı (1926-Pervani), Güyan İsyanı (1926-Siirt), Haco İsyanı (1926-Nusaybin), I. Ağrı İsyanı (1926), Koçuşağı İsyanı (1926-Silvan), Hakkâri-Beytüşşebab İsyanı (1926), Mutki İsyanı (1927-Bitlis), II. Ağrı İsyanı/harekâtı (1927), Biçar harekâtı (1927-Silvan), Zilanlı Resul Ağa İsyanı (1929-Eruh), Zeylan İsyanı (1930-Van), Tutaklı Ali Can İsyanı (1930-Tutak-Bulanık-Hınıs), Oramar İsyanı (1930-Van), III. Ağrı harekâtı (1930), Buban aşireti İsyanı (1934-Bitlis), Abdurrahman İsyanı (1935-Siirt), Abdulkuddüs İsyanı (1935-Siirt) ve Sason İsyanı (1935-Siirt)…[253]
Söz konusu “İsyan”ları bastıran devletin yaptığı Dersim’in Tunç-eli’ye tahvilidir!
Örneğin Kızılbaş Kürtleri “medenileştirerek Türkleştirmek” isteyen Cumhuriyet yönetiminin dağları tepeleri bombalayışı, insanları katledişi, “Ne müthiş bir başarı sağladık” havasında, gazetelerde yer alabilmiş o dönemde… Cumhuriyet’in başyazarı Yunus Nadi’nin, katliamın ardından Dersimlilerin zorla yol ve inşaatlarda çalıştırılmalarını köşesinde şöyle rasyonalize edebildiğini görüyoruz: “Hükümet(in), bu cahil dağlılara hayatı namuskârane çalışarak kazanmanın şerefli ve zevkli bir yaşayış olduğunu ispat edecek.”
Gazetenin birinde, bir grup Dersimli kadına ait fotoğrafa şu altyazı yerleştirilmiş: “Medeniyetin refahına kavuşmak üzere olan Tunceli köylüleri…”
‘Ulus’ Gazetesinde, Hakkı Naşit Uluğ’un ‘Dersim Medeniyete Açılıyor’ başlıklı makalesinde, “Dersim işi bir temdin davası, bir imar davası. Dersim’de yaşayan ve haydutlar elinde esir kalmış olan on binlerin cumhuriyet vatandaşlığı şeref ve haklarına kavuşturulması davası olarak takip edildiği zamandan beri, hâl yoluna girmiş demektir,” derken Dersim Katliamı, işte böylesi, “bir medeniyet projesi” anlayışı etrafında şekillendi![254]
Cumhuriyet, Dersim’i esas olarak beş yüz yıllık direnişi, “devletsizliği”, otorite tanımaz karakteri nedeniyle mesele etmiştir. Dersimliler en azından son beş yüz yıl boyunca ve kısmen otonom yaşamış ve hiçbir gücün egemenliğine tam olarak girmemiştir. İsmet İnönü’nün Dersim coğrafyası için “Daimi bir huzursuzluk yuvası” deyişi çok anlamlıdır.
Dersim 1938 hadisesi için resmi ve diğer literatürde çok çeşitli adlar kullanılmıştır. Bu adlar, genellikle kullanıcılarının devlet, ordu, resmi ideoloji ve halkla ilişkilerine ve taşıdıkları dünya görüşüne göre değişmektedir. “İsyan”, “Başkaldırı”, “Direniş”, “Ayaklanma”, “Katliam”, “Jenosit”, “Dersim Olayları”, “Kavim Kırım”, “Tenkil”, “Tedip”, “Harekât” vb. adlandırmalar biliniyor. Ancak 1938 katliamına “Destan” adının verildiğini bu kitapta yer alan bir jandarma raporunda görüyoruz. Bu adlandırma, devletin zihninde 1938 harekâtının “yararlı ve başarılı bir olay”, adeta bir “devrim” olarak kodlandığını gösteriyor.
Kitapta yer alan “Dersim Destanı”, Jandarma Genel Komutanlığı Matbaasınca basılmış ve 19 Nisan 1939 tarihini ihtiva ediyor. 2550/60277 sayılı bir resmi rapor olan “Dersim Destanı”, “Dağbek Köyü’nden Ali Çavuş’un Destanı” ile başlıyor ve “Beşpınarlı Aşık Durmuş’un Destanı”, “Ne Bela Geldi İse Ağadandır”, “Mazgirtli Hasan Aşık tarafından Tunçeli Destanı”, “Nazımiyeli Gül kız tarafından Asker Şarkısı (Alim)”, “Seyitlere Dair” ile devam ediyor.
Küçük bir kitapçık olan “Dersim Destanı”, 1938 katliamından bir yıl sonra kaleme alınmış ve anlaşıldığı kadarıyla Dersim’de yoğun olarak dağıtılmıştır. Türkçe olarak yazılan eser ile halkın resmi dile ısındırması amacı güdülmüş olması mümkündür.
İçerdiği şiirler ise “güdümlü edebiyat” veya “resmi edebiyat”ın çok kötü bir örneği olarak nitelenebilir. İktidar yanlısı bu şiirler edebi niteliğinin düşüklüğüyle -veya yokluğuyla- dikkati çekiyor.
Öte yandan kitapçıktaki tüm şiirler, Dersim aşiretlerine, inancına ve insanına yönelik ağır sözler sarf ediyor. Tüm dizelerde, yüzyıllardır Dersim’de belli şekilde yaşayan ve ibadet eden insan kaba bir dille küçümseniyor ve horlanıyor. Dizelerin altında, “şair-askerler”in değil; “Dağbek Köylüsü” veya “Nazımiyeli Gül Kız” gibi “yerli” insanların imzasının bulunması da dikkate değerdir.
“Destan” boyunca Dersimli aşiretler, seyitler, ağalar hedef alınıyor. Hakaret dolu satırların arasında askerlik, okul, mahkeme, Türklük, yollar, köprüler, devlet, hükümet, çalışmak vd. fenomenler övülüyor. Propaganda dolu dizeler, Dersim katliamını haklı ve meşru göstermeye hizmet ediyor.
“Dersim Destanı”, Kızılbaşlığa ve Dersimlilerin otantik inançsal değerlerine tenkiti (veya hakareti) “ana tema” olarak belirliyor. Seyitler veya dedeler, hakaretlerden en fazla pay alan kesimi oluşturuyor:
“Ya bir eski pabuç, ya yıkık duvar/ Bizi aldatır da eli boş savar/ Herif aç kurt oldu, biz sersem davar/ Taptık ermiş diye kıllı surata/ Devlet vasıta başta, değil sorguçta/ Keramet olur mu kuru papuçta/ Kudret görünür mü duvarda burçta/ Açık gizli yüz vermeyin hayduda…” Kureyş’i karşılamaya giden Bava Mansur’un yürüttüğü duvara (Dêsê Muxındiye) yönelik sarf edilen bu sözler neyin hedeflendiğini açıkça ortaya seriyor.
“Seyitlere Dair” bölümü ise şu dizeleri de içeriyor: “Seyit Dede tanımam/ Benzeyorlar şeytana/ Sözlerine inanmam/ Çıktı foya meydana/ Süpürgeden bir sakal/ Karmakarışık yüzleri/ Seslerinde var çakal/ Korkunç bakar gözleri/ Öflemekle hastayı/ Sağaltacak budala…”
Dersim inanç sisteminin en tepesinde yer alan Mürşit ve Seyitler Jandarmaca “şeytan”, “süpürge sakallı”, çakal sesli”, “korkunç gözlü”, “cenaze arayıp duran”, “ölü yumma heveslisi”, “soyguncu”, “budala” vb. ağır nitelemelerle ifade edilmiştir. Naşit Hakkı Uluğ’un eserlerinde Seyitlere dönük olarak sıkça kullanılan “yalancı, hırsız, sömürücü” nitelemeleri raporda da devam ediyor. Bu söylem, ilginç bir şekilde “rejim muhaliflerini” de etkisi altına almış; 1970’lere kadar Seyit ve pirlere dönük bu bakış devam etmiştir.[256]
Cumhuriyet yönetimi askeri harekât öncesi ve sonrası Seyitleri sert bir şekilde hedef almıştır. Seyitler öylesine önemlidir ki Kazım Karabekir “Dersimliler arasına onların dilini öğreterek memurlar gönderilmesini ve bu memurlara Seyit namı verilmesini” önerebilmiştir.
Dersimlilere “din ve milli birliği” anlatma görevini bu memurlar aracılığıyla yerine getirme planı yapan Karabekir paşa seyitleri “istismar etme” yanlısıdır. Devlet bir taraftan seyitleri yok etmiş ve sürgüne göndermiş; öte yandan onların gücünü istismar etme planları yapmıştır.[257] 1939’da yayınlanan broşür, seyitleri hâlâ “tehlike” olarak görme eğilimindedir.
Kitapçık, Dersim insanına negatif (veya hasmane) bakışını saklamamıştır. “Ha hayvan sürüleri, ha insan aşireti/ Ağa seyit insanın en hınzırı, en şirretlisi/ Çok şükür başımızda gördük devleti/ Her şeyden üstün onun şefkati…” Burada Dersim insanı “hayvan sürüsü”ne benzetilerek aşağılanırken devlet iktidarı ise “şefkat” ile özdeşleştirilmektedir. Cumhuriyet’in “modernleşme” mantığını ortaya koyan bu satırlara göre “devlet” karşısında “birey” veya “aşiret” gibi kimlikler ilkel ve geridir; bu kimlikler tanınamaz.
“Destan”, 1938 katliamını açıkça desteklemektedir. Dersim’in adının Tunçeli olarak değiştirildiği döne döne vurgulanmaktadır. Askerlik yere göğe sığdırılamamaktadır. “Tunçeli Destanı”nda yer alan şu dizeler dikkat çekicidir: “Yollar yapıldı, köprüler kuruldu/ Davalar görüldü, sular duruldu/ Karşı gelenlerin hepsi vuruldu/ Tunceli’dir artık adı Dersimin…”
“Karşı gelenlerin hepsi vuruldu” dizesi, 1938 katliamının itirafı ve ifadesi; aleni olarak savunulmasıdır. Bilindiği gibi 1938 harekâtında sadece “asi” ve “direnişçi” aşiretler, aileler ve şahsiyetler değil; “muti” aşiretlerden ve hatta “milislik” yapanlardan dahi insanlar “vurulmuş” ve sürgüne gönderilmiştir. Hayatında eline silah dahi almamış seyit, mürşit ve pirler “halkı devletten ayırmakla” suçlanmış; bu kişilerin sakalları kesilerek küçük düşürülmüş; öldürülmüş ve sürgün edilmiştir.
“Nazımiyeli Gül kız tarafından asker şarkısı”nda yer alan şu dizeleri de not edelim: “Alim orduda bir kahraman er/ Öğrenmiş ocaktan bir nice hüner/ Askere gidenler mektepli döner/… Alim geldi köye alayla şanla/ okuyup yazıyor ince lisanla…” Burada ise ordu “modernliğin öncüsü” şeklinde ifade ediliyor.
Kitapta yer alan başka bir önemli belge ise “Jandarma” başlıklı İçişleri Bakanlığı’na ait bir kitapçık. 1935 tarihli bu belgede, “içişleri hizmetine mahsus” alt notu var ve “değişik rejimler zamanında askeri hareketlerle Dersimliler yola getirilmek istenmiştir; lakin bunlardan beklenen sonuçlar elde edilememiştir; çünkü askeri hareketleri sosyal önlemler tamamlamamıştır; Dersimli bu yüzden herhangi bir rejimin yardımını görmemiştir” görüşleri ileri sürülüyor
Bu cümleler ilginçtir. Resmi propagandanın Dersimlileri yüz yıllarca hedef gösteren söyleminin haksızlığı ortaya serilmektedir. Zira devlet söyleminde Dersim “devlete karşı pek çok harekette bulunan bir bölge”dir. Burada ise Osmanlı ve Cumhuriyet yönetimlerinin Dersimlilere yardım etmediği ve halka sadece zulüm ve baskının reva görüldüğü ortaya koyulmaktadır.
Devamla İsmet İnönü’nün, 1925 tarihli ‘Şark Islahat Planı’nda, “Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları mutlaka Türk yapmaktır. Türklüğe ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır,” denilirken; İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın “ıslah planı”nında,[258] “Aşiret ağaları ve aşiret ağası olabilecekleri Dersim’den uzaklaştırılmalı. Dersim’de topraksız ve ağaların esiri köyler, mahallen veya naklen topraklandırılmalı,” vurgusuyla eklenir: “Bunların tatbiki askeri bir harekete bağlıdır.”
Kazım Karabekir’in, 4 Haziran 1339 (1923) tarihli ‘Erkan-ı Umumiye Riyasetine’ sunduğu mütalaasında da, “Askere geldiklerini ve iyi terbiye aldıklarını farz edelim. Siyaseten bize aleyhtar oldukça bu talim ve terbiye aleyhimize olacaktır. Çünkü herhangi bir hâl karşısında Türk askerinden ve bilhassa top ve makineli, tayyare tesirlerinden korkan Kürtler, talim ve terbiye aldıktan sonra bunlardan korkmayacak ve siyasi entrikalar fiili sahaya geçerse meselenin hâlli kolay olmayacaktır” diyordu.
İmar ve “medenileştirme” sürecinden önce “Kürtleri askere almak demek, düşmanlarımıza, propagandalarınızı daha kolay yapın demektir,” de ekliyordu.
Sadece bu kadar da değil, medenileştirme sürecinin bir ucunda da dini ıslah meselesi vardı; Karabekir, “Kürtler diyanetten, selabetten de mahrum olduklarından birkaç yerde Türk uleması nezdinde medreseler açmalıdır” tavsiyesinde bulunuyor. Dahası, “Kürdistan üç kısma bölünmelidir…
Siirt-Diyarbekir yani Dicle boyu. Bunlardan en mühimi Malazgirt ve Nizamiye mıntıkalarına kuvvetli Türk köyleri yerleştirilmeli” diyordu.[259]
Ayrıca Cumhuriyetin ilanını takip eden senelerde özellikle Şeyh Sait Ayaklanması’ndan sonra Ankara, Doğu illeri ile beraber Dersim’i (Tunceli) dikkate almış ve ıslahatı için incelemeler başlamıştı; Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey 2 Şubat 1926’de İçişleri Bakanlığı’na sunduğu raporda şunları diyordu:
“Yaptığım temasların bende hasıl ettiği izlenime göre, Dersim gittikçe Kürtleşiyor, ülküleşiyor ve dolayısıyla tehlike büyüyor. Hükümeti senelerden beri meşgul etmekte bulunan Dersim meselesi, eski idarenin seyyiat (günah) mirasından başka bir şey değildir. Yeni hükümetin bazen adil davranış, bazen zayıf ve bazen de sebepsiz ve neticesiz şiddet gösterme gibi dengesiz politikası Dersim’i daimi hercümerç yuvası hâline getirmiştir.”[260]
Öte yandan “Kızılbaş, Sünnî’yi sevmez, kin besler ona ezelden beri düşmandır,” denilip, Türklüğü telkin için 2 okul açılması önerilen 1931 tarihli Jandarma Umum Kumandanlığı’nın raporuna göre,[261] merkezi otoritenin Dersim üzerinde hâkimiyet kurma çalışmaları 1860 tarihinde başlıyor. Tam 11 kez askeri harekât yapılıyor. Dersim’e Jandarmanın dönemlere ayırdığı raporlarda, “Dersim giderek Kürtleşiyor” tanımı bulunuyor. Vatandaşın aşiretlerden çok çektiğini ve bu nedenle sesini çıkaramadığı yorumları da var.
Jandarma raporunda, “Dört yüz seneden beri Dersim’e hükümet nüfuzu girememiş” değerlendirmesi dikkat çekerken, Şeyh Sait isyanının bastırılmasından sonra halkta büyük bir yılgınlık oluştuğuna dikkat çekiliyor. 1930 yılından sonra yapılan harekât planında Aşiret reislerinin Dersim’den sürgün edilmesi ve Türklüğün telkini yönünde propagandaya önem verilmesi kararlaştırılıyor. Kürtçe yerine Türkçe’nin ikame edilmesi, “Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli” söyleminin hayata geçirilmesinde yarar olduğu vurgulanıyor.
Ve nihayet Kurtuluş Savaşı komutanlarından Orgeneral İzzettin Çalışlar’ın kitaplığından çıkan ve torunu İzzeddin Çalışlar tarafından gün yüzüne kavuşturulan raporun orijinali, Jandarma Umum Kumandanlığı’nca (III. Şube, I. Kısım tarafından), 55.058 sayısıyla, “gizli” ve “zata mahsus olarak”, “kayıt altında” yüz adet basılarak yayımlanmış.[262]
İki kısma ayrılan rapor-kitabın ilk kısmında ‘Dersim Nedir?’ sorusuna etraflı bir yanıt aranıyor. Dersim’in Coğrafî Vaziyeti, Dersim’in Yolları, Dersim’in Suları, Dersim’in Irkî Vaziyeti, Dersim’in Maarif Vaziyeti, Dersim’in Sıhhî Vaziyeti, Dersim’in Askerlik Vaziyeti gibi toplam 13 başlıkta Dersim’in ve bölgenin bir haritası çıkarılıyor.
Yollar özellikle bir askerî harekâta uygunluğu bakımından tetkik edilirken, “Irkî Vaziyet” kapsamlı bir etnoloji araştırması aslında. Tabii araştırmanın, bölge insanın nasıl aslında Türk olduğunu ispatlamaya dayalı olduğunu göz ardı edecek olursak: “Şimdiye kadar verilen izahattan şu neticeye varırız: Plümer mıntıkası aşiret isimleri ve halkının kendi duygusu, Şarktan garba intikal hisleriyle Dersim’in aslen Türk olduğu tespit edilebilir.”
Bölüm boyunca bölge insanın Horasan’dan gelmiş olduğunu ileri süren komutan, Yalçın Küçük’ü aratmayacak şekilde özellikle yer adlarının köken ve anlamlarıyla da yakından ilgileniyor. Ne var ki, bütün tetkiklerin sonunda gelip dayandığı yer aynı: Etkisinde kaldıkları komşuların etkisiyle Türkçeyi ve Türklüklerini unutan (!), öyle üç beş kişi değil epey fazla sayıda insan…
Dersimlilerin Kürtlüğe “kaymasının” arkasında yatan sebeplerden birisi olarak Hamidiye Alayları’nı gören raporun yazarı, Cumhuriyet’in diliyle “yüzde 70’i, hissiyle yüzde 20’si Kürtleşmiş bir Dersim’le” karşılaştığının altını çizerek asimilasyon için aslında hâlâ yapılabilecek bir şeyler olduğunu da ifade ediyor:
“Bilhassa Mazkirt, Nazımiye, Plümer, Ovacık, Hozat kazalarındaki nüfusun yüzde 70’i Kürt gibi konuşan ve fakat henüz onun karakterini hazmetmeyen ve kendi akideleri ile onu yenmeye çalışan ve Türk ile Kürt arasında kalmış, şaşkın bir camiadır. Şayanı teessür olan en mühim nokta, Dersim anasının Dersim babasından evvel Kürtleşmeye başlamasıdır. Dersim’i şu suretle mütalâa ettikten sonra, kaybolmak üzere bulunan ve kanında Türk kanı ekseriyeti olan büyük bir halk kütlesini geriye, yani millî varlığına doğru çevirmek için hemen ıslahata ve tedbirler almaya başlamak lazım geldiği kanaatine varılır…”
Bu ıslahat ve tedbirlerin neler olabileceğini raporun sonunda anlatan komutan, Dersim’in Asayiş Vaziyeti başlıklı ikinci kısma geçmeden önce Dersim’deki Aşiretler bölümünde bölgede bulunan tüm aşiretleri tek tek kayıt altına alıyor.
Her aşiret için ayrı ayrı açılan ‘Reisler’, ‘Aşiretin hükümete karşı temayülü’, ‘Aşiretin Nüfusu’, ‘Aşiretin Silah Mevcudu’, ‘Aşiretin Diğer Aşiretlerle Münasebeti’, ‘Serveti’ gibi alt başlıklar günümüzde çokça konuştuğumuz ‘fişleme’ meselesinin askerî kültürde gayet eski ve köklü bir gelenek olduğunu gösteriyor.
“RAPOR”DAN PASAJLAR | |
ZAZA KADINLAR | “Zaza kadını Türkmen kadınları gibi, Yörük kadınları gibi, cinsî temaslara pek düşkündür. Öteden beri taptığı parlak ve bol yıldızlı göklü yaylalarda, ay ışığına karşı neşeli ve şen kahkahalar salan ve boyu içinde kendisine eş arayan Türkmen kadınından Zaza kadınını ayırmak ve bunları aynı neslin kızları sanmamak onları tanımamak olur. Zaza kadını tıpkı Türkmen kadını gibi, evinin işlerini çevirir. Temizliğe Türkmen çadırının temizliği kadar bakar.
Karaktere taalluk eden [ait olan] bu ana hatlar, Zazaların Türkmen olduklarını ve filhakika tarihçilerin iddia ettikleri gibi dili yarı Faris yarı Türkçe olan Harezmilerden oldukları ve Kürtler’le çok fazla temas neticesinde, dillerindeki Türk kelimeleri de ya İranileştirdikleri veya unuttukları anlaşılmaktadır.”[263] |
YAVUZ’UN GARAZI | “Yavuz Sultan Selim’in gazabı olmasaydı, bugün güzel Türkiye’mizde tek bir Sünnî’ye tesadüf etmek imkânı belki de mümkün olamayacaktı. Zira Farisî dili salgını nasıl ki hakanların harimine ve devlet muhaberatına kadar girmişse, bu dilin hemen hemen bir lazımı gayri müfarıkı [olmazsa olmazı] olan Şiîlik de onu takip edecekti… Eğer Yavuz’un garazı Dersim’in yalçın dağları içine girebilmiş olaydı, herhâlde Dersim’i de bugün maddi ve manevi başka bir yol üzerinde görürdük.”[264] |
ZAZALARA YANİ ALEVÎLER | “İkinci kısım Zazalara yani Alevîler’e gelince: Bunlarda mezhep ve âdet dili Türkçe’dir. Ayinlerine iştirak edenler Türkçe konuşmak mecburiyetindedirler. Bu mecburiyettendir ki, Alevî Zazalık asırlardan beri ihmal edildiği hâlde, Türklükten pek de uzaklaşmamış Dersim Alevîleri arasında cevap istememek şartıyla Türkçe meram anlatmak mümkündür. Şayanı nazar ve esef olan nokta şudur ki, 20-30 yaşından yukarı yaşlı her fertle Türk dili ile mütekabilen anlaşmak ve dertleşmek mümkün olduğu hâlde, Türk dili tamamen Zazalaşmakta ve hâlen 10 yaşından küçük çocuklarda ise Türk diline rastlamak imkânı kalmamaktadır. Bu netice, Dersim Alevî Türklerinin de benliklerini kaybetmeye başladıklarına ve ihmal edilirse günün birinde Türk dili ile konuşana tesadüf edilemeyeceğine delildir.”[265] |
ŞİÎLİĞE BULAŞMIŞLAR | “Şu hâlde ‘Dersimliler Türk ise niçin dilleri Türk değildir?’ diyenlere karşı, ‘Dersimliler Türktür fakat ana yurtlarında Şiîliğe bulaşmışlar, dillerine yarıya kadar Farisî kelimeler almışlar, uzun müddet İran harsı ve dilinin tesiri altında kalmışlar ve nihayet Selçuk saraylarını istila eden Türk devletinin kuyudatına kadar giren bu dil, Dersimli’nin kalbine kadar işlemiş, kendilerine Şiîliği talim eden seyitleri ve babaları aslen kendi nesillerinden olmadığı için, Kızılbaşlık aleyhtarlığı ile yapılan devlet takipleri, kendilerini büsbütün Türk âlemi ile temastan kestirmiş ve sindirmiş, bu suretle her gün bir az daha Farisî diline yaklaşmışlar ve nihayet yedi sekiz asır içinde, kısmen yine dillerini unutmamaya, hatıralarını ve karakterlerini muhafaza etmeye muvaffak olmuşlardır. Kürt değildirler. Kürtlükle alâkâları yoktur. Asılları ve nesilleri Türkmen olan Zaza’dırlar. Dilleri de Kürtçe değil, Zazaca’dır’ [denebilir].”[266] |
Raporun ikinci kısmında Osmanlı’dan itibaren Dersim’de yaşanan “asayişsizlik tarihçesi”ni ortaya koyan komutan, öncelikle Osmanlı zamanında Dersim’e düzenlenen dört harekâtı (1907, 1908, 1909, 1916) aktardıktan sonra (ki bir yerde, “1877’den beri Dersim üzerine ufaklı büyüklü muhtelif ve umumi 11 hareket” yapıldığını da kaydediyor) Cumhuriyet’in ilanından raporun yazıldığı tarihe kadar geçen sürede bölgeye düzenlenen harekâtlara geçiyor: 1926 Harekâtı (Koç Uşağı Tedibi), 1930 Plümer Hareketi. Nitekim elimizdeki raporun, köylerin yakıldığı, uçakların bombardıman yapmak suretiyle destek verdiği bu harekâtlardan ve sonrasındaki tedbirlerden “kesin netice” elde edilemediği için yazıldığını anlıyoruz: “Bu müddet zarfında Dersim’in ıslahı için zamana göre iyi ve etraflı esaslar düşünülmüş ve fakat maksat ve gaye istihsal olunamamıştır.”
Hâl böyleyken geçmişte olan bitene göz atmak kaçınılmaz oluyor ve raporu yazan komutan konuyla ilgili daha önce yazılmış neredeyse bütün önemli raporların birer özetini çıkarıyor. Kitapta, dönemin Anadolu Müfettişi Umumisi Müşir Şakir Paşa’nın 1899’da yazdığı rapordan (“Tedabiri şedide, masarifi külliye ihtiyarı ve birçok adamın itlafı gibi devletçe marzı [rıza ile ilgili] olmayan netayiçten başka bir netice vermez. Bunun için bu sefer de şiddet iltizam olunursa, evvelkileri gibi akim kalacağından şüphe edilmemek lazımdır. Fikrime göre, evvela marazın sebebini tahlil lazım. Sebebi şekavet, fakır ve zarurettir.
Ceraimin takipsiz kalması, cehaleti umumiye, itikadatı batıla ve mazannenin [ermiş sanılan] icrayı şekaveti derecei ibahada [mübah] göstermesi ve şu suretle şekavetin nazarı halkta mevaddı adiyeden olduğu telakkisinin uyanması, Dersim derdinin başlıca sebepleridir.”), Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın 1931’de yazdığı rapora (“Bu havali ve buraların hâli zati devletlerinin tamamıyla malûmudur. Yalnız maruzatıma bir mukaddime olmak üzere arz etmek istediğim keyfiyet artık Dersim meselesinin kati surette hâllinin devletçe, milletçe ve bilhassa hükümetçe tehiri caiz olmayan muzur, tehlikeli ve zaman geçtikçe hâlli müşkülleşecek ve zararı artacak bir vaziyet almış olmasıdır.”) kadar birçok isim tarafından hazırlanmış, sertlik tonları genelde pek değişmeyen birçok rapor örneğini bir arada görmek mümkün.[267]
“Kürtlerle ilgili şiddetli önlemlerin alınmasına rağmen bu enerjik topluluk, bölgelerinin Türkler tarafından yönetilmesine hâlâ karşı koyuyor. Belli başlı Kürtlerin sürgün edilmesi, topraklara el konulması ve aşiretler arası ittifakları bozma çabaları Kürtlerin Türklere karşı kinlerini artırmaktan başka bir işe yaramadı.”[269]
Evet, bu tam da böyleydi! Yani İsmet İnönü, Seyit Rıza’nın 15 Kasım 1937’de idam edilmesinin ardından “Dersim meselesini ortadan kaldırdık, Dersim müşkülesinden kurtulduk,” biçiminde şeklinde demeç verirken; “Daimi bir huzursuzluk yuvası da Dersim idi, memleketin öteden beri Dersim diye bir derdi var,” demesi boşuna değildir.[270]
Gerek Moskova, gerekse Türkiye komünistleri, Şeyh Sait ayaklanmasına (1925) destek vermediler. Komintern (Komünist Enternasyonal) belgelerinde; bu tutumun nedenleri şöyle açıklanıyor:
“Mustafa Kemal, genel olarak ulusal kurtuluş hareketini temsil etmekte ve Türkiye’nin demokratlaşması ve feodal kalıntılar ile Müslüman din adamlarının etkisinden kurtarılması için çalışmaktadır. Kemal’e karşı, ilk olarak emperyalizm, ikinci olarak feodal ağalar, üçüncü olarak din adamları ve dördüncü olarak liman şehirlerinin yabancı sermayeye bağlı ticaret burjuvazisi mücadele etmektedir.”
Komintern Belgelerinde (1937), Dersim ayaklanmasına neden olan ortam şöyle anlatılıyor:
“Feodal unsurlar, Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır… Dersim, Türkiye’nin ulusal ekonomisinin dışında kalmaktaydı. Öyle ki başka bir vilayetten hiçbir tüccar, Dersim’de iş yapmayı göze alamazdı. Devletin Dersim’de askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi ve yasal vergileri toplaması, bugüne kadar mümkün olmamıştır.”
Sonra da ekleniyor: “İsyanın arifesinde tapu kadastro idaresi, feodal aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasadışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte, özellikle bu önlem, isyana yol açan neden olmuştur.”[271]
Evet, resmî ideolojik yalanın etkisi komünistlere kadar uzanmıştı…
VI.3) IRKÇI HAMASET
“Nasıl” mı? Şöyle!
“Kazım oğlu Kazım, sonuncu erkek kardeşi pilot teğmen Nizamettin’in uçağı Kadifekale’ye çakılalı, dolayısıyla Kırıkkanat soyadını alalı 1 yıl olmuştu. Kendisi de incecik, gencecik, çakır gözlü bir teğmendi.
Dersim’e gönderildiğinde takvimler 1935 yılını gösteriyor ve beş yıl önce başlayan Kürt ayaklanması devam ediyor, teğmen Kazım savaşa gidiyordu. Bekârdı. Gözü arkada kalmamıştı, hele kardeşinin ölümünden sonra çoluk çocuğa karışmamaya kararlıydı. Cesur muydu bilmem ama, korkmadığını biliyorum. Ölümü yaşamın bir parçası sayar ve dinlere inançsız olmasına karşın, tanrısal bir kaderciliği vardı.
Günümüzde belki düşük yoğunluklu savaş denir, belki denmezdi, ama 1930’da Ağrı’da biri bitip diğeri başlayan ayaklanmalara karşı süren Dersim harekâtında, 1935’te irtibat subayı olarak görevliydi, Kazım Kırıkkanat. Çatışmalarda hasım Kürt aşiretleriydi, ama Türk ordusunda aşiretlere karşı savaşan çok sayıda Kürt askeri de vardı ve onlardan biri, dağ gibi haşmetli bir Kürt delikanlısı, babamın emir eriydi.
Bir gün, Türk mevzileri arasında mekik dokuyan irtibat subayı Teğmen Kazım ve Kürt emir eri, çıplak vadinin ortasında iki ateş arasında kaldılar. Çam yarması yağız Kürt delikanlısı, ‘Komutanım yat!’ diye naralanarak cılız teğmeni yere devirdi ve ufacık tefecik babamın üstüne kapandı. Başlarının üstünden vızır vızır kurşunlar uçuşurken ve makineli tarakaları arasında, ‘Senin evde çoluk çocuğun var’ diye bağırdı babam, ‘Benim kimsem yok, kendini koru!’ Kürt delikanlısı: ‘Senin anan bir oğlunu kaybetmiş, tek sen kalmışsın. Bizde çok oğul var komutanım…’ deyip kıpırdamadı gövdesini siper ettiği babamın üstünden. İkisi de sağ çıktılar o gün, o çapraz ateşten.
Dersim 1935’ten öteye, sadakat ve fedakârlık deyince, ‘Kürt’ derdi babam.
Rütbesi yükseliyor, ama en yakınında, en güvendiği, yıllar sonraki manevralara, yurtdışı görevlere annemi ve ablamı emanet edip gittiği askerlerin kimliği değişmiyordu: Hepsi Kürt’tü. Onları sevdi, saydı, ezmedi ve ezdirmedi. Çünkü ezildiklerini, ezilmişliklerini biliyordu. Anlamıştı.
Babamın Dersim’de yaşadığı bu olayı, ilk kez 2002’de yazdım ve yayımladım. Ama 1935’de Dersim’de görüp tanık olduğu her şeyi henüz anlatmadım…
O günlerin tanığı Kazım Kırıkkanat bugün sağ olsaydı ve Başbakan Erdoğan’ın Dersim katliamına dair devlet adına özür dilediğini duysaydı, kalemini kuşanır, ‘Hangi Dersim’den özür diliyorsunuz?’ diye sorardı.
1930’dan 1935’e PKK bugün ne yapıyorsa onu yapanların, devlete karşı ayaklananların, karakol basıp okul yakanların Dersim’inden mi, yoksa 1937’den 1938’e devletin kurunun yanında yaşı da yaktığı, orantısız bir şiddet ve kan dökerek cezalandırdığı Dersim’den mi?
Fransa’nın Hatay’ı vermemek için Suriye’de beslediği Ermeni Hoytur (ya da Hoydun) örgütü, Ermeni Zilan (Ardeşir Muradyan) gibilerinin isyana kışkırttığı Kürt aşiretlerden mi, yoksa Türk ordusuyla birlikte bölgede devlet otoritesini savunan Kürt ve Alevîlerden mi?”[272]
Uzun oldu belki okunması gerekiyordu.
Mütehakkim, ırkçı hamaset bu değil ise ne olabilir ki?
Bir (olası) palavradan Dersim Soykırımı’nı aklayan sonuçlar çıkar(t)maya ırkçı hamaset denirken ekleyelim: “İmparatorlar hiçbir şeyi kendi başlarına yapamazlar,” der Bertolt Brecht!
Malum üzere Cumhuriyet romanı Osmanlı romanından bir kopuşu yaşamamıştı. Hatta, birkaç milli mücadele romanı dışında, Cumhuriyet’in ilk yıllarında üretilen metinlerin, -genellikle- Osmanlı dönemindeki temaları tekrarladığı görülür. Yani roman, diğer romanlardan miras aldığı bir gerçekliği geliştirip sürdürmüştür. Etnik meseleye, iç ve dış düşmanlara yaklaşım da aynıdır. Üstelik, Cumhuriyet ideolojisinin batılı giysilerine bürünen yazarlar için medeniyet iyiden iyiye fetişleşir bu yıllarda. Türk seçkinlerinin Kürt tasavvuru, kendi modern kimliklerini tarif etmek için çok uygun bir araçtır.
Altemur Kılıç’ın Dersim tartışmalarına müdahil olduğu yazısına bakılırsa söz konusu araç hâlâ kullanılıyor. Şöyle demiş Kılıç; “Dersim başkaldırısı konusunda, aslen Kürt kökenli olan edebiyatçı romancı Esat Mahmut Karakurt’un bir romanı var: ‘Dağları Bekleyen Kız’… Başkaldırı esnasında bölgeye düşen Hava Kuvvetleri uçağının pilotu yüzbaşı ile onu kurtaran Kürt kızının aşkı… Ve sonra olanlar… Tavsiye ederim bulursanız okuyun.”
1934’de yayımlanan ‘Dağları Bekleyen Kız’, Dersim’i anlatmamakla birlikte Kürt isyanlarından esinlenmişliği nedeniyle ilgi alanımızda. Ama romandan önce Esat Mahmut Karakurt’un Kürtlerle ilgili düşüncelerini sergileyen bir yazısına bakacağız.
Karakurt, 1 Eylül 1930 Akşam gazetesinde Kürtleri şöyle tanımlamış; “Bunlara aşağı yukarı vahşi denilebilir. Hayatlarında hiç bir şeyin farkına varmamışlardır. Bütün bildikleri sema ve kayadır. Bir ayı yavrusu nasıl yaşarsa o da öyle yaşar. İşte Ağrı’dakiler bu nevidendir. Şimdi siz tasavvur edin; bir kurdun, bir ayının bile dolaşmaya cesaret edemediği bu yalçın kayaların üzerinde yırtıcı bir hayvan hayatı yaşayanlar ne derece vahşidirler. Hayatlarında acımanın manasını öğrenememişlerdir. Hunhar, atılgan, vahşi ve yırtıcıdırlar… Çok alçaktırlar. Yakaladıkları takdirde sizi bir kurşunla öldürmezler. Gözünüzü oyarlar, burnunuzu keserler, tırnaklarınızı sökerler ve öyle öldürürler!.. Kadınları da öyle imiş!”
İşte romanın konusu da bu şekilde! Pilot yüzbaşı ile vahşi Kürt kızının aşkı. Simgesel bir üstünlük ilişkisi. Tesadüf diyenler için, aynı yıllarda yazılmış bir başka roman devam edebiliriz.
Mükerrem Kamil Su’nun 1934 tarihli ‘Sevgim ve Izdırabım’ında yine bir pilot ve ilkinden daha vahşi bir kız çıkacak karşımıza. Tayyaresi arızalanarak dağlara düşen erkek kahramanı masum bir Kürt kızının kurtarması, kızın kalp parçalayan merbutiyeti nedeniyle kahramanımızın biçareyi yıllarca yanından ayıramaması, Kürt kızının da bir köle sadakati ile onun peşini bırakmayışı şeklinde özetlenebilecek hikâyenin simgesel niteliği çok açık. Aslında kasıt yok; yazar toplumsal ideolojiyi toplumun bir parçası olarak sergilemiş. Güçlü ulusu erkeğin, zayıfı kadının temsil ettiği bu simgesel ırkçı aşağılama, kendi doğusuna oryantalist gözlüklerle bakan ‘Batılı’ Türk yazarların sömürgeci meslektaştan ödünç aldığı klişeler… Bu klişelerin Cumhuriyet romanının ilk dönemine denk gelen Kürt isyanlarından söz eden hemen her romanda kullanıldığını ekleyelim..
Dersim’in Ağrı’nın, Koçgiri’nin, Sason’un ya da diğer isyanların edebiyata Cumhuriyet eliti içinde yer alan yazarların kaleminden aktarılmamasını kabul edebiliriz. Ama yoksulluk-zenginlik karşıtlığını, sömürüyü, hatta Kürt köylüsünü konu eden, bu nedenle hapislere düşmeyi göze alan muhalif yazarların isyanlar ve isyanların bastırılması karşısındaki sessizliği tartışılmalıdır. Etnik meselelere tarafsız ya da baskı altındakilerden yana taraf olarak bakamamanın önemli bir nedeni Cumhuriyet yönetiminin getirdiği düşünce yasaklarıdır. İkinci ve daha önemli nedense o yıllarda Sovyetler Birliği’nin Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilerini bozmama ve Kürt topluluklarını feodal unsurlar olarak görüp önemsememe eğiliminin solcu Türk yazarlarında karşılık bulması… Mesela, Nâzım Hikmet, İspanya İç Savaşı’nda ölenlere ağıtlar yakmış ama Ağrı’daki isyancılara, sonrasında Dersim isyanına hiç yer vermez şiirlerinde. Vedat Türkali, ‘Tek Kişilik Ölüm’ (1990) romanında, Türk solunun Kürtleri ihmal edişini, iki kuşak Türk solcusunu canlandıran anne ve oğul arasındaki diyaloglarda çok iyi vurgular.
Kürt isyanlarına farklı açıdan yaklaşan romanlar 1960’lı yıllardan sonra yazılmaya başlanır. Kemal Bilbaşar’ın 1966-68 yılları arasında yayınlanan ‘Cemo’ ve ‘Memo’, Demirtaş Ceyhun’un 1970 tarihli ‘Asya’ ve Kemal Tahir’in ‘Kurt Kanunu’ (1969) romanlarında Dersim, Şeyh Sait ve Ağrı isyanlarına yer verilmiştir. Kemal Tahir; gerçek vesikaları bir fon olarak kullanıyorum dediği romanında, Şeyh Sait isyanının arkasındaki İngiliz parmağından söz eder (edebiyatta bu parmağı gözümüze ilk sokan ‘Yezidin Kızı’ (1939) romanı ile Refik Halit Karay’dı) Kürt isyanlarıyla Türk’ü bölmek isteyen dış düşman arasındaki ilişki, tarihi bir paronaya olarak hem sağcı kesimin hem de millici solcuların roman ya da tarih metinlerinde sıklıkla tekrarlanır. Fark etmişsinizdir; tıpkı Kürtleri pre-modern görmek gibi, isyanların arkasında dış mihrakların varlığını aramak da kökü eskiler uzanan, günümüzde de sıklıkla kullanılan bir ‘düşünme’ tarzı ya da yapılanları mazur kılacak propaganda malzemesi…
Dersim isyanının edebiyatımızdaki ilk doyurucu hikâyesini anlatan Kemal Bilbaşar’dı. ‘Cemo’ (1966) ve ‘Memo’ (1968) romanlarındaki devlet eleştirisinin eksik kaldığını iddia edenler çıksa da, Bilbaşar kahramanı Memo özelinde, devletle barışık kalmaya çalışmasına rağmen bir türlü adam yerine konmayan Kürt köylüsünün giderek bilinçlenmesini ve isyanını işlemiştir. İsyanı İngiliz provokasyonu olarak nitelemez, en büyük sorumluluğu; kimisi zimmet suçundan, kimisi sahtecilikten, kimisi ırza tasalluttan, kimisi rüşvet almaktan Hozat’a sürülmüş erlerden kurulu Seyyar Jandarma Alayı’na verir.
71 darbesi atlatılıp Kürt sorununu telaffuz eden romanların sayısında büyük bir artış kaydedilmesine rağmen isyanları konu edinen yazar ismi vermek zor. Vereceğim isimlerin olaylara yaklaşımı da yüreklere su serpmiyor. Barbaros Baykara’nın 1974-1975 yıllarında yayımladığı ‘Dersim 1937’ ve ‘Dersim 1938’ ile Mustafa Yeşilova’nın ‘Kopo’ (1976) romanlarında anlatılan hikâyeler devleti mazur gösterecek -yukarıda değinilen- propaganda malzemesi ile doldurulmuştu.[273]
[248] Umberto Eco, Gülün Adı, çev: Şadan Karadeniz, Can Yay.,1999.
[249] Türkkaya Ataöv, “Dersim ve Belgeler”, Cumhuriyet Kitap, No:1161, 17 Mayıs 2012, s.20.
[250] Yalçın Doğan, “At Martini Tarih İnlesin”, Hürriyet, 23 Kasım 2011, s.26.
[251] Mehmed Niyazi, “Dersimiz Dersim”, Zaman, 23 Ağustos 2010, s.19.
[252] Hasan Cemal, Kürtler, Everest Yay., 2014, s.55.
[253] Deniz Kavukcuoglu, “Dersim: Kim, Kimden, Ne İçin Özür Dilemelidir? (2)”, Cumhuriyet, 28 Kasım 2011, s.12.
[254] Oral Çalışlar, “Sabiha Gökçen, Dersim’i Bombaladı mı?”, Radikal, 22 Aralık 2012, s.14.
[255] Zafer Toprak, Doğu Anadolu’da Toplumsal Mühendislik, Dersim-Sason (1934-1946), Tarih Vakfı Yurt Yay., 2010.
[256] Seyitler, Dersim Kızılbaşlığı ve özellikle devletin 1938 politikaları için bkz: Hüseyin Aygün, Dersim 1938, Resmiyet ve Hakikât, Dipnot Yay., 2010, s.69-83
[257] Seyit namından yararlanma planları bakımından ayrıntılı bilgi için bkz: Kazım Karabekir, Erzincan ve Erzurum’un Kurtuluşu Sarıkamış, Kars ve Ötesi, Erzurum Ticaret Odası Yay., 1990, s.91.
[258] Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın Dersim’i dolaştıktan sonra hazırladığı Dersim’i “ıslah planı”na göre: i) Dersim’in ıslahı acil ve zaruridir. Tehirinde devletçe zarar vardır. ii) Silahlar toplanmalı. iii) Aşiret ağaları ve aşiret ağası olabilecekleri Dersim’den uzaklaştırılmalı. iv) Dersim’de topraksız ve ağaların esiri köyler, mahallen veya naklen topraklandırılmalı. v) Bunların tatbiki askeri bir harekete mütevakkıftır (bağlıdır). Vi) Bu harekete 1932 senesinin ilk müsait mevsiminde başlanabilir. (Hülya Karabağlı, “Aşiret Ağaları Dersim’den Uzaklaştırılmalı”, Sabah, 20 Kasım 2009, s.18.)
[259] Kazım Karabekir, Kürt Meselesi, Yayına Hazırlayan Prof. Dr. Faruk Özergin, Emre Yay., 1995, 46-48.
[260] Barkın Şık, “Ayaklanmayı Karakol Tetikledi”, Cumhuriyet, 28 Şubat 2011, s.5.
[261] Rapordaki en dikkat çekici bölüm ise devletin bakış açısını ortaya koyması açısından Dersimliler’le ilgili tespitler: i) Konuştukları dil Zazacadır. ii) Dersim kalabalık ve çok silahlıdır. Dersim’de silah toplamak gün ve ay işi değildir. İki sene işidir. iii) Türk ve Türklüğü telkin etmek için iki mektep açılmalı. iv) Hükümete karşı tamamıyla anarşiktir. v) Dersim hükümeti cumhuriyet için bir çıbandır. vi) Dersimliler askerlik yapmazlar. vii) Zaza kadını, Türkmen ve Yörük kadınları gibi cinsi temasa pek düşkündür. viii) Türkmen kadını gibi evinin işlerini çevirir. ix) Yavuz Sultan Selim’in gazabı olmasaydı bugün güzel Türkiyemiz’de tek bir Sünnî’ye tesadüf etmek imkânı belki de mümkün olmayacaktı. x) Alevîliğin en kötü ve tefrika değer cephesi Türklük’le aralarındaki derin uçurumdur. Bu uçurum Kızılbalık itikadıdır. xi) Kızılbaş, Sünnî Müslümanı sevmez. Kin besler, onun ezelden düşmanıdır. xii) Kızılbaşları, yuvarlak kafası, geniş alnı basık yüzü ile gözlerinin daima akın yollarını, uzakları araştıran cevvaliyeti ile Türk neslinden ayrı bir nesle bağlamak güç bir iş olur. xiii) Dersim; Türk, Faris, Asur, Ermeni, Arap gibi milletlerin tortularını almış bir mıntıkadır. xiv) Ermenilik Dersim içinde şimale gittikçe kesafetini kaybetmiş ve ancak kasabalar ve onların yakınında barınıp taşamamış ve hiçbir zaman Dersim umum nüfusunun yüzde 20’sini aşamamıştır. Harbi umumiden sonra izlerini bırakarak ölmüştür. (Hülya Karabağlı, “Bu da Jandarmanın Dersim Andıcı”, Sabah, 19 Kasım 2009, s.18.)
[262] Yayım tarihi kesin olarak belli olmamakla birlikte torun Çalışlar’ın Sunuş yazısında belirttiğine göre, 1933 yılının son çeyreği ya da 1934’ün ilk aylarında yayımlandığı anlaşılıyor. Yazarı da yine belirsiz, ancak yüksek ihtimalle üst rütbeli bir komutan.
[263] Dersim Raporu, Hazırlayan: İzzettin Çalışlar, İletişim Yay., 2010, s.49.
[264] yage, s.50-51.
[265] yage, s.52.
[266] yage, s.57.
[267] Kıvanç Koçak, “Dersim Dört Dağ İçinde”, Radikal Kitap, Yıl:8, No:464, 5 Şubat 2010, s.20-21.
[268] Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları- Pülümür-Dersim İsyanları ve Harekâtları-Alınan Dersler, Cilt:2, Kaynak Yay., 2011.
[269] Evrim Karakaş, “Fransa Arşivlerinde Dersim Olayları”, Radikal İki, 28 Kasım 2010, s.8-9.
[270] Hüseyin Aygün, Dersim 1938 ve Zorunlu İskân-Telgraflar, Dilekçeler, Mektuplar, Fotoğraflar, Dipnot Yay., 2011.
[271] Komintern Belgelerinde Türkiye 3-Kürt Sorunu, Hazırlayan: Doğu Perinçek, Kaynak Yay., 1994.
[272] Mine G. Kırıkkanat, “Hangi Dersim’den Özür Dileniyor?”, Cumhuriyet, 27 Kasım 2011, s.17.
[273] 80 darbesinden, Kürt İllerinde “düşük yoğunluklu savaş” durumuna geçilmesinden sonra uzun süre isyandan dem vuran romanlar yazılmadı. İsyan zaten hayatın içindeydi ve bu içindelik hâli geçmişin yeniden keşfedilmesine, geçmişin o uçucu gerçek imgesinin yakalanmasına yol açtı. “Tehlike ânında birden parlayıveren anıyı” ele geçirmişti Kürt yazarlar. Dersim özrü ile hükümetin yapmak istediğinin aksine, 90’lardan sonra yazılan romanlarda yaygın eğilim Dersim isyanı ile bugün yaşananları birleştirmek. Bugünün isyanının meşruiyetini geçmişteki isyanlarda aramak. Tarihten, belki de edebiyattan ziyade politikanın, en çok da geçmişle hesaplaşma arzusunun öne çıktığı romanlardan söz edilebilir.
Bu romanların yazarlarının çoğunun Dersimli olduğunu da eklemek gerekiyor. Ali Arslan’ın ‘Serçe’ (1988), Munzur Çem’in ‘Gülümse Ey Dersim’ (3 cilt, 1990-2006), Haydar Işık’ın ‘Dersimli Memik Ağa’ (1990), ‘Dersim Tertelesi’ (1996) ve ‘Son Sığınma’ (2006), Hüseyin Karataş’ın ‘Bir İsyanın Türküsü’ (1991), Muzaffer Oruçoğlu’nun ‘Dersim’ (1997), Metin Aktaş’ın ‘Sürgün’ (2002) ve ‘Son Derviş’ (2009), Cafer Demir’in ‘Çıban’ (2004), ‘Sürgün’ (2007) ve ‘Umudu ve Tutkusuyla Kopo’ (2010), Sevim Anagür’ün ‘Dört Dağ İçinde’ (2007), Sema Kaygusuz’un ‘Yüzünde Bir Yer’ (2009), Caner Canerik’in ‘Gülazâre Bitmeyen Yolculuk’ (2009), Haydar Karataş’ın ‘Perperık-a Söe/Gece Kelebeği’ (2010), Remzi Aydın’ın ‘Sahipsiz Çığlıklar’ (2010) ve ‘Toprak Dile Geldi’ (2011), Yılmaz Akbulut’un ‘Dersimin Dikeni’ (2011), Ali Bertal Yiğit’in ‘Çığlık’ (2011) romanlarında öncesi-sonrası, yaşlısı-çocuğu, kadını-erkeği ile Dersim’den, Dersim isyanından söz ediliyor… (A. Ömer Türkeş, “Dersim Dört Dağ İçinde”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:560, 9 Aralık 2011, s.14-16.)
sürecek
YAZARLAR
8 saat önceEKONOMİ
1 gün önceYAZARLAR
1 gün önceYAZARLAR
1 gün önceYAZARLAR
1 gün önceYAZARLAR
2 gün önceYAZARLAR
2 gün önce