Dört Dağ İçindeki Dersim’in Hikâyesi/ 10

Dört Dağ İçindeki Dersim’in Hikâyesi/ 10

ABONE OL
4 Ekim 2023 20:37
Dört Dağ İçindeki Dersim’in Hikâyesi/ 10
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Sibel ÖZBUDUN

  1. AYRIM: DERSİM 1937-1938’İN “NEDEN”İ!
  2. §) Dersim’de yaşanan onca vahşetin “nedeni”ne gelince, meseleye dört alt başlıkta değinebiliriz.

VI.1) MUSTAFA KEMAL İLE SABİHA GÖKÇEN

  1. §) Carl Gustav Jung’un, “İnsan, karanlığın bilincine vararak aydınlanır,” satırları 1937-1938’in “nedeni”ni kavramak için yol gösterici bir aforizmayken; “Atatürk”(!?) ve Kemalist sistemsiz Dersim anlaşılamaz…

Siz bakmayın; “Ulu Atam, sen hiç kaygılanma. Ulusun bu komutu çok zor koşullar içinde de olsa sonsuza dek yerine getirecektir. Anıtkabir’inde çiçekler içinde huzurla yatışını sürdür,” andı eşliğinde “Kurtuluş’tan sonra 1923’te Başkomutan Mustafa Kemal’in öncülüğünde oluşturulan Cumhuriyetimize karşıtlığa Dersim İsyanı araç olarak kullanıldı,”[220] zırvasına!

Ya da “Birçok belge ve kitap, Dersim harekâtının Atatürk’ün bilgisi ve emrinde yapıldığını ortaya koyuyor. Ancak harekâtın çeşitli evreleri var. Son ve en korkunç evre, yani binlerce sivilin katledildiği evre 1938’e, Atatürk’ün hasta yatağına düştüğü yıla tekabül ediyor. Atatürk’ü aklamaya çalışmıyorum. Gerçekleri bilmek hakkımız. Yeni bilgiler ışığında Atatürk’e bakışımız değişebilir. Ama 3500 vuruşluk sütunlara sığdırılan ‘Facianın bütün sorumluluğu Atatürk’e aitti’ kolaycılığı ve sığlığı demokratik cesaretten ziyade siyasi fırsatçılık kokuyor,”[221] türünden ucuz mazeretlere sığınan Amberin Zaman’a!

Veya Tunceli eski CHP Milletvekili Nurettin Karsu’nun, “Vurgulamak istediğim şudur: 1937’de hastalık/yorgunluk belirtileri ortaya çıkan, 22 Ocak 1938’de Dr. Nihat Reşat Belger tarafından siroz hastalığı teşhisi konulan ve özel doktoru Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp tarafından da aynı teşhisin paylaşılmış olduğu Atatürk, 1938 yılı boyunca ağır hastalığın pençesi altındadır. Ankara’dan ve devlet erkânından uzakta bir durumda İstanbul’da hasta yatağında tedavi görmekteyken, Dersim’de gerçekte neler olup bittiğinden haberdar olması ve olayları yönlendirmesi olanaksızdır. Kaldı ki, Atatürk’ün Alevî toplumuna karşı duyduğu yakınlığın ve Alevîlerin de Atatürk’ü ve devrimlerini destekledikleri pek çok kaynakta bulunabilecek olgulardır,”[222] mistifikasyonlarıyla gerçeğin gölgelenmesine!

Ve nihayet, “Dersim olayına katliam mı diyorsunuz, soykırım mı?” sorusunu “Katliam. Soykırım sistemli, süreli bir zürriyetini kurutma hareketidir. Bastırma yöntemlerine baktığınız zaman ne Şeyh Sait ne de Dersim isyanında bundan bahsedemeyiz,” diye yanıtlarken; yine “Alevîler Dersim’le Atatürk’ü yan yana getirirler mi?” sorusunu da “Hiç getirmezler. Atatürk’e laf söyletmemek için o yıllarda hastalığıyla uğraştığını, ülkenin iç ve dış işleriyle çok fazla ilgilenemez olduğunu varsayarlar,” cevabını veren[223] Ali Balkız’a yöneltilen “Sizce gerçek bu mudur?”a yanıtı kocaman bir kaçamaktır: “Bunu tarihçilere sormak lazım”![224]

Sorumluluk açısından kimse gerçeği tevil’e kalkışmasın: “O gün… CHP devletti ve herkes devlet içinde yer alıyordu”![225]

  1. §) Dersim bu, işte: Mustafa Kemal’e, Mareşal’e, İnönü’ye laf söyletmiyor. “Bayar yaptı” diyor. Olayın en azından 26’dan beri gün be gün planlandığını, o tarihte Elazığ Valisi Cemal Bardakçı’nın “Okul ve hastane götürelim, ziraatı ıslah edelim, eşkıyalık yapmazlar, Dersimliyi kazanalım” tezinin yalnız kaldığını, askerî fütuhat tezlerinin uygulandığını bilmiyor veya bilmek istemiyor. Asker 37’den beri kırım yaparken genelkurmay başkanının haberinin olmaması mümkün mü? Üstelik Mareşal, Eylül 1930’daki Dersim Raporu’nu hazırlayıp “Dersimli okşamakla kazanılmaz… Dersim evvela bir koloni gibi nazara alınmalı” diyen kişi.

Öte yandan, Trabzon’daki Atatürk evindeki haritanın üstündeki levhada “Harekât işaretleri bizzat Atatürk tarafından çizilmiştir,” yazıyor.[226]

Bu kadar da değil!

Mustafa Kemal 1936’da TBMM Açılış Konuşması’nda, “Dâhili işlerimizde en mühim bir safha varsa, o da Dersim meselesidir. Dâhilde bulunan işi, bu yarayı, bu korkunç çıbanı ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için hükümete tam ve geniş salahiyetler verilmelidir,” derken; yine 1 Kasım 1937’deki TBMM Açılış Konuşması’nda da ekliyor:

“Milletimizin layık olduğu yüksek medeniyet ve refah seviyesine varmasını alıkoyabilecek hiçbir engel düşünmeye yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle bahtiyarım. (‘Bravo!’ sesleri, alkışlar) Tunceli’ndeki icraatımız neticeleri bu hakikâtin yakın ifadesidir.”

Devam edelim: Genelkurmay’ın Meclis’e gönderdiği 11 bin Dersim belgesi içindeki telgrafta Mustafa Kemal, İnönü’yü Dersim’deki “yüksek şuurlu hareket” için tebrik ediyor![227]

Ayrıca İnönü’nün torunu, CHP Ankara milletvekili Gülsün Bilgehan, “İnönü’nün yerine Atatürk’ü yazmak gerekir diye düşünüyorum. Çok açık. İnönü diye söylediği bütün dönem Atatürk dönemidir. O dönem tek parti dönemi, milli dava dönemi. Kaldı ki imparatorluktan beri süregelen birtakım sorunlar var. O sorunların çözülme yöntemleri bugünkü insan haklarını uyuyor mu, tabi ki uymuyor,”[228] diye ekliyor!

O hâlde Cafer Solgun’un Neşe Düzel’e röportajında “Peki, katliam emrinin Atatürk tarafından verildiğini öğrenmek Alevîleri şaşırttı mı?” sorusuna verdiği yanıttaki saptamaları anımsatmadan geçmeyelim: “Atatürk’ün Dersim’den haberi yoktu” gibi sözlere Alevîlerin bir kısmının zamanla inandığını ama Dersimlilerin kendi aralarında meseleyi çok farklı bir şekilde konuştuğunu söylüyor ve ekliyor: “Aile ortamında Mustafa Kemal’in adını çok acayip lakaplarla zikrederler. Başımı belaya sokmayacak olanı söyleyeyim. Mesela ‘Mıstokor’ derler. Kör Mustafa demektir bu. Mesela ‘Beton Mustafa’ derler. Her tarafta heykelleri var diye. Mesela katliamı yürüten askerlerin adı ‘Esker-i Kemal’dir yani ‘Kemal’in Askerleri’. Uçaklar da ‘Kemal’in uçakları’ diye isimlendirilir.[229] Anlayacağınız Dersimliler, bu işin Mustafa Kemal’in onayıyla olduğunu çok iyi bilirler.”.[230]

  1. §) “Tekrar” pahasına, yine, ısrarla anımsatmakta yarar var!

Dersim’e gönderilen birliklerin arasında Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı da vardı. Kurtuluş Savaşı’nın başarılı askerlerinden kurulu alayın başında – Atatürk’ü ve Köşk’ü koruyan Muhafız Alayı’nın komutanı- İsmail Hakkı Tekçe vardı.[231]

1937’deki harekâta “görülen lüzum üzerine” Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı da katılmış. 4 Mayıs 1937’de Milli Savunma Bakanlığı’nın 4. Genel Müfettişliği’ne gönderdiği yazıda, “Muhafız alayının usta erleri ve yalnız süvari bölüğü ve bir dağ bataryasının Ankara’dan trenle Elazığ’a hareket ettirileceği…” belirtiliyor.

Yine Dersim harekâtına Albay İsmail Hakkı Tekçe komutanlığındaki Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nın gönderildiği bilgisini o dönemin CHP Kütahya Milletvekili Naşit Uluğ da teyit ediyor. Uluğ, ‘Tunceli Medeniyete Açılıyor’ başlıklı yapıtında olayı şöyle anlatıyor: “Doğudan tertip edilen kuvvetlere Ankara’dan Muhafız Alayı da iştirak etti ve bu kuvvetlere Nazımiye, Keçiseken, Sin ve Karaoğlan hattına süratle varmak vazifesi verildi. Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, Asbaşkan Orgeneral Asım Gündüz ve kurmayları Dersim’e giderek harekâtı takip etti.”[232]

Atatürk’ün en güvendiği adamlardan biri olan Uluğ, aynı zamanda o dönemde Cumhuriyet gazetesi yazarıydı. Muhafız Alayı’nın 7 Haziran’da Dersim’de olduğu tahmin ediliyor. Çünkü Alay Komutanı Albay İsmail Hakkı Tekçe’nin aynı tarihte Genel Müfettiş Korgeneral Abdullah Alpdoğan, 17. Tümen Komutanı Tuğgeneral Kemal Ergüden, 62. Alay Komutanı Albay Şemsettin, Jandarma Alay Komutanı Yarbay Cevdet, Beyaz Dağ’da buluşup harekâtın gidişatı yönünde görüştüğü biliniyor.

18 Haziran’da trenle Elazığ’a gelen İnönü, 21 Haziran’da beraberinde Sağlık Bakanı Refik Saydam, 3. Ordu Müfettişi Orgeneral Kazım Orbay, 4. Genel Müfettiş Korgeneral Abdullah Alpdoğan ve 7. Kolordu Komutanı Korgeneral Galip Deniz ile harekât planı üzerine bir toplantı yapmıştı.

Gazeteci Naşit Hakkı Uluğ’nun ‘Tunceli Medeniyete Açılıyor’ kitabı 1939’da basıldı. Harekât sonrasında Dersim’in resmi ideoloji tarafından nasıl şekillendirildiğinin kanıtı olan kitapta, Uluğ, Dersimlileri “tembel, esrarkeş, asi tabiatlı” olarak niteliyor, “tetik kullanmaya alışkın ellerin nasırlaştırılacağı ve yapıcı insan hâline getirileceği”ni anlatıyordu.

“Kara cahil” olarak nitelediği halk için 1937 harekâtının kurtarıcı olduğunu savunan Uluğ, İnönü ve Atatürk’ün birbirlerini izleyen tarihlerde Dersim’e ziyaret gerçekleştirdiğini de “İnönü Dersim’de”, “1937 Harekâtının Sonunda”, “Atatürk Dersim’de” bölümleriyle doğruluyor. Harekât sonunda varılan nokta kitapta, “Bu dava, Kemalizm’in yapıcı vasfının yeni bir muvaffakiyet sahası olacaktır ve daha bugünden olmuştur bile…” sözüyle özetlenmişti.

Özetle Dersim konusunda Atatürk ile İnönü’nün Dersim harekâtı konusunda bilgilerinin olup olmadığına ilişkin verilecek yanıt; Atatürk’ün bizzat Dersim harekâtına bütünüyle hâkim olduğundan başka anlam taşımazken; Atatürk’ün kumanda merkezi Elazığ’daki Dördüncü Umumî Müfettişliği’ni 17 Kasım 1937’deki ziyareti esnasında çekilen fotoğraf da önemli veridir.[233]

Evet; Dersim ile ilgili en çok tartışılan ve bugüne kadar pek kimsenin söylemeye cesaret edemediği konuların başında “Atatürk’ün ve İsmet İnönü’nün harekâttan haberi var mıydı?” sorusu gelir. Eldeki belge ve bilgilere göre her ikisinin de askeri harekâtlardan haberi vardır. İkisinin de yapılan her harekâtta emri ve imzası bulunuyordu. TBMM’deki tutanaklara ve Meclis konuşmalarının zabıtlarına bakıldığında bu net görülüyor. Yine Başbakanlık Arşivleri’ndeki “kararnameler”de de hem Atatürk’ün hem de İnönü’nün imzaları mevcut.

1935, 1936 ve 1937’de Dersim’e yapılan harekâtların altındaki imzalar Atatürk ve İnönü’ye ait. Haziran başında başlanan ve harekâtların en ağırı ve sonuncusu olan 1938 Dersim Harekâtı’ndaki ‘kararname’de de Atatürk’ün imzası var. 9 Haziran 1938 tarihini taşıyan 8993 sayılı kararnamede “Bir aydan fazla devam edeceği tahmin edilen Tunceli harekâtının muharebe ve müsademeleri istilzam edecek mahiyet ve ehemniyette olduğu” belirtiliyor ve “881 sayılı kanunun 1’inci maddesine göre onandığı” yazılıyor. Cumhurbaşkanı olarak Atatürk’ün imzaladığı kararnamede Başbakan olarak Celal Bayar imzası bulunuyor.

9 Temmuz 1938 tarihini taşıyan Atatürk imzalı başka bir kararnamede de kara, hava ve jandarmanın Tunceli’ye yapacağı harekâtın ‘sefer mahiyetinde mühim bir harekât’ olduğu yazılı. Atatürk’ün Dersim’den değişik yıllarda başka illere göç ettirilen ve ettirilecek yerliler ile ilgili kararnamelerde de imzası mevcut.

Yine TBMM Arşivleri’nde bulunan önemli bir belge ise 1 Kasım 1938 tarihini taşıyor. Hasta olduğu için TBMM’nin açılış törenine katılamayan Atatürk’ün bu konuşmasını Başbakan Celal Bayar milletvekillerine okuyor. Söze “Reisimiz Atatürk’ten aldığım emir üzerine bu seneye ait nutuklarını okuyorum” diyerek başlayan Bayar’ın okuduğu metinde Dersim ile ilgili kısımlar şöyle: “Uzun yıllardan beri devam eden ve zaman zaman had safhaya ulaşan Tunçeli’ndeki toplu şekavet hadiseleri muayyen bir program dahilindeki çalışmaların neticesi olarak kısa bir zamanda bertaraf edilmiş o mıntıkada bu gibi vakalar bir daha tekerrür etmemek üzere tarihe devrolunmuştur. (Bravo ve alkış sesleri)”[234]

Evet, evet “Atatürk’ün Dersim hadisesindeki rolü neydi?” sorusunun sorulması bile abesle iştigaldir. Nedeni ise, o sıralar ülke tek parti rejimi ile yönetiliyordu, partinin ve rejimin başında ise Atatürk bulunuyordu. Ülkenin hâkim-i mutlakı olan Atatürk’ten izinsiz ülkede kuş bile uçmazdı. Dersim hadisesin de Atatürk sadece haberdar değildi, bu katliam için bizzat emir veren, planlar yapan kişiydi. Trabzon’daki müzede, Atatürk’ün üzerinde çalıştığı harekât planını rahatlıkla görülebilir. Atatürk harita üstünde birliklerin gideceği yerleri belirlemişti.”[235]

Ayşe Hür’ün ifadesiyle özetlersek, “Dersim’de yaşanan korkunç olayların sorumluluğundan, ne Cumhuriyetimizin kurucu babası Atatürk, ne o yılların tek partisi CHP, ne CHP geleneğinin sembol ismi İnönü, ne sağ muhafazakâr geleneğin temsilcisi Celal Bayar, ne de İslâmi muhafazakârların saygıyla andığı Fevzi Çakmak kurtulamaz.[236]

  1. §) “Tanık” mı?

Uzun yıllar Celal Bayar’ın avukatlığını yapan Hüsamettin Cindoruk, “Dersim Cumhuriyet’in zorbalığıdır,” vurgusuyla ekliyor: “Ben Bayar’ın son 25 yılında avukatlığı yaptığımdan bu konuda da konuşmuştuk. Rahmetli Bayar’ın Dersim’le ilgili bana söylediği şudur: ‘Cumhuriyet Milli Misak sınırları içerisinde tamamen egemen olmuştu. Hakkâri dahil, Trakya dahil bütün ülkede Cumhuriyet egemendi, bir tek Tunceli dışında. Tunceli’deki mütegallibe Tunceli’yi Cumhuriyet’in dışında tutuyordu. Polis, jandarma oraya giremiyor, vergi alamıyordu. Coğrafyası böyle bir direnmeye çok müsaitti. Bunu aşmak için çok uyarı yaptık, kanunlar çıkardık ama olmadı. Atatürk sonunda bize vurun dedi, vurduk. Tenkil ve tedip ederek Cumhuriyet topraklarına Tunceli’yi kattık.’ Aynen böyle anlatmıştı.

Atatürk’ün bilgisi yoktu, o sırada hastaydı diyenler doğru söylemiyor. Başka bir karine daha Sabiha Gökçen’dir. Kendisi askeri pilot da değildi. Sizce Atatürk’ün manevi kızı olarak onun bilgisi dışında böyle bir harekâta katılması mümkün mü? O nedenle işi İnönü’ye veya Bayar’a yıkmak son derece yanlış. Atatürk’ün ölmeden evvel Tunceli’yi Cumhuriyet topraklarına katma iradesi var işin içinde…

Dersim’e yapılanlar baştan aşağı haksızlıktır. Ve Seyit Rıza’nın dediği gibi zulümdür. Cumhuriyet’in zorbalığıdır. Evet, belki CHP egemen partiydi ama o sırada sadece İnönü ve Bayar mı var? Menderes, Köprülü milletvekili. Demokrat Partili bir sürü vekil var. Eğer orada bir siyasi mesuliyet varsa, herkesindir. Sadece CHP’nin değil, Demokrat Parti’nin de.”[237]

  1. §) Bir de Sabiha Gökçen (Hatun Sebilciyan) parantezi var!

Dersim katliamının tartışmalı isimlerinden; “Çarpışma meydanında canlı hedef üzerine bomba atmak insana hiçbir acımak hissi vermiyor. İnsan yalnız vazifesini görmek için aramayı, vurmayı düşünüyor,”[238] diyen Sabiha Gökçen… O dönem “Kahraman Türk kızı”, “Türk’ün kanatlı Amazonu” diye anılırdı.

Dönemin ünlü gazetecisi Ahmet Emin Yalman’ın Kırmızı Ordu Tayyaregâhı’ndaki görüşmesinde Gökçen o günleri şöyle anlatır:

“Dersim’deki uçuşlarım daha heyecanlı olmuştur. Bir-iki defa pilot, fakat ekseriyetle rasıt olarak uçtum. Böyle vaziyetlerde insan harp heyacanını rasıt mevkiinden daha iyi duyuyor. İnsan evvala bombalarını atıyor, bunlar bittikten sonra canlı hedef görürse makineli tüfeğe müracaat ediyor. Dersim’de ilk bombardımanın heyecanını unutamam…”[239]

Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen devamlı, ‘Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti’[240] kitabında anlatıyor:

“Ulusal Kurtuluş Savaşı gibi bir tarih destanı yazan, bu uğurda hiçbir özveriden çekinmeyen, kendi topraklarının sınırını kanla çizen bir ulusu bölmeye, onu yeniden bir serüvene sürüklemeye hiçbir güç yetmeyecekti…

Şehitlerimizin kanı hâlâ topraklarımızın üstünde bir buhurdan gibi tütüyor, bize ne yapmamız gerektiğini hatırlatıyordu… Niçin Dersim’de aldatılmış zavallı bir grup, silahlanarak anlamsız birtakım hareketlere tevessül ediyordu? Su uyur düşman uyumaz derlerdi ya, doğru bir sözdü bu. Düşman içerde ve dışarıda uyumuyordu. Atatürk ayaklanmanın kesin olarak ve en kısa zamanda bastırılmasını, müsebbiplerinin de en ağır bir şekilde cezalandırılmalarını emretmişti.”

“Hiç beklemediği bir şey olmuştu Atatürk’ün. Dıştan ve içten ülkeyi bölmek isteyenler Dersim’i seçmişlerdi hareketlerine üs olarak. Oysa burada namuslu, ülkeye bağlı insanlarımız yaşıyordu. Bir avuç maceraperest halkı kışkırtıyor, onlara asla yerine getiremeyecekleri vaatlerde bulunuyorlardı. Çoğu kanmıyor, inanmıyordu ama içlerinde az da olsa silaha sarılan vardı.”

“Çeteler bize acımasızca saldırıyorlardı. Uçaklarımız yara alıyor, çok değerli pilotlarımız gazi oluyorlardı. Artık bizim de onlara kendi anlayacakları dilden cevap vermemiz şart olmuştu… Bu talihsiz başkaldırmaya katılmayan Elazığlı ve Dersimli gerçek yurtseverler de bizi destekliyor, bulunduğumuz yerlere kadar gelerek yardımcı olmaya çalışıyordu. Bunlar gerçekten iyi insanlar, yürekli insanlardı. Ülkeye de Atatürk’e de bağlı idiler. Sonucu işte bu ekip tayin etti!”[241]

Bu kadar da değil, devamla: “Savaş meydanlarından gelmişti Mustafa Kemal… Yedi düvele karşı savaşarak, kan ve barutların arasından, şehit çocuklarımızın kara topraklar üzerinde gözlerini kendi elleriyle kapayarak, ağızları köpük köpük olmuş çatlayan atların sırtından inip şahlanan atların sırtına binerek bugünlere gelmişti.. Onun ülkeyi ve ulusu bölenlere, kendi çıkarları için Türkiye’nin huzurunu kaçıranlara asla müsamahası yoktu..

Çayından birkaç yudum aldıktan sonra yüzüme dikkatle bakarak sordu: “Gökçen, gerçi vereceğin cevabı biliyorum ama, bir kere daha senin ağzından duymak isterim bunu..”

“Emredin Paşam!.”

“Savaşta nasıl bir görev almak isterdin?” “Uçağımla düşman hedeflerini dövmek, düşman uçaklarını düşürmek, ülkemi bunlardan korumak..” “Peki ölümden korkmuyor musun?” “Hayır! Hele memleketim ve insanlarım için olursa!.” Paşa bu kez yüzüme daha başka bir şekilde bakıyordu: “Ölümden korkmadığından emin misin?” “Eminim Paşam!.”

Bunun üzerine birden cebinden bir tabanca çıkardı. Namlusu pırıl-pırıl yanan bir tabancaydı bu. Yeni temizlenmişe benziyordu. Silahı bana uzatarak:

“Al bakalım şu tabancayı Gökçen..” dedi. Sesi silah kabzası kadar soğuktu.

“Bunu şakağına daya ve tetiğe bas! Unutma ki beynine saplanacak olan bir kurşun artık seni benden alıp götürecektir!.”

Ciddiydi bunları söylerken. Silahı aldım. Şakağıma dayadım. Gözlerimi Atatürk’ün gözlerinden ayırmadan tetiğe bastım. Küçük bir “tık” sesi çıktı. Alnımdan terler boşanıyordu! Sınav bitmişti. Korku duvarını başarı ile aşmıştım. Atatürk yerinden kalkarak yanıma geldi. Silahı elimden aldı. İpek mendili ile terlerimi sildikten sonra alnımdan öperek:

“Gökçen..” dedi. “Sen tam bir Türk kızısın..” Sonra devam etti:

“Havacılıkta sana güvenim tam.. Daha çok çalışmanı istiyorum…”

Hemen bölük komutanımızın odasına koştum.

“Komutanım..” dedim, “Ben de Dersim harekâtına arkadaşlarımla birlikte katılmak istiyorum..” Komutan bir süre yüzüme baktıktan sonra: “Senin hakkında böyle bir kararı ben vermem Gökçen..” dedi; “Alay komutanı emir verirse gidebilirsin..” Aldığım bu yanıt çok gücüme gitmişti. Çünkü bölükte arkadaşlarla her görevi birlikte yaparken bir ayırım gözetmiyorlardı. Burada ise onlardan kopuyordum elimde olmayarak.

Bu kez alay komutanı Zeki beyin odasına çıktım. Komutan Zeki Doğan gerçekten de son derece değerli bir insandı. İsteğimi dikkatle dinledikten sonra: “Gökçen, bu önemli bir harekâttır..” dedi; “Ve sen bir kızsın.. Üstelik de Atatürk’ün kızısın.. Bu nedenle oraya gidebilmem için bizim karar vermemiz imkânsız.. Şayet Atatürk izin verirse, tabii sen de diğer arkadaşlarına katılıp vatani görevini yaparsın..”

Bunun üzerine bana bir uçakla iki saat izin vermesini rica ettim.

Ankara’ya bizzat giderek durumu Atatürk’e anlatacağımı söyledim. Anlayışlı bir askerdi. İsteğimi yerine getirdi. Uçağıma atlayıp doğruca Ankara’ya gittim. Beni o saatte ve heyecanlı bir şekilde gören Paşa durumu hemen anlamıştı. Oturmamı işaret ederek:

“Niçin geldiğini biliyorum Gökçen..” dedi. “Ama bu harekât içi boş bir silahı şakağa dayayıp tetiği çekmeye benzemez!.” Düşünmeden yanıt verdim:

“O silahı ben dolu olarak kabullenmiştim efendim.. O gün beni cesaretimden dolayı övmüştünüz. Bu sözlerinizde samimi idiyseniz şimdi bana bu görevin verilmesini için emir buyurunuz..”

Yüzünde bir ışık yanıp söndü:

“Peki..” dedi. “Madem ki bu kadar istiyorsun ben sana izin veriyorum.. Ama Sayın Maraşel Çakmak’a da bir kere sormamız lazım.. Bu bir askeri harekâttır. Eğer o müsaade ederse gidersin.. Yalnız şunu unutma, sen bir kızsın. Alacağın görev oldukça çetin. Aldatılmış bir eşkıya çetesiyle karşı karşıya kalacaksın. Onların da ellerinde birtakım silahlar var. Uçağın arıza yapacak olursa mecburi inişe geçecek ve sonunda onlara teslim olacaksın. Bunun ne demek olduğunu başına gelmedikçe bilemezsin.. Bu takdirde ne yapacağını düşündün mü?”

Ona şu yanıtı verdim: “Hakkınız var.. Nihayet altımızdaki bir uçak. Her an arıza yapabilir. Düşebilir, çakılabilir.. Şayet böyle bir şanssızlık olursa, hiç merak etmeyin, ben kendimi onlara canlı olarak teslim etmem..”

Sözlerim Atatürk’ü çok duygulandırmıştı: “O hâlde ben sana kendi kullandığım tabancayı vereyim Gökçen..” dedi. “Çünkü sen onunla daha iyi nişan alabiliyorsun!” Ve daima yanında taşıdığı, İstanbul’da Florya deniz köşkünde şakağıma dayattığı Simitvesson’u uzatarak şunları söyledi:

“Bu kez içi doludur dikkatli ol.. Umarım kötü bir durumla karşılaşmazsın. Fakat herhangi bir zamanda senin şeref ve haysiyetine dokunacak bir olayla, bir durumla karşılaştığında hiç tereddüt etmeden bu silahı ya karşındakine karşı ya da kendi beynine boşaltmaktan asla çekinme!”

Tabancayı aldım; önce Atatürk’ün elini sonra da silahı öptüm:

“Paşam..” dedim, “Bu sözlerinizi ömür boyu unutmayacağım ve sözünüzü mutlaka tutacağım!.”

Alacakaranlıkta uyanıp giyindim. Atatürk’ün verdiği silahı bir kez daha öpüp başıma koyduktan sonra belime taktım. O soğuk silah bana bir garip sıcaklık veriyordu. Onun silahı ile katılıyordum harekâta.. Bunun çok başka bir anlamı vardı benim için. Moralim erkek arkadaşlarım kadar yüksekti., meydana vardığımda arkadaşlarımı da hazır buldum. Hepsinin yüzü cesaret güneşi ile aydınlanmış gibiydi. Alay komutanı bizi toplayarak o günkü ödevlerimizi harita üzerinde en ince ayrıntısına varıncaya kadar açıkladı. Hepimiz bütün dikkatimizi onun sözlerine vermiştik. Komutanın konuşması bitince, bizler de yapacağımız görevi kendisine tekrarladık. Bakışlarından kendisini cankulağı ile dinlediğimiz için memnun olduğu belli oluyordu.

Son sözü şu oldu: “Bugün sizi genç Cumhuriyetimizin en şerefli vazifelerinden biri bekliyor.. Bu Cumhuriyete ve Türk ulusuna, onun mutluluğuna, aydınlığına kastedenlerle çarpışacaksınız. Bunun idraki içinde olduğunuzu memnuniyetle ve gururla görüyorum.. Gerektiğinde seve seve ve göz kırpmadan şehit olabileceğinize de inanıyorum. Atatürk buradan beklediği iyi haberlerin geleceğinden emin olduğu içindir ki Ankara’da müsterihtir.. Şunu da hemen ifade etmeliyim ki, büyük kurtarıcımız ve başkomutanımız, bu harekâtın bastırılması sırasında sizin yanı başınızda, yüreğinizde ve damarlarınızdaki kanda yaşayacaktır.. Hepimize başarılar dilerim. Silahlarınızı yanınıza aldınız mı?”

Hep birlikte başarı dileklerine “sağol!” dedikten sonra, sorusuna ellerimizi silahlarımıza götürmekle yanıt verdik.

Burada Dersim harekâtının nedenleri ve sonuçları üzerinde duracak değilim. Ben bu harekâtta ülkemin verdiği görevi yerine getirmeye çalıştım arkadaşlarımla birlikte.

Dersim harekâtı bir ay kadar sürdü.. Hava harekâtı bitmişti. Haziran ortalarında da benim sınavlarım başlayacaktı.. Orada yapılan bir törenden sonra Ankara’ya döndüm. Meydana indiğim zaman Atatürk, hemşiresi ve Ata’nın birçok yakın arkadaşı beni,büyük bir heyecan ve coşkuyla karşılamışlardı. Ben uçaktan iner inmez doğruca Atatürk’ün yanına giderek elini öptüm. O da beni alnımdan ve yanaklarımdan öperek şunları söyledi:

“Seninle iftihar ediyorum Gökçen! Yalnız ben değil, bu olayı çok yakından izleyen bütün bir Türk ulusu iftihar ediyor.. Genç kızlarımızın neler yapabileceklerini bir kez daha bütün dünyaya ispat ettiğin için övünsen yeridir.. Bilinmelidir ki, herhangi bir ayaklanma değil, en büyük ayaklanmalar, en büyük istila planları memleketimizi ve ulusumuzu bölemeyecektir. Türkiye Cumhuriyeti’ne Türk ulusunun mutluluğuna kastedenler hüsrana uğrayacaklar, hareketlerinin cezasını en ağır şekilde ödeyeceklerdir. Gelecek kuşaklara bugünleri en ince ayrıntılarına kadar anlatacak, içerdeki ve dışarıdaki düşmanlarımızın neler yapabileceklerini, nelere tevessül edebileceklerini anlatacak, öğreteceğiz.. Biz asker bir ulusuz.. Yedisinden yetmişine, kadınından erkeğine asker yaratılmış bir ulus.”[242]

Birkaç şey daha: Sabiha Gökçen, Dersim’e uçmadan önce geceyi Çankaya Köşkü’nde geçirir. Sabah “Haydi çocuğum vakit geldi” diyerek Sabiha Gökçen’i uyandırır. Birlikte havaalanına giderler. Atatürk, az önce Eskişehir’den gelen filodaki subaylara “Gökçen de sizinle beraber gidiyor. Bunun anlamı Dersim harekâtına kadınlı erkekli hepimiz katılıyoruz” der. Vedalaşırlar ve Atatürk, uçaklar gözden kayboluncaya kadar havaalanında bekler.

Sonrasında 1937 Mayıs’ının ilk günleri Dersim’inde Dememanlı aşiret reisleri nezdinde toplantı hâlinde bulunan diğer aşiret reislerinin, havadan bombardıman edilmek suretiyle toplantıyı dağıtmak ve aşiretler üzerinde moral kırıcı bir etki sağlamak lüzumu üzerine Tayyare Alay Komutanı komutasındaki 15 uçaklı bir filo, Kırklar Dağı – Darboğaz Der Yolu-Zel Dağı – Kırmızı ve Kosur dağları kuzeyindeki Keçizeken (Yukarı Bor) köyünü havadan bombaladı. Bu hava taarruzunda özellikle Sabiha Gökçen’in attığı 50 kiloluk bir bombanın Keçizeken köyünde ve kuzeye doğru kaçan asi grubuna oldukça ağır zaiyat verdirdiği yapılan gözetlemeden anlaşılıyordu![243]

  1. §) Burada durup hakkında, “İstanbul’un ikinci havaalanına adı verilen ilk kadın pilotumuz, 70 yıl öncenin ‘ayrılıkçı’larına karşı mücadelede Atatürk’ün isteğiyle görev almış,”[244] notu düşülen ve de “Havaalanının tabelasından ‘Sabiha Gökçen’ adının çıkartılmasını istediler… Dersim isyanının bastırılmasına savaş pilotu olarak katıldığı için… Çıkartılsın… Hatay’ı vermek istemeyen Fransız heyetine ‘Hatay bizim canımız’ diye haykırıp salonda havaya kurşun sıkan kadın… Dünyanın ilk kadın savaş pilotu… 1996’da ABD’nin açıkladığı ‘dünyanın 20 büyük pilotu’ afişinde yer alan tek Türk… Cumhuriyet’in simgelerinden… Atatürk’ün manevi kızı,”[245] diye yüceltilen Ona dair önemli bir noktayı aktaralım: “Ne ilginçtir ki havaalanındaki tabelanın İngilizce tercümesine, Sabiha Gökçen’in Dersim’de insanları bombaladığı konmamıştı. “O, dünyanın ilk kadın savaş pilotuydu.” Ve yanındaki yazıda “…1937 yılındaki Dersim harekâtına savaş pilotu olarak katılan Sabiha Gökçen…” Altında yazının İngilizce tercümesinde Gökçen’in Dersim’de insanları bombaladığı konmamıştı. Utanmışlar mıydı?”[246]
  2. §) Sabiha Gökçen artık ulusal kahramandı. Onu ilk kutlayanlar Başbakan İsmet İnönü ve Cumhurbaşkanı Atatürk’tü. Atatürk “Seninle iftihar ediyorum Gökçen! Yalnız ben değil, bu olayı çok yakından izleyen bütün bir Türk ulusu iftihar ediyor… Genç kızlarımızın neler yapabileceklerini bir kez daha bütün dünyaya ispat ettiğin için övünsen yeridir… Biz asker bir ulusuz. Yedisinden yetmişine, kadınından erkeğine asker yaratılmış bir ulusuz… Ancak bizim askerlik anlayışımız asla emperyalist düşüncenin yarattığı bir anlayış değildir… Barış amacı ile asker olan bir ulusun dünyadaki yeri barış bayrağının yanıdır” demişti.

Sabiha Gökçen’e 28 Mayıs 1937 tarihinde, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı dahil olmak üzere üç yüzden fazla davetlinin katıldığı bir törenle Türk Hava Kurumu’nun Murassa (değerli taşlarla bezenmiş) Madalyası verildi. Ancak ortada garip bir durum vardı. Sabiha Gökçen’in neden ulusal bir kahraman olduğu konusunda basında ve kamuoyunda çarpıcı bir suskunluk vardı… Havacılık ve Spor Dergisi’ne göre Sabiha Gökçen bu madalyayı “gerek kurslarda, gerek Türk hava ordusu mektep ve kıt’alarında büyük muvaffakiyetler [gösterdiği] ve son atışlı tatbikatta kahramanca hizmet” ettiği için almıştı…

Şimdi biraz geriye gidelim ve Sabiha Gökçen’in hayat hikâyesine bir göz atalım. 1990’larda kendisiyle bir röportaj yapan Oktay Verel’e babasının Jön Türklerden olduğu için Abdülhamit tarafından Bursa’ya sürülen Edirne Defterdarı Hafız Mustafa İzzet Bey olduğunu söylemiş, kendi anlatımına göre 22 Mart 1913’te Bursa’da dünyaya gözlerini açmıştı. Anne babasını küçük yaşta kaybeden ve ağabeyi ile yaşayan küçük Sabiha’nın hayatı, 1925’te Mustafa Kemal’in Bursa’yı ziyareti sırasında kökünden değişmişti. Korumaları atlatıp köşkün bahçesine giren küçük Sabiha, okuma azmini öyle etkili anlatmıştı ki, Gazi kendisini evlat edinmeyi önermişti. Olayı Sabiha’nın ağzından dinleyelim:

“Evimiz, onun misafir kaldığı cumhuriyet köşkünün hemen yan tarafıydı. Bir sabah erkenden evin kapısına çıktım. Köşke doğru baktım. Gözlerime inanamadım. Atatürk köşkün bahçesinde tek başına yürüyüş yapıyordu. O sırada 12 yaşımda ve ilkokul üçüncü sınıftaydım. İşgalde okullar kapandığı için tahsilimiz aksamıştı. İçimde müthiş bir okumak arzusu vardı. Ağabeyimin beni çok sevmesine ve iyi bakmasına rağmen yatılı bir okula girebilmeği aklıma koymuştum. Acaba bu arzumu gidip Atatürk’e söylesem nasıl olur diye düşünüyordum. Nasıl oldu bilmiyorum. Birden kararımı verdim ve köşkün kapısına doğru yürüdüm. Kapıda asker ‘Yasak’ diye durdurdu. Gazi uzaktan bize bakıyordu. ‘Bırakın gelsin çocuk’ dedi. Koşarak gittim ve elini öptüm. Adımı sordu. Heyecandan dilim tutulmuştu. Bir kelime bile söyleyemiyordum. ‘Gel seninle şuraya oturalım’ diyerek elimden tuttu ve bir kanepeye oturduk.”

“O kadar mütevazı ve candandı ki sanki o, Büyük Gazi değil benimle bir okul arkadaşımmış gibi konuşuyordu. Benim durumumu sordu. Heyecanım azaldığı için ben de ona bütün içimi döktüm. Okumak istediğimi söyledim. Dinliyordu. Bir şey söylemiyordu. Ne diyecek diye meraktan ölüyordum. Verdiği cevap beni pek şaşırttı. ‘Seni ben yanıma alayım. Benim kızım ol ne dersin?’ Hiç aklıma getirmediğim böyle bir durum karşısında ne diyebilirdim. ‘Ağabeyime sorayım’, dedim. ‘Benim Zehra adında bir kızım daha var. Onunla beraber okula gidersiniz.’ Diye ilave etti. Arkadan Başyaver Rasuhi Bey’e talimat verdi. Ağabeyimi çağırttılar. Gazi, ağabeyimle bizzat konuştu. O da razı oldu. Birkaç gün sonra, Gazi’nin seyahatte beraberinde bulunan heyetle birlikte Balıkesir-İzmir yoluyla Ankara’ya geldik. Köşkün bahçesinde o zaman iki odalı bir okul vardı. Adı, Çankaya İlkokulu idi. Zehra, Rukiye ve diğer çocuklarla beraber orada okumağa başladım. Böylece benim için yepyeni bir hayatın kapıları açılmıştı.”

Önce Çankaya İlkokulu’nda, ardından bir süre Arnavutköy Kız Koleji’nde, bir süre Üsküdar Kız Lisesi’nde okuyan Sabiha, sağlığı elvermediği için eğitimine ara vermiş, Heybeliada’da ve Viyana’da bir süre tedavi gördükten sonra Paris’e gitmiş; ancak hem memleket, hem de Paşa’nın hasretine dayanamayarak, tedavisi biter bitmez Türkiye’ye dönmüştü.

1934’te Soyadı Kanunu çıkınca, Mustafa Kemal kendisine Gökçen soyadını vermişti. Belki de bu soyadının etkisiyle, o güne kadar havacılıkla hiç ilgilenmezken, Mayıs 1935’te yeni kurulan Türk Kuşu’nun açılış töreninde Rus öğretmenlerin planörleriyle yaptıkları gösterilerden çok etkilenmiş ve kendisinin de denemek istediğini söylemişti. Atatürk’ün bu isteğe yanıtı şöyle olmuştu: “Cesaretini beğendim (…) Gökçen soyadına havacılık çok yakışır doğrusu”…

Dersim’deki başarılarından (!) dolayı kendisine madalya takıldıktan sadece beş ay sonra, 29 Ekim Cumhuriyet Balosu’nda, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, askerliğin ‘kadın işi olmadığını’ Sabiha’nın yüzüne karşı en açık şekilde söyleyecekti. Nitekim, Sabiha Gökçen’in ‘Türk ordusunun dişi ikonu’ olma serüveni sadece üç yıl sürdü. 16-21 Mayıs 1938 arasında İstanbul-Atina-Selanik-Sofya-Belgrad-Bükreş-İstanbul arasında tek başına yaptığı uçuştan sonra Türk Kuşu’nda öğretmenliğe atandı. 1941’de Eskişehir Hava Okulu’nda askeri coğrafya ve topografya öğretmeni olan üsteğmen Kemal Esimer’le evlendi, eşi iki yıl sonra vefat etti, Gökçen bir daha evlenmedi. Mayıs 1954’te Türk Kuşu’ndaki görevden ayrılan Sabiha Gökçen bu tarihten sonra unutulmaya terk edildi.

Sabiha Gökçen, 28 Haziran 1987’de Nokta dergisinden Hıdır Göktaş’a verdiği röportajda harekât sırasında halktan ölenler olup olmadığı sorusuna şöyle yanıt verdi: “Yoktu. Keşif yapılıyordu, ordunun da istihbaratı vardı. Biliniyordu bu kötü kişilerin nerede olduğu. Çoluk çocuk olan yerleri doğrudan tahrip etmek insanlık dışı olurdu. Böyle bir şey olmamıştır.” Görüldüğü gibi hafıza-i beşer nisyan ile malul idi! Sabiha Gökçen 1996’da bir Falcon 2000’le, ABD’de Daniel Acton eşliğinde bir uçuş yaptığında yeniden hatırlandı. Ocak 2001’de, İstanbul’un Asya yakasındaki havalimanına adının verilmesinin mutluluğunu yaşayamadan, 22 Mart 2001 günü 88 yaşında, bugün bazılarını çok korkutan sırlarıyla birlikte hayata veda etti.

Sabiha Gökçen adının yeniden gündeme oturması Agos’un 6 Şubat 2004 tarihli nüshasında Hrant Dink imzasıyla “Sabiha-Hatun’un sırrı” başlıklı yazıyla oldu. Hrant Dink’i adım adım ölüme götüren derin kampanyanın önemli malzemelerinden olan bu yazıda ‘Sabiha Gökçen’in teyzesi olduğunu iddia eden Antep asıllı Ermenistan vatandaşı Hripsime Sebilciyan-Gazalyan’ın anlattığına göre Sabiha Gökçen’in aslında yetimhaneden alınmış bir Ermeni kızı olduğu ileri sürülüyordu. Hrant Dink, aslında Hripsime’nin bu hikâyeyi kendilerine 2001’de anlattığını, ancak iddialar dayanaktan yoksun olduğu için o günlerde hayatta olan Sabiha Gökçen’in kırılacağını düşünerek hikâyeyi yayımlamak istemediklerini anlatıyordu. Ancak 2004’de Hripsime bazı fotoğraflarla yeniden gelince fikir değiştirmişlerdi.

21 Şubat 2004 tarihli Hürriyet’te konu Ersin Kalkan’ın ‘Sabiha Gökçen mi Hatun Sebilciyan mı’ başlıklı yazısıyla tekrar gündeme gelince, Genelkurmay Başkanlığı’ndan şiddetli bir yalanlama geldi. TSK “Böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun, tartışmaya açmak, millî bütünlüğe ve toplumsal barışa katkısı olmayan bir yaklaşımdır” diyordu…

Gelin biz, şimdi Hripsime Sebilciyan’ın ve ABD, Kanada ve Lübnan’da yaşayan akrabalarının anlattıklarına biraz daha yakından bakalım.

Nerses Sebilciyan ailesi Halfeti’nin Cibin Köyü sakinlerindendi. 17 Temmuz 1915’te köyün muhtarı ev ev dolaşmış ve evin büyüğüne bir evrak teslim etmişti. Evrakta ailenin 24 saat zarfında yola çıkmaları emrediliyordu. Benzer emirler diğer ailelere de gitmişti. Cibin ve Halfeti’de yaşayan Ermenilere Antep yoluyla Halep’e doğru yola çıkmaları için iki gün verilmişti. Sebilciyan ailesi (Nerses karısı Maryam ile ikisi erkek ve ikisi kız evlatları) çaresiz yola koyulmuşlardı. İlk durak olan Antep’e vardıklarında, kafiledeki birçok ailenin de yaptığı gibi kızları 6 yaşındaki Diruhi ile 2 yaşındaki Hatun’u güvende olmaları için misyoner yetimhanesine teslim etmişlerdi. (Hripsime’ye göre Cibin’de yetimhaneye vermişlerdi ancak o tarihte Cibin’de yetimhane yoktu. Muhtemelen yanlış hatırlıyordu.) Cibin Kilisesi din görevlisi Der Nerses Baboyan’ın öncülük ettiği kafilenin bir bölümü Suriye’nin güneyine, bir bölümü de Mısır’ın Port Sait sınırına kadar gidecekti.

30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra İtilaf Devletleri’nin verdiği güvenceyle evlerine dönmeye cesaret eden Ermeniler arasında Sebilciyan ailesi de vardı. Aile Antep’e geldiğinde heyecanla Amerikan Yetimhanesi’ne koştu. Ancak onları kötü bir haber bekliyordu. Hripsime’ye göre o dönemde bölgede görevli olan Mustafa Kemal, evladı olmadığından, yetimhaneyi dolaşıp kızların en sevimlisini evlat edineceğini söylemişti. Hatun’u görmüş, şirin bir kız çocuğu olduğundan parmağıyla işaret etmiş ve kucaklamıştı. İşte o gün, Hatun’la Diruhi ağlayarak ayrılmışlardı. Hatun, bu tarihten sonra Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım’ın yanında kalmış, 1923’te Zübeyde Hanım’ın vefatından sonra, Zübeyde Hanım’ın Bursa’daki bir hemşerisinin yanına verilmişti. 1925’de de Mustafa Kemal Paşa’nın Bursa ziyaretinden sonra Ankara’ya götürülmüştü.

Bu yıllarda Nerses öldü ve Maryam ikinci evliliğini üç çocuklu Kara Karayan’la yaptı. Ondan da bir oğlu oldu. Bu arada kızı Diruhi, Sahak Der Gazaryan’la evlendi ve ikisi erkek ve ikisi kız 4 evladı oldu. Kızların birine Hripsime, diğerine Hatun adını verdi. Anne Maryam, hayatı boyunca küçük kızını sayıkladı ve 1947’te Halep’te öldü. Maryam’ın kardeşi Garabed’in oğlu Apraham Garabedyan, 1955’de Hatun’un izini bulmak için Türkiye’ye geldi ve Sabiha Gökçen’le Ankara’da buluştu. İki akraba konuştular, birlikte resim çektirdiler. Sabiha Gökçen Apraham’a yüklü bir maddi yardımda bulundu ve Apraham Halep’e geri döndü.[247]

[220] Perihan Ergun, “Dersim Sıçrama Tahtası Edildi”, Cumhuriyet, 1 Aralık 2011, s.13.

[221] Amberin Zaman, “Dersim ve Tutarlılık”, Haber Türk, 29 Kasım 2011, s.22.

[222] Nurettin Karsu aktaran: Taha Akyol, “Dersim Mektubu”, Hürriyet, 6 Aralık 2014, s.20.

[223] Alevîler Dersim kırımında Atatürk’ü ne sorumlu görmek isterler ne de işitmek. Bunun en önemli nedenlerinden biri de vakti zamanında dedelikleri kendinden menkul bazı Alevî zatların “Hz. Ali’nin, Atatürk olarak zuhur ettiği” efsanesinin Alevîler arasında yaymış olmasındandır. Buna inanan Alevîler Atatürk’e dair kötü bir şey ne yakıştırırlar ne de düşünürler…

[224] Ali Balkız, “Alevîler Yeni Solun Peşinde”, Milliyet, 30 Kasım 2009, s.12.

[225] Fatih Altaylı, “Dersim’de İnönü Kadar Bayar da Vardı”, Haber Türk, 24 Kasım 2011, s.17.

[226] Baskın Oran, “Dersim’de 38 Bir Ölçü Birimi Sanki”, Radikal, 20 Kasım 2010, s.40-41.

[227] Milli Savunma Bakanlığı’ndan Dersim haritaları, Başbakanlık’tan ise 12 adet Tunceli iskân defteri geldi. Genelkurmay’ın yazışmalarında katliam için “Dersim harekâtı” denirken, bazı yerlerde ise “kıyam” yazıldığı dikkat çekti. Belgeler arasında Atatürk ile dönemin Başbakanı İsmet İnönü arasındaki karşılıklı tebrik mesajları bulunuyor. İnönü, Atatürk’e hitaben, “Seyit Rıza’nın teslim olması Cumhuriyet ıslahatının yeni bir safhasıdır. İltifatınız bizim için çok kıymetli bir teşviktir” derken, Atatürk İnönü’ye, “Teslim olması Cumhuriyet hükümetinin Dersim’deki yüksek şuurlu hareketinin neticesini gösteren bir müşahhas delildir. Ondan dolayı kendilerini tebrik ederim,” cevabını veriyor. (Hüseyin Özkaya, “Yüksek Şuurlu Katliam”, Taraf, 24 Nisan 2012, s.12.)

[228] Serpil Çevikcan, “… ‘Dedem O Zaman Pembe Köşk’teydi”, Milliyet, 25 Kasım 2011, s.18.

[229] “25 Kasım 1925 tarihinde Elazığ’da idam edilen Hasan Hayri Bey’in son sözlerini hatırlatmak isterim: ‘Ey Kürt Halkı! Bizden de ibret alın ve bilin ki, dünyadaki en güvensiz söz, Kemalistlerin verdiği şeref sözüdür’…” (Cevdet Konak, “Kemalizmin Şeref Sözü!”, Radikal İki, 27 Kasım 2011, s.1-12.)

[230] Orhan Kemal Cengiz, “Alevî Direniş Sanatları”, Radikal, 9 Aralık 2011, s.14.

[231] Albay İsmail Hakkı Tekçe, Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında kritik görevlerde bulunmuş bir isim. Ayaklanmaları bastırmakta ünlenmiş Topal Osman, Atatürk’ü koruyan Muhafız Alayı’nın ilk komutanıydı. Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’i asarak öldürünce Atatürk’ün emriyle Tekçe tarafından öldürüldü.

[232] Naşit Uluğ, Tunceli Medeniyete Açılıyor, Kaynak Yay., 2007.

[233] Abdullah Kılıç-Ayça Örer, “Köşk’ün Muhafız Alayı da Gönderilmiş”, Radikal, 22 Kasım 2011, s.14-15.

[234] Abdullah Kılıç-Ayça Örer, “Devletin Zirvesi Dersim’de”, Radikal, 20 Kasım 2011, s.26-27.

[235] Hüsnü Gürbey-Mahsuni Gül, “Zehirli Gazlar Nazi Almanyası’ndan Alınmış!”, Dersim Gazetesi 15 Mayıs 2019… https://dersimgazetesi.org/zehirli-gazlar-almanyadan-bombardiman-ucaklari-amerikadan-alinmis

[236] Ayşe Hür, aktaran: Abdullah Kılıç-Ayça Örer, “Tarihçiler Dersim’i Nasıl Yorumluyor?”, Radikal, 24 Kasım 2011, s.20-21.

[237] Ezgi Başaran, “Hüsamettin Cindoruk: Dersim’den CHP Kadar DP de Sorumlu”, Radikal, 28 Kasım 2011, s.8-9.

[238] Sabiha Gökçen, Tan, 15 Haziran 1937

[239] Oral Çalışlar, “Sabiha Gökçen, Dersim’i Bombaladı mı?”, Radikal, 22 Aralık 2012, s.14.

[240] Sabiha Gökçen, Atatürkler Bir Ömür Anıları, Hazırlayan: Oktay Verel, 2. Basım Altın Kitaplar, 1996.

[241] Deniz Som, “Dersim”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2009, s.15.

[242] Sabiha Gökçen, Atatürkler Bir Omur Anıları, Kaleme Alan: Oktay Verel, 2. Basım Altın Kitaplar, 1996, s.111-126.

[243] Barkın Şık, “İnönü’den ‘Güzel Tunceli’ Mesajı”, Cumhuriyet, 1 Mart 2011, s.7.

[244] Oktay Ekinci, “… ‘Munzur’u Boğanların ‘Dersim’ Sömürüsü…”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2009, s.15.

[245] Bekir Coşkun, “Dersim’iz: Atatürk’ü Tekmelemek…”, Cumhuriyet, 22 Kasım 2011, s.2.

[246] Gündüz Vassaf, “Sabiha Gökçen Dersim’de”, Radikal, 27 Kasım 2011, s.17.

[247] Ayşe Hür, “Dersim’i Bombalayan Sabiha Gökçen mi, Hatun Sebilciyan mıydı?”, Radikal, 5 Mayıs 2013, s.28-29.

sürecek

En az 10 karakter gerekli


HIZLI YORUM YAP