“Sinema geldi ve zindandan oluşma bu dünyayı saniyenin onda biri uzunluğundaki zaman parçalarının dinamitiyle paramparça etti; şimdi bu dünyanın geniş bir alana dağılmış yıkıntıları arasında serüvenli yolculuklara çıkmaktayız.” (Walter Benjamin)
Kentsel dönüşümlerin yaygınlık kazandığı bir zamanda tarihsel dokusu korunması gereken yerler hem turizme hem sinemaya hizmet veriyor. Uludağ doğal yapısıyla bunlardan bir tanesi; Türk sinemasında rakipsiz ve popülaritesi çok yüksek. Ünlülerin ve kalburüstü zümrenin pek alternatifi olmayan en itibarlı uğrak yeri; Yeşilçam için milli park kuruluşundan bu yana hem bir tatil mekânı hem de bir set ve işyeri…
Yeşilçam’ın Bursa macerası 1930’larda başlıyor. İlk film “Aysel Bataklı Damın Kızı” 1934’te Çalı’da çekilmiş. “Halıcı Kız” ise 1953’te; ikisinin de yönetmeni Muhsin Ertuğrul… 1945’te çekilen “Köroğlu” var; Mümtaz Ener ve Refik Kemal Arduman birlikte çekmiş, ama o İnegöl ilçesinde çekilmiş, Bütün bu filmlerin kıyıdan köşeden Uludağ ile ilişkili oldukları anlaşılmakta. Yeşilçam’ın Uludağ’daki zirve macerası ise 1955’te başlıyor.
3 boyutlu ve görsel efektleri bolca kullanan filmlerin yaygınlık kazandığı günümüzde saklama ve arşiv koşulları iyi olmayan sinemamızda filmlere ulaşmak kolay olmuyor. Bazılarını sinema-TV’den, bazılarını vcd’den izlemiştim, bunlar çok sınırlı. En büyük yardımcım bilgisayardı. Bilgisayar kanalıyla ulaşmaya çalıştığım filmlerin yüklü olmayanlarına ulaşamadım, bazılarında kısa tanıtımlarla(trailer) yetinmek zorunda kaldım, çünkü filmin bütünü (video stream) mevcut değildi ne yazık ki. Bulamadıklarım hakkında yazılanlara göz attım anımsamaya çalıştım. 1980 öncesi filmler özellikle siyah beyaz çekilmiş eski filmlerde yer belirlemek çok zor oluyor, bazı filmlerde ise kolay. Örneğin “Çile” gibi restorasyonlu ve fazla eskice olmayan filmlerde görüntü hem çok kaliteli hem çok net idi. Bir film şeridi saniyede 16-25 kare akar bu yüzden restorasyon; çizilme ile renk bozulmalarından dolayı meydana gelen kusurların onarılması zahmetli bir işlemdir. 1980 sonrası çekilen filmleri daha önceki bir yazımda (Bursa: Beyaz Perdedeki Kent) ele almıştım; Yine bazısı kıyıdan köşeden Uludağ’la ilgili, Bora Tekay’ın “Fasulye” (1999), Serdar Akar’ın “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” (2000) ve Ezel Akay’ın “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?” (2005)filminden o yazıda uzun uzun bahsetmiştim. Burada daha çok o yazıda eksik kalan 1980 öncesi yapımları da araştırdım. Bu filmlerin nereden bakılsa en yenisi en az 40 senelikti, dile kolay…
Dekupaj film öncesi mekânlarda çalışma ve çekim öncesi ön hazırlıktır. Memduh Ün, “Yanlış mekânla doğru film yapılmaz. Mizansen ve oyuncu psikolojisinin mekâna uyması gerek.” der. (Türkiye’nin Ustalarından Sinema Dersleri, İnkılap Kitabevi, 2006, s. 72) Ömer Kavur da, “Filmin mekânları başrol oyuncusu kadar önemlidir.” demiştir (a.g.e., s. 97). Mekân seçimi yönetmenin sinema anlayışını da belirliyordu. Örneğin Yavuz Özkan, “Filmin hikâyesinin aktarılmasında, hatta derinlik kazanmasında önemli bir işlevi de vardır.” (a.g.e., s. 170) demekte idi. Yani sinemada temel malzeme görsellikti.
Sinemada da diğer (roman, öykü, tiyatro gibi) sanatsal metinlerde (kurmaca) olduğu gibi mekân öyküyü (anlatı) tamamlayan bir unsurdur. Ancak Polonyalı yönetmen ve senaryo yazarı Krzysztof Kieslowski, “Sinema hiçbir şeyi değiştirmez; ama insanların birçok şeyi anlamalarını sağlar. Dünyayı değiştirecek olan şey filmler değil, o filmleri izleyen insanlardır.”demişti.
Konvansiyonel sinema dikkati günlük sorunların dışına çıkartan uyuşturarak eğlendiren sinema anlayışı; belli bir dönem sinemamıza da egemen olmuş anlayıştır ve bir ölçüde hala da sürmektedir. Aşk romanları yazan Muazzez Tahsin Berkand ve Kerime Nadir gibi yazarlardan adapte öyküler ve Bülent Oran ile Safa Önal gibi birkaç senaryo yazarının çevresinde gelişen Yeşilçam sineması daha çok melodram (aşk) filmleri ağırlıktaydı. Hem ticari kaygılar, hem de sansür kurullarınca getirilen kısıtlamalardan dolayı milli rejime (resmi ideolojiye) aykırı görülen filmler yasaklandığından melodram sineması dışında konu çeşitliliği çok sınırlandırılmıştı.
Ya aşk romanı kaleme alan muharrirler çok fazla Yeşilçam filmi izliyordu ya da sinema rejisörleri çok fazla aşk romanı okuyorlardı; senaryo olacak kadar uygun yazılıyordu eserler. Ne demişti Muazzez Tahsin Berkand, “Aşkın kudretine inanmak istemiyor, bunu edebiyatçılar tarafından romanlara sokulan bir kelime addediyorum.” (Muazzez Tahsin Berkand, Kezban, Elips Kitap, 1.Baskı, 2014 s.147). Tapınılacak ölçüde gösterişli iki beden ve kusursuz ruh (iç güzelliği) melodram sineması için en gerekli malzemelerdi, tabi bol bol gözyaşı için de. Türk jön ve mabudeleri için bir de çok etkileyici ses gerekti. Abdurrahman Palay ve Adalet Cimcoz gibi dublaj (seslendirme) sanatçıları bu iş için biçilmiş kaftandır. Hollywood gibi endüstrileşemeyen sinemamız kendine özgü bir üslup, birkaç senarist ya da edebiyat uyarlamasıyla, birkaç yönetmen ve oyuncuyla birbirine benzer hızlı seri filmler çekerek Yeşilçam sinemasını yaratmış oldu…
Oysa Federico Fellini’ye göre, “Yönetmenlik, bilinmeyen, tanınmayan dünyalar yaratmak” demek değil miydi? (Hakan Savaş, Sinema ve Varoluşçuluk, Altıkırkbeş Yayın, 2003, s.23)
Başka bir kitapta ise Dziga Vertov’un (Roger Vadim’den alıntı; Bir Kent Gezmek, Bir Film İzlemek) bir sözü aktarılıyor. “Bir kent gezmek, bir film izlemek, bir dünyaya girmek ya da doğru bir ifadeyle bir dünya; anlatılan öyküye dair bir evren (diegese) yaratmaktır.” (Sinematografik Kentler, Derleyen Mehmet Öztürk, Agora kitaplığı, 2008, s. 430)
Bursa veya İzmir genel olarak İstanbul yanında bir arka fon gibi kullanılmıştır. Hemen akla geliveren ilk yerler İzmir-Kordonboyu ile Bursa-Uludağ’dır. Hatta bazı filmlerde İstanbul dışına da taşmış havası katmak için olsa gerek Bursa ile ilgili görüntüler eklenmekte; Uludağ’da çekildiği pek anlaşılmayan bir sahnede Uludağ’dan söz edilmekte; film sanki Uludağ’da da çekilmiş gösterilmektedir. Ve 1973’te çekilen “Aşkımla Oynama” (Aram Gülyüz) filminde olduğu gibi filmde Uludağ’dan söz edilmekte ancak Kirazlıyayla’daki Sanatoryum görünmekle beraber alelade karlı dağ sahneleri dışında çekimin Uludağ’da yapıldığı pek anlaşılmaz.
Fuat Uzkınay’ın ilk filmi çektiği 14 Kasım 1914’den bu yana 6000’den fazla filmin çekildiği ki Türkiye sineması 1966’da dünyanın en fazla (241) film çekilen 4. Ülkesi olmuştur. Bu yüzden Türk sineması hakkında eksiksiz bir derleme yapmak, bu konuda girişimde bulunmak hiç de kolay değildir.
1960’lı yıllar Türk sinemasında “Altın yıllar” olmuştu. 1980’ler ise yıldız sistemi çökmüş ve yönetmen sinemasına geçiş dönemi olmuştur. İlginç ama 1980 sonlarında Bursa’da çekilen filmler de adeta bıçakla kesilmiş gibi bitiveriyor. 90’larda da Bursa’da çekilmiş bir filme rastlamak mümkün değil. 1990’lı yılların ilk yarısı video-VCD-DVD’lerin adeta altın çağı olmuştur.
Türk sinemasında 1922-1949 arası özel yapım evleri dönemi, 1922-1930 arası ise Tiyatrocular dönemi kabul edilir. Geçiş döneminden (1939- 1952) sonraki dönem Sinemacılar dönemi (1952-1963) olarak adlandırılmaktadır. 2013’e gelindiğinde Türkiye’de 620 sinema binası, 2170 sinema perdesi ve 271.250 koltuk sayısından bahsedilmekte…
Sinema mekândaki değişim ve yaşamdaki akışı sergiliyorsa Uludağ’ın buna ne yönde ve ne kadar katkısı olmuştur?
Yeşilçam’ın Uludağ’daki zirve macerası 1955’te başlıyor, demiştik. 1955 yapımı “Düşman Aşıklar” karlı sahneler görünen Uludağ’da çekilmiş ilk film. Daha önce oyunculuk da yapmış Memduh Ün’ün ilk yönetmenlik denemesi.
Ün, Sinema Yazarı Pınar Tınaz Gürmen’e anlatıyor önce filmin hikâyesini: “Artık dünya çapında bir film çekebilirim duygusu geldi ‘Hacı Şakir Ailesi’nin Esrarı’ diye kitabını bulmuştum. Doğu’da geçen, kan davasını anlatan. Uludağ’da yapıyoruz çekimleri. Tabii dünya çapında bir film yapacağım için korkunç kaprisliyim. Oysa her tarafta görüntü aynı. Kar tutmuş çamlar, kayalar vb. Filmi Mehmet Muhtar tamamladı. “ (Türkiye’nin Ustalarından Sinema Dersleri, İnkılâp Kitabevi, 2006, s. 64-65).
Ün, kaleme aldığı “Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor” adlı kitapla ilgili “Küçük Dünyaların Büyük Yönetmeni” başlıklı söyleşide de, “Film sinemalarda çok kötü iş yaptı. Bugün için filmi görmek olası değil, belki belediye depolarında çıkan yangınlarda yandı ya da gümüş çıkarmak için katillerin (!) elinde birçok negatif gibi yok oldu gitti.” diyordu. (Fatma Oran, Cumhuriyet Kitap, 2010, sayı: 1042, s. 4-5)
Ün’ün yarım bıraktığı çalışma ve kötü deneyim; “Düşman Aşıklar”ın zayi olması bizi 1955 yılının Uludağ manzaralarından tarihsel bir belge olarak yoksun bırakmıştı belki ancak en azından 1955 yılının Uludağ’ını Memduh Ün’den okuyabilmiştik: “Mine Coşkun 1954 yılında kurdukları Coşkun Film’in ilk filmini benim çekmemi istedi. İlhami Sefa’nın, Doğu’da geçen ve bir kan davasını anlatan Hacı Şakir Ailesinin Esrarı başlıklı romanını seçtim. Senaryoyu kimin hazırladığını hatırlamıyorum, ama çoğu filmimde olduğu gibi, birçok bölümünü sette kendim yeniden yazmıştım zaten. Filmin hikâyesi karda kışta, doğuda geçiyordu. Ama Doğu’ya gitmedik, daha ekonomik olması açısından, olaylar Doğu’da geçiyormuş gibi Uludağ’ı seçtik. Uludağ’da o dönemde yalnızca Büyük Otel vardı, ama çok pahalı olduğundan Kirazlı Yayla’da bir motelde kalmıştık. On dokuz gün çalıştım, yapımcının parası bitti; İstanbul’a döndük, para bulundu. Sonra yeniden Uludağ’ın yolunu tutup bir on günlük çalışma daha yaptık. Bir de Uludağ’daki bazı mekânları filmde hem karlı, hem de karsız görmemiz gerekiyordu. Bu nedenle karda çektiğim sahnelerin yaz geldiğinde çekilecek karşılıkları da kalmıştı. Filme devam edemeyeceğimi anlamıştım.” (Cumhuriyet, 4 Şubat 2010)
“Benim uçsuz bucaksız denizim bir ağaç kümesi arasında, kuru bir ırmaktan kalma bir avuç sudan başka bir şey değildir.” (Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu, İnkılâp Kitabevi, 2016, 15.Baskı, s. 12)
“Çalıkuşu” (1966), Konusu Bursa’da geçmekle birlikte Bursa’da çekilmemiş bir romandır. Zeyniler Köyü, Bursa’da Teleferik Mahallesi’nden daha yukarıdaki bir köydür. Çalıkuşu, Yönetmen Osman Faruk Seden tarafından bir kez filme (1966), bir kez de TV dizisine (1986) uyarlanmıştır. 2013’te ise Yönetmen Doğan Ümit Karaca ve Çağan Irmak tarafından TV dizisine çekilmiştir. Ayrıca, Güntekin’in, “Tanrı misafiri” adlı öyküsü de Setbaşı’ndaki bir konakta geçer…
Reşat Nuri Güntekin’in bazı roman ve öyküleri 1913 yılından itibaren öğretmenlik yaptığı Bursa’da geçer. Yazarın en tanınan romanı “Çalıkuşu”dur (1922). Reşat Nuri Güntekin, romanın bir bölümünde dağın eteğindeki köy ile Uludağ’ın başka bir yüzünü tasvir etmektedir: “Taşların arasından minare merdiveni gibi dik bir yoldan inmeye başladık. Aşağıda, akşamın alacakaranlığı içinde kapkara bir servilik, etrafı çitle çevrilmiş, çıplak bahçeler arasında tek tük kulübeler, tahta evler görünüyordu. Altlarında dört direkten ibaret ahırlar, üstlerinde asma merdivenle çıkılan bir iki oda. Herhalde, bu Zeyniler şimdiye kadar işittiğim ve resimlerini gördüğüm köylerden hiçbirisine benzemiyordu.” (a.g.e., s. 214).
“Ateşten Günler” (1987). Ateşten Gömlek romanından uyarlanan TV dizisindeki bazı sahneler Uludağ eteğinde 700 yıllık Osmanlı köyü olarak bilinen Cumalıkızık’ta çekilmiştir: “Ovada, üç yüz hanelik bir köy; sarı, çorak topraklar arasında, sarı topraktan yapılmış küçük bir sırtın üzerinde,
YORUMLAR