Ömer ALPDOĞAN
11 Ocak’taki Mekke’nin fethini 31 Aralık gecesi kutlayan bir dernek ve vakıfın afişlerinde ilginç bir bilgi vardı..
Adana’nın dört bir yanına asılan afişlere göre konuşmacılardan biri Erzurum Üniversitesinden bir profesör..
Afişteki bilgiye göre Prof. Dr. İsa Çelik, Erzurum Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden konuşmacı olarak geceye katılıyor..
Şimdi, herkese bir soru..
Türkiye’de “Erzurum Üniversitesi” adıyla bir üniversite var mı?..
Erzurum Üniversitesi adının duyan, yerini bilen var mı?..
Erzurum Üniversitesi’nden ya da Erzurum Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun olmuş birini gören, tanıyan var mı?..
Tüm bu soruların yanıtı kocaman bir HAYIR!..
Çünkü, Türkiye’de Erzurum Üniversitesi diye bir üniversite yok..
O adda bir üniversite hiç olmadı..
Erzurum’daki tek Üniversite’nin adı “Atatürk Üniversitesi.”
Bu satırların yazarı olarak, mezun olduğum üniversitelerden biri de Atatürk Üniversitesi olduğu için, Erzurum Üniversitesi diye bir üniversite olmadığını iyi biliyorum..
Gerçi bütün üniversite mezunları, üniversiteye hazırlananların hepsi Erzurum Üniversitesi diye bir üniversite olmadığını bilir..
Demek ki, tek bilmeyen fethi onbir gün önceye çekip Mekke’nin fethini 31 Aralık’ta kutlayanlarmış..
Bu arada, afişti Erzurum Üniversitesi’nde profesör olduğu yazılan Prof. Dr. İsa Çelik, “Avesis” bilgilerine göre Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Temel İslami Bilimler Bölümü Tasavvuf Anabilim Dalında öğretim üyesi olarak görev yapıyor..
Tabii, bu durumda Prof. Dr. İsa Çelik’e de, adını unvanının altına yazdıramadığın üniversitede neden duruyorsun, diye sorma hakkı doğuyor..
Bir bilim insanı görev yaptığı üniversitenin adının unvanıyla birlikte yazılmamasını ve olmayan bir üniversitenin öğretim üyesi gösterilmeyi nasıl kabul edebilir, nasıl itiraz etmez!…
Bir de Atatürk Üniversitesi Rektörü ile Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı, üniversite bünyesindeki bir öğretim üyesinin “Atatürk Üniversitesi” yerine olmayan bir “Erzurum Üniversitesi” öğretim üyesi olarak lanse edilmesine nasıl sessiz kalabiliyorlar..
Adı geçen öğretim üyesi hakkında disiplin soruşturması başlatmıyorlar..
“Alimler Birliği” ne iş yapar?
Mekke’nin Fethi gecesindeki konuşmacılardan diğeri ise Filistin Alimler Birliği Başkanı” Dr. Nevvaf Tekruri diye bir akademisyen..
Akademisyen diye, başındaki unvandan dolayı söylüyorum..
Nevvaf Tekruri he ne kadar “Filistin Alimler Birliği Başkanı” olsa da sanırım vaktinin çoğu Filistin’den çok Türkiye’de geçiriyor..
Diyanet İşleri Başkanı tarafından kabul edilen, İHH ile ortak açıklamalar yapan, çeşitli kurumlar tarafından düzenlenen toplantılara katılan, üniversiteleri, rektörleri ziyaret eden, özellikle Güneydoğu illerindeki mitinglere katılıp Arapça konuşmalar yapan Tekruri’ni başkanı olan “Filistin Alimler Birliği ne işler yapar” diye merak ettim, biraz araştırdım..
Bir çok ülkede o ülkenin adını taşıyan “Alimler Birliği” kurulmuş..
Filistin Alimler Birliği bunlardan sadece bir tanesi..
Alimler Birliği adlı örgütlerin ne yaptıkları konusunda, İslami dergilerden Köklü Değişim Dergisi’nden Ahmet Sapa’nın “Âlim Birlikleri Ne İşe Yarar Ne Yaparlar” başlıklı yazısından bilgi sahibi olabiliyoruz:
“… 2 milyara yakın Müslümanın yaşadığı yer küre üzerinde Asya’dan Afrika’ya, Avrupa’dan, Avusturalya’ya uzanan coğrafyada sözüm ona Müslümanların problemlerini çözecek ve onların temsilciliğine soyunmuş binlerce âlimi bünyelerinde farklı isimlerle toplamış yüzlerce birlik ve platformlardan bahsediyorum. Bu birlikler ve platformların isimlerini sayacak olsak emin olun şu makaleye sığdıramayacağımız kadar uzun bir liste karşınıza çıkar. Şimdi bu birlik ve platformların bazılarını konumuza örnek teşkil etmesi amacıyla zikredeceğim.
Bunlar; Türkiye Âlimler Birliği, Endonezya Âlimler Birliği, Irak Âlimler Birliği, Ürdün Âlimler Birliği, Lübnan Âlimler Birliği, Şam Âlimler Birliği, Mağrib Âlimler Birliği, Sudan Âlimler Birliği, Yemen Âlimler Birliği, Hindistan Âlimler Birliği, Cezayir Müslüman Âlimler Birliği, Filistin Âlimler Birliği, Ehl-i Sünnet Âlimler Birliği, Afrika Kuşağı Âlimler Birliği, Avrupa Âlimler Birliği, Dünya Müslüman Âlimler Birliği, İslâm İşbirliği Teşkilatı şeklinde liste uzayıp gitmektedir. Şüphesiz bu saydıklarımızın dışında daha küçük platformlarda bir araya gelmiş yüzlerce yapı olduğunu da hatırlatmakta fayda var… Zikrettiğim bu birliklerin bünyesinde binlerce âlim mevcut iken bir de daha yerel birlikler ve bu birliklerin dışında olan âlimler göz önüne alındığında kemiyet olarak çok büyük bir sayıyı teşkil ettiğini görebiliriz. Yukarıda saydığım birliklerin birçoğunun isimlerini muhtemeldir ki duymamışsınızdır. Bu kadar birlik var mıymış şeklindeki şaşkınlığınızı hisseder gibiyim. Bunca birlik ve bunların bünyesinde bulunan binlerce âlim bunca küfür, tuğyan ve zulme karşı ne yapıyor ne yapmaları gerekiyor?
Öncelikle bu birliklere baktığımızda her birinin ulus devlet mantığı içeresinde sınırları belirlenmiş topraklar dahilinde hareket ettikleri görülecektir. Yine bu mantık çerçevesinde belirli meseleleri kendilerine esas yapmak suretiyle tepkilerini belirledikleri hususların dışına çıkaramamaktalar. Yine bu birliklerin bir kısmının da süreç içerisinde faz değiştirerek bulundukları ülkedeki siyasete angaje olmak suretiyle bambaşka bir hâle büründüklerini görebilmekteyiz. Yine İslâm İşbirliği Teşkilatı ve Dünya Müslüman Âlimler Birliği gibi platformlar her ne kadar yerel ve bölgesel olmaktan uzak organizasyonlar olsa da ele aldıkları konu ve bu konuların çözümü için işaret ettikleri odaklar onları, tüm Müslümanların sorunlarını, esaslı meselelerini ele almaktan uzak, kuruluş felsefelerine uygun darlık ve sığlıkta kalmalarına sebep olmuştur.
Nitekim bu darlık ve sığlığa, İslâm İşbirliği Teşkilatı ve Filistin Âlimler Birliği’nin, Mescid-i Aksa’ya yapılan saldırılara karşı kurulmuş olması, yine diğer beldelerdeki kuruluşların da benzer bir veya birkaç meseleyi bayraklaştırmak suretiyle kendilerine hedef yapmaları bu kastımızı özetlediği kanaatindeyim. Hâl böyle olunca her birlik, bulunduğu yerde bir ya da birkaç meseleyle oyalanırken ümmetin diğer meseleleri unutulup gitmektedir. Gerçekte kendilerine esas kıldıkları problemi dahi çözmekten aciz olmaları ümmetin gazının alınmasından başka bir şeye hizmet etmediklerini ortaya çıkarmaktadır.
Yine bu yapıların, zamanla bulundukları ülkedeki siyasete veya yönetime yamanmak suretiyle kuruluş amacından sapmaları da bu platformların bir başka handikabıdır. Örneğin Hollanda sömürgesi döneminde ortaya çıkan “modernist dini hareketlere” karşı geleneksel İslami değerleri öne çıkartmak amacıyla 1926 yılında kurulan Endonezya Âlimler Birliği 1945 yılında ülkenin bağımsızlığını ilan etmesiyle birlikte siyasi parti kurarak faaliyetlerine devam etti. İlk süreçteki reformist hareketlere karşı gelen yapı, zamanla ülkenin seküler yapısının garantisi hâline gelmesiyle birlikte devlet kademelerinde epey yer edinmek suretiyle de çalışma ve değişimleri ödüllendirilmiş oldu. 92 yıllık zaman zarfında nasıl bir savrulma yaşandığının görülmesi açısından örneği teşkil etmektedir. Elbette bu durum sadece Endonezya’daki bu birliğe has bir şey değil, bu şekilde olmasa da diğer ülkelerdeki birliklerin de bu doğrultuda yani bulundukları ülkedeki siyasi yapıya, iktidara angaje olmak suretiyle onların siyasetlerine uygun bir dil ve fiil içerisinde olduklarını görebilirsiniz. Bunların, mevcut iktidarların yönetimlerde kalması için halka psikolojik baskı yapmak suretiyle “bu iktidar giderse ümmet kaybeder, bunlar kalırsa ümmet kazanır, bunlar devam ederse Filistin, İslâm Coğrafyası kurtulur” şeklinde duygusal baskılarla ilimlerini, az bir dünya menfaatine satarak ortaya çıktıklarına şahit olmaktayız.
…
Şimdi, bu birlik, platform ve onların bünyelerindeki âlimlere şu soruları sormanın hakkımız olduğu düşünüyorum:
Gerek yerel, gerek bölgesel, gerekse de küresel düzeyde yüzlerce birlik ve bünyelerinde binlerce âlimi barındıran bu platformların görevi her birinin kendisine bir meseleyi esas almak kastıyla bulundukları yerde kendi küçük dünyalarında bu meselelerle oyalanmak bu birliklerin hedefi midir?
Bu platformlar ve bünyelerindeki şahsiyetler, gerçekte bir araya gelme gerekçeleri olan esaslara saldırı olduğunda dahi örneğin Mescid-i Aksa’ya yönelik saldırılarda bile esaslı bir çözümü sunmaktan aciz kalarak otel odalarında toplanarak kınamaktan, temenniden öteye gitmeyen ifadelerle görevlerini ifa mı etmiş olmaktalar?
Yine ümmetin değerlerini, ilimleri ile korumakla mükellef olan bu birlikler ve âlimler ümmetin değerlerine saldırı gerçekleştiren kâfirler ve onların organizasyonu olan BM’yi göreve çağırarak onlardan yardım istemek suretiyle acaba ümmetin hangi sorununu çözmüş olacaklar?
Bu birlikler, bulundukları ülkelerdeki yönetimlerin tamamı, küfür hükümleri ile toplumu siyaset ettikleri hâlde -ki bu da zulmün en büyüğü olmasına rağmen- ilimlerinin gereği olarak dilleri, bu yöneticilere karşı, yalın kılıç gibi keskin olması gerekirken onların zulmüne sesiz kalma ve hatta bu zulümlerini onaylayacak fetva ve açıklamalarda bulunmayı hangi şer’î hükümlerle açıklamaktalar?
Zalimin, zulmün yanında olmaktansa ateşlere girmeyi yeğlemesi gereken âlimler tüm ümmeti bir araya getirecek bütün sorunlarını siyasi ve askerî yollardan halledecek farzların tacı olan İslâm’ın yönetim şekli olan Hilâfet çağrısında neden bulunmazlar, yoksa tedris ettikleri ilimde bu mevcut değil mi?
Ümmetin evlatları her gün katledilip, ırzları kirletilip, değerleri ayaklar altına alınırken, kıllarını dahi kıpırdatmayan yöneticilerin, ihanetlerini görmezler mi, onları hakka davet etmezler mi, hakka tâbi olmayan bu zalimlere karşı, topluma öncülük edip o yöneticilerin hakka tâbi olasıya kadar onlarla mücadele etmeleri üzerlerine farz değil mi?
Beldelerimiz işgal edilirken, kutsal mekânlar ayaklar altına alınırken, kanlar, canlar, ırzlar, mallar heder edilirken hâlâ bu yöneticilere sesiz kalıp, kâfirlerin oluşturduğu birliklerden mi yoksa Allah’tan ve ona iman etmiş muhlislerden mi yardım bekleyecekler?
Âlim sıfatına sahip kişilerin ilimlerinin gereği olarak hakkı hâkim kılmak için tüm dünyevi menfaatleri, korkuları, beklentileri, endişeleri bir tarafa bırakarak sadece Allah’tan ittika edip, takva elbisesini giyip toplumun önüne geçerek hakkı hâkim kılma ya da bu yolda şehit olana kadar mücadele etmeleri, hem topluma karşı bir görev ve sorumluluk hem de Allah’a karşı mesuliyet değil midir?
Son söz; madem bu kadar çok birlik ve platform var ve bunların bünyelerinde binlerce âlim bir araya gelebiliyor o hâlde ilimlerinin gereği olarak mevcut düzenlerin batılılığını ortaya koyup onlardan beri olduklarını ifade edip toplumları da bu düzenlerden sakındırmaları gerekir. Böylece ilimlerinin gereği olan İslâm’ın yönetimini açık bir şekilde talep ederek toplumları bu doğrultuda teşvik etmeleri üzerlerindeki en büyük sorumluluktur. Bunu yapmaları yerel birtakım meseleleri ele alarak sadece iş olsun diye toplanıp dağılmaktan daha kolay olduğu gibi bütün meseleleri kökten çözecek yegâne çözüm olduğunu tekrar hatırlatmak istiyorum.”
İnternet taramasında hangi okulları bitirdiği, hangi anabilim dalında doktor olduğu, hangi üniversitede akademisyen olduğu ile ilgili bilgiler bulunmayan, ancak “İslam Fıkhına Göre İstişhad” ve “Mal ile Cihad”adlı iki kitabı Türkçeye çevrildiği bilgisi bulunan, Türkiye’de çeşitli üniversitelerde, parti ve kuruluş gecelerine katılan, ünvanı bazen Filistin Alimler Birliği Başkanı, bazen Genel Sekreteri, bazen de Diaspordafi Filistinli Alimlerin Başkanı olan Nevvaf Tekruri ile, sık sık “ordular Filistin’e” diyen, Birleşmiş Milletler gibi uluslararsı kuruluşlardan yardım isteyen Filistin Alimler Birliği’nin etkinlikleri ve söylemleri, Köklü Değişim Dergisi’ndeki “Âlim Birlikleri Ne İşe Yarar Ne Yaparlar” başlıklı yazıyla birlikte değerlendirildiğinde anlam kazanmaktadır…
YORUMLAR