Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Oktay Erol

Yaşamın tadından uzaklaşmak…  

Bölgemizin, tarihinin en büyük durgunluğunu yaşadığını benimsemeyenler bile, son zamanlarda acı soluklar almaya başladı.

Astım olmuş hastanın soluk almada, zorluğu yaşamasını andıran biliş, uyanış, kanıksayış gibi…

Her kim, hangi pencereden bakarsa baksın, Adana’ın neresinde hangi koşullarda yaşamış olursa yaşasın, pamuk ipliği kıvamında dayanaksız, cansız, edilgen bir piyasayla baş başa olduklarını görebiliyorlar artık ne yazık ki.(!)

Daha düne değin narenciye üreticisinin, pamuk üreticisinin, buğday üreticisinin, mısır üreticisinin sıkıntılarına dağlar kadar uzaktan bakanlar, anlamsızca sözler söyleyenler, siyasi iktidarların yalakalığı uğruna yanı başında olan gelişmelerden kendilerini soyutlayanlar, ağızları salyalanarak üreticiyi boğma amacıyla köşe başlarını tutmuş olanlar da olanları görebiliyor, etkilenebiliyorlar artık ne yazık ki…

‘Her koyun kendi bacağından asılır’ özsözünün(!) tersine, ‘dostlar alış-verişte görsün’ tümcesinin Adana’da bıraktığı iz, her gün biraz daha boy sürüp; bölgenin tarımda yitirdiklerini bir bir önümüze seriyor.

Bugün siyasi partilerin içerisinde yer alanların, kendilerini yerel seçim adayına odaklayanların bile düşüncelerinin ‘başka’ olduğunu düşünmüyorum…

Yaşamın tadından uzaklaşıldığını görmeyen-bilmeyen yok!

Sistem, yurttaşı ‘tam’ noktadan vuruyor çünkü…

 

YAĞMA SOFRASI

Tevfik Fikret ne günler yaşamış ki?

Yaşadığı dönemim yolsuzluklarını, soygunlarını, vurgunlarını, kızgınlıklarını öyle içten anlatmış ki…

Bugün o dizeleri okurken, öyle yüzyıl öncesine gitmeden, öyle kimilerinin ‘yalanlamasına’ gerek kalmadan, yaşadığımız süreci izlemek yetiyor…

Yurttaşın, emekçinin, çalışanın kamu kurumunca açıklanan ‘açlık sınırı’ altında kalan maaşa tutsak olduğu bir yerde, iktidarın ‘tüm şatafatlı yaşamı’ kendine sunması açık kanıt…

Talan edilen doğa, bozulan çevre, peşkeş edilen ulusal değerler, ‘anasını da satarım, başkasını da’ diyebilen bir maliye bakanı, bütçenin ‘tek elden’ yönetimi…

Buna başka ne anlam  verilebilir?

Tevfik Fikret’in yüz yıl önce yazdığı şiirindeki ‘satın efendiler satın/ bütün bu memleket sizin’ dizeleri bugün için de söylemek aslında acı, okumayalım:

Bu memleket, efendiler, satılmak üzere hazır;

Huzurunuzda titreyen şu milletin sapır sapır,

Şu ıstıraplı milletin –ki ölmede ağır ağır-

Bütün hayatıdır, satın çekinmeden şakır şakır.

Satın efendiler satın, bütün bu memleket sizin,

Haraç mezat satın hemen, gerekmiyor izin mizin

**

Evet, bütün sizin ne varsa ortalıkta, vay ki vay:

Hasep, nesep, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray,

Bütün sizin efendiler, bu gök, deniz, bu yıldız, ay,

Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay.

Bu milletin malı deniz, yemezseniz domuzsunuz

Kalın bir ense, şiş göbek, ne muhteşem olursunuz!

 

‘BİLMEYİ’ BİLİYOR MUYUZ?

Yaşanılan olaylar hem geliştirmeli, hem de olgunlaştırmalı ama…

Tutmuşuz uçlarından çekiştirerek ‘gelişmeyle’ ‘olgunlaşmayı’ birbirinden ayırmaya, birbirinden koparmaya, yok etmeye çalışanlara ‘güç’ olmaya, ‘güç’ vermeye ‘izleyici’ oluyoruz ya… Bir kaşık suda boğulmalarımızın çığlığıyla ‘haykırışlarımız’ değil mi bunlar…

‘Sus pus ol’, ‘otur yerinde’, ‘ kıpraşma’

Öğrencinin işi ne denli zormuş böyle…

Ne veli, ne de öğretmen gelişmiyor, olgunlaşmıyor…

Onca yaşanmışlık bile düşündürmüyor, titretmiyor…

Veli, biz ne yapıyoruz, veli ödevini neden yerine getirmiyor, diyor.

Öğretmen, yemini yakalayan karga gibi ‘veliye’ saldırısını sürdürüyor.

Veli, çocuğunu okul çağına getirecek, Milli Eğitim Bakanlığı’nın zorunlu eğitimini aldırmak için okullandıracak; bitmedi okula getirecek, okuldan alacak, olaylara karışmasını önleyecek; bitmedi çocuğunu okula ispiyonlayacak, etini verip kemiğini alacak…

Okulda her türlü bilgi verilecek, ilgisiz kasetler izletilecek, öğrencilerin almaları salık verilecek, öğrenci dövülebilecek, kırılabilecek, yontulup-düzeltirekten…

Bunun adına ‘eğitim-öğretim’ denecek!

Bunun adı ‘doğrusu bu’ olacak!

Eğitim- öğretimle, doğru buyla, sonuç bu!

Kanıyoruz, bereleniyoruz, paravanlanıyoruz… Ama sonuç bu!

Biz, ‘bilmeyi’ bilmiyoruz oysa.

Biz, ‘öğrenmeyi’ de bilmiyoruz.

Biz, ‘bilgilenmeyi’ de bilmiyoruz.

12218

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Reklamı Geç