Hiç bu denli gergin görmediğimi söylediğimde de tedirgindiniz oysa. Yok, değil, öyle mi benzeri sözcükleri sıralarken bile gözlerinizin, duruşunuzun, mimiklerinizin durumunu görmüş olsanız benden ayrı düşünmezdiniz. Yemin ederim, doğruyu söylüyorum. Sanki iki arada kalmış gibi, sanki biraz sonra birilerinden gözdağı duyacakmışsınız gibi, sanki umuşların dışında bir olaya tanık olacakmışsınız gibi… Sizinle birlikte ben de tedirgin olmaya başladım inanın.
Ne diyorum biliyor musunuz?
Şey…
Sizi önemsiyorum. Kafalarımız zaman zaman uyuşmamış olsa bile önemsiyorum. Bunu size daha önceleri de söyledim. Ama şu an içerisinde bulunduğunuz atmosferi oluşturan gelişmeleri yeniden gözden geçirmiş olsanız kanımca rahatlayacaksınız. Etrafınızı saran bağnazların, ilk günden bu yana size zarar verdiklerini anlatmıştım daha önce anımsarsanız. Onları, bir kez olsun dinlemeyerek, kendi özgür istencinizi kullanarak bulunduğunuz konumu, taşıyıcılarınızı, omuzlayıcılarınızı gözden geçiriniz…
İşte o zaman tedirgin duruşunuz ortadan kalkacaktır.
İşte o zaman bugüne değin olan onayım sürecektir.
İşte o zaman yalansızca gülünebilecek…
Biliyor musunuz?
O an gerginliğinize tanık olduğum için kendimi suçladım.
Sanki siz o tanıdığım değildiniz…
AMA KARAR VERİN
Yanı başımızda olmasa bile etkilenebildik işte.
Onun varlığını düşünürken sendeledik.
An oldu durduk.
An oldu vurduk.
Bir yanımızda olan güzelliği öldürebildik…
Televizyonun hangi kanalını açsak söz birliği etmişcesine karşımıza çıkan, her çıkışında bir önceki ile örtüşmeyen, korku dolu, acı dolu, bilgisizlik dolu yayınlar izleyiciyi aydınlatmak, rahatlatmak, sevindirmek şöyle dursun; çevrede görülen her şeyden uzaklaştırıyor.
Dar gelirli kümesinde, ahırında yetiştirdiği hayvanlardan başka geçim kaynağı olmayan insanlara, ‘bundan böyle bunları yetiştirmeyeceksiniz’ denerek bir hastalığın, bir katliamın önüne nerede, ne zaman, nasıl geçilmiştir merak ediyorum.
Hayvan besleme!
Mısır, buğday ekme!
Meyve yetiştirme!
Düşünme, bilgilenme!
Eeee ama karar verin; ne yapacak dar gelirli bu insan?
BİR ALINTI
Ülkü Tamer’den: Ahmed Arif Diyarbakır’dan Ankara’ya gitmiş. Annesi memlekette. Komşu kadınlar boyuna övünürmüş:
‘Benim oğlum İstanbul’a gitti, memur oldu.’
‘Benim oğlum İzmir’e gitti, bankacı oldu.’
Ahmed Arif’in annesi durur mu, o da başlamış övünmeye:
‘Benim oğlum da Ankara’ya gitti, komünist oldu.’
‘Ne bilsin anam!’ derdi Ahmed Arif.
‘Komünistliği de mühendislik, doktorluk gibi meslek sanırmış.’
DOĞRUSU
‘Bizim fındığımızı savunmayan milletvekili hiç de buralara gelip tantana etmesin’ diyor, Ordulu fındık üreticisi.
Narenciye, buğday, mısır üreticisi de, aynı düşüncede.
‘Ürünümüzü savunmayan milletvekili Adana’da söylev vermesin’ diyor.
Haksız mı?
ONUN ADI ÇİN MALI
Şunu benimseyelim artık:
Ülkemizin tarımı can çekişiyor!
Hangi yörenin hangi ürününden söz ederseniz edin.
Bölgemizde narenciye, buğday, mısır…
Karadeniz de fındık…
Ege de pamuk…
Üstelik Güneydoğumuzda et, süt, hayvancılık.
Tüm bunlara karşın Çin mallarının estirdiği ‘ucuzlukla’ avunuyoruz!
Başımızı avuçlarımıza alıp düşünmemiz gerek:
Nereye dek?
Karın doyuracak mı bu ‘avuntu’ ?
031218
YORUMLAR