Bilir misiniz; ben aslında ‘konuşamayan’ bir toplum olduğumuza inanırdım…
Yanılıyor muyum ne?
Eğer öyleyse ‘konuşamamanın’ bende bir takıntı olduğuna inanacağım!
Hani, özellikle çocuklar sorar da, apışıp kalırız ya, hani şöyle;
-Baba annem seninle kardeş mi? Değilse neden birlikte yatıyorsunuz?
-Ben nasıl oldum? Hani leylekler bana kardeş getirecekti?
-Allah’ın gözleri var mı, hiç gördünüz mü? Görmedinizse beni neden kandırıyorsunuz?
-Allah bize neden kızsın? Bizi O yaratmadı mı?
-Allah her şeyi yaparsa, neden herkesi doyurmuyor? Allah haksızlık yapar mı?
Sorular yanıtlanmadıkça, soruların daha da arttığına tanık olursunuz!
Çocuğa bunlar ‘nasıl’ anlatılır, ya da nasıl anlatılması gerekir bilinmediği gibi; söylenecek her söze karşılık yeni bir sorunun karşınıza çıkmayacağının güvencesini hiç kimse size veremez.
Çoğu zaman yutkunmayı yeğlersiniz!
* * *
Büyüklerden gelecek sorular vardır birde…
Bana sıkça sorulduğu olmuştur:
-Bu gidiş nereye gider?
-Aslında gidişin pek de iyiye gitmeyeceği… diye söze başladığımda, sorunun sahibi şöyle yanıt verir:
-Senin anlattıkların benim kafama sığmaz, geç onları…
‘Geç onları’ denmese bile, daha başta anlamayacağını bilmeme karşın, belki ‘bir sözcük’ kazanır diye anlatmayı denerim bende…
Sözüm ona bu konuları konuşamayız!
Bununla birlikte ekonomiyi, dini, politikayı, Marks’ı, Atatürk’ü, seksi de konuşamayız…
Toplumda ya Yalçın Küçük konuşur, ya da Cem İpekçi…
Ya Haydar Dümen konuşur, ya da Müjde Ar…
Onlar ‘aykırı’ konuşmalarına izleyici bulabilmelerine karşın; bu aykırılık bile rahatça konuşulmaz!
* * *
Biz böyle bir toplum olmamıza karşın, ‘cepte sınırsız kampanya’ furyasına neden, nasıl, niçin bu denli önem veriyoruz; anlamakta zorlanıyorum.
‘Sınırsız’ da neler konuşulur, neler yapılır-ne anlam taşır ‘aptallığıma’ sayın, bilmiyorum.
Her gün, her saat neler anlatılır?
‘Dibi göründü’ denen kriz, işsizliği onbeşlere ulaştırmış; kime ne?
Elde telefon, ortak hatta ‘muhabbet’, anlat anlattığınca, konuşmaya devam et!
Konuşuyordu, ocaktaki bulgur pilavını her karıştırışını, eklentilerini, çalan kapıyı, kimin geldiğini, gelenin kimle konuştuğunu sorduğunu, çeşmeyi açtığını, omzunun kaşındığını, pencereden dışarıyı izlediğini, yolda iki kişinin gittiğini, birinin üzerinde beyaz tişört olduğunu, yanındakine kızdığını, bir taksi geçtiğini, taksinin renginin siyah, bahçeye bir tavuk girdiğini, onun ardından bir kedinin girdiğini…
Sonra mı?
Bir çığlık!
‘Canım kapatmam gerek, pilav dibine tuttu sanırım… Eyvah, ben yandım, akşama da ne kaldı şurada…’
* * *
Biz ‘konuşmayı’ sever miyiz gerçekten?
Okuduklarımızı tartışan bir toplum muyuz?
Ne bileyim işte; krizin dibini gördüklerini söyleyenleri…
Kriz yok, diyenleri…
Teğeti örneğin…
Açılımı, kurumlar arası kaygı verici kuşkulanmaları…
Bunlara daha çok örnekler de eklememiz olası aslında…
2010 yılının ilk günü bir de susmalı mı?
2009 yılının olaylarını unutmalı mı?
Haydı tamam…
Bırakın bunları; kendimizi konuşabilir miyiz?
Yoksa ‘geyik’ bile yapamayarak, yaşamımızın dibini mi tutuşturuyoruz?
Hayır! Yaşamımızı tutuşturuyorlar, bunu anlamıyoruz!
YORUMLAR