Her öğretim yıl başlarken, öğrenmek-eğitilmek için okul kapılarına dayanan öğrenciler adına sevinmek istiyorum. Birkaç gün ya da, birkaç hafta önce yabancı oldukları konuların aslında o denli korkulacak-büyütülecek-karartılacak eylemler olmadığını bilmeleri adına sevinmek istiyorum. Anne-babadan başka birinin; öğretmenin de topluma yararlı birey yetiştirmek uğruna uğraş verdiğini kanıksamaları adına sevinmek istiyorum…
Tanrıaşkına, çok şey mi istiyorum?
Daha yeni dillenen, gülücükleriyle evin ‘neşe’ kaynağı olan, kendimizden çeşitli boyutlarda benzerlikleri taşıdığını görebildiğimiz çocuklarımızın, küçücük yaralarında kovalarca kanadığımız çocuklarımızın, iki damla gözyaşlarında boğulduğumuz çocuklarımızın, sevinçlerinde bayrak bayrak dalgalandığımız çocuklarımızın, her burkulmalarında yüreklerimizden acılandığımız çocuklarımızın; soğuk kış gününde, alaca karanlıkta, gözlerini ovuşturarak yataktan kalkışını, giyinişini, evden okula gidişini ‘canevimize’ bastırarak izlemeye karşılık ‘sevinmek istemem çok mu?’
Bu ülkede, bu sınırlar içerisinde yaşamanın kuralı bu, tamam.
Daha ağzı süt kokan çocuklarımızı, ellerimizle, ellerine vermeye zorunluyuz.
Eğitimli-eğitimsiz eğitmenin, öğretmenin ellerine vermeye…
Şimdi kime soralım bilmiyorum! Size soralım, yanınızdaki oturana da, biraz sonra yanınıza gelecek arkadaşınıza da, annenize de, babanıza da, okuldaki öğretmeninize de, müdürünüze de… Diyelim ki en bilineninden, ‘okullardaki eğitimden, biliyorsanız müfredattan, ilgileniyorsanız okul çağındaki öğrencilerden hoşnut musunuz?’
Şimdi herkesin aklından bir şeyler geçmektedir… Devlet okullarındaki curcuna, sınıf öğretmenin bile araştırma yapma gereği duymadan öğrencilerin karşısına çıkardığı müfredat, öğretmelerin bile anlayamayacağı ders uygulamaları, okul kitaplarında her dönem iktidarın yapısına göre yapılan değişiklikler, yaz-boz tahtasına dönen öğrencilerin öğrenme istekleri,…
Çocuğumu, ya da çocuklarımızı böyle bir çatı altında bulundurmak istemesek de, zorunluyuz işte!
Bir anımı anlatayım:
Bir veliler toplantısındaydım. Sınıf öğretmeni, öğrencilerin yaramazlıklarından söz ediyordu. Bizlere de, ‘çocuklarınıza sahip çıkın’ diyordu. Sokağa bırakmışlık sanki çocuklarımızı… Okula değil de, mahalle aralarına gönderiyorduk sanki çocuklarımızı. Gidin, yaramazlık yapın, kırın-dökün, diyorduk sanki… Sanki çocuklarımızın karalanmaları, yerden yere vurulmaları için oradaydık. Olayı önce geçiştirmek istedim. Ancak, öğretmenin konuşmasında sık sık ailenin üzerine gitmesine, öğrencilerin hiçbir şeyden korkmamalarına dek sözünü uzatmasına dayanamadım, söz aldım…
Ben çocuğumu diğer veliler gibi sabahın ilk saatlerinde okula gönderiyorum. Akşam eve geldiğimde, yalnız yemekte birlikte oluyoruz. Günlerinin nasıl geçtiğini, yaramaz bir şeyler olup-olmadığını da yemekte konuşuyoruz. Sözüm ona günlük bir saat bile olamıyoruz… Şimdi tutmuş bize çocukların yaramazlıklarından söz ediyorsunuz. Yüzünü görmediğimiz, günün yarısında sizinle olan çocuklarımızı eğitemiyor, öğretemiyorsanız bizleri taşlamayınız. Çünkü biz veliler, onların giyinmelerini, barınmalarını, gereksinmelerini, sağlıklı biçimde büyümelerini, sosyalleşmesini sağlarız. Sizler eğitirsiniz-öğretirsiniz… Yok, eğer bu görevler de velilerinse onu bilelim. Şunu sormak isterim; siz ne yaparsınız?
Yeni bir eğitim-öğretim dönemi ‘sevinmek istemem’ suç olmaktan öte; bir ‘haktır.’
Her veli benim gibi, ben de her veli gibi; çocuğumun çağdaş bir birey olarak topluma kazandırılmasını istiyorum. Karşılaştığı olaylar karşısında bocalayan, korkuların ardına pısmış, kişiliği kazandırılmamış bir birey olarak topluma karışmasını istemiyorum!
Tanrıaşkına çok şey mi istiyorum?
230117
YORUMLAR