Türkiye’de henüz adı konulmamış sözde bir ‘süreç’ başlatılmış bulunuyor.
Bu ‘süreç’ bir ‘barış süreci’ midir yoksa bir ‘Totalen krieg süreci’ midir?
Bu soruya AKP medyasının gözde ‘totalen cahil’, ‘totalen aptal’ ve ‘totalen aymaz’ figürleri ‘analar ağlamasın’ nakaratıyla başlayıp, bu köprüden önceki son çıkıştır nakaratıyla yanıt veriyorlar.
Hep yineliyorum ama anlatmanın çok zor olduğunu bile bile bugün de altını çizmek istediğim şu ki, bu sorun ‘liberal’ yani özü itibariyle ‘sağcı’ bir bakış açısıyla çözülemez.
Tersine, Pepe Escobar’ın deyimiyle bir ‘omini-guerre-utopie’ sürecinin ateşlenmesine yol açar.
Şimdi burada askerî savaş tekniklerine girecek değilim.
Ancak, kaba hatlarıyla ‘Totalen krieg’ teriminin ‘Topyekûn Savaş’la aynı anlama gelmediğini belirterek geçeyim.
Çünkü, Türkçe’siyle ve daha doğrusu Kürtçe’siyle ‘Ya herro ya merro’ demek her koşulda bir ‘Topyekûn savaş’ demek değildir.
Örneğin Prusyalı General Clausewitz’in kuramlaştırdığı ‘Mutlak sonuçlu savaş’ların (Absoluter Krieg) tarihsel olarak dönemi kapanmıştır.
Yani Milattan önceki Atina ve Sparta arasındaki savaşlara değin giderek savaş strateji ve taktiklerine başvurmak ancak bir ‘çokbilmişlik’ satmak olacaktır.
Ne var ki, Escobar’ın ‘omni-guerre-utopie’ terimiyle anlatmak istediği, sürecin ‘Barış’ amacıyla ‘Savaş’ın sürekliliğini sağlamak demek olduğudur.
‘Omni’, yani her yerde ve her zaman, ‘ütopik’ yani somutta karşılığı olmayan bir ‘Savaş’.
Türkiye’de ben diyeyim 40 siz deyin 140 yıldan buyana süren ‘Kürt sorunu’, AKP’nin başı ve danışmanlarının çözebileceği bir sorun değildir.
Her şeyden önce, taraflar arasında ABD’nin ‘neo-con’ları, İngiltere’nin, Fransa’nın ‘sağcı’ politikacıları, Arap dünyasının Orta-Çağ artıkları ve İsrail’in faşist ütopistleri vardır.
Öte yandan Rusya Federasyonu’nun ‘birlikteliği’ ile İran’ın ‘üniterliği’ de konuyla doğrudan ilintilidir.
Demek ki, onları da ‘taraf’lar arasında görmek gerekmektedir.
‘Sorun’ demek ki, ‘ulusal’ olmanın ötesinde ‘uluslararası’ bir boyut kazanmıştır.
Hal böyle olunca, önce ‘ulusallık sorunu’nu sonra da ‘emperyalizm olgusu’nu bilmek gerekmektedir.
Ne var ki, bu son iki konuya ancak ‘sol’dan bakılarak bir çözüm üretilebilir.
Burada Cumhuriyet döneminin, adı sanı ne olursa olsun, bu 140 yıllık sorunu bıçak gibi kesip attığı söylenebilir mi?
Söylemeye bile gerek yok ki, çözmüştür.
Hem de eşit ve egemen yurttaşlık temeli üzerinden çözmüştür.
‘Sorun’un hortlatılması ise ‘sağcı milliyetçi-cephe’ hükûmetleri döneminde olmuştur.
Son yetmiş yılın tamamına yakın bir bölümünde bu ‘sağcı, tarikatçı, anti-laik ve emperyalizle işbirlikçi siyasetçiler hükûmet olmuş ve Davutoğlu ve Kalın gibi ‘islamiyet uzmanı’, Hakan Fidan gibi ‘istihbarat uzmanı’, Hulusi Akar ve Yaşar Güler gibi ‘yeniçeri uzmanları’nı yetiştirerek, ‘ekonomi uzmanı’ olan reyizleri ile birlikte ‘sağcı diktatorya’larını kurmuşlardır.
Sadece Kürtler için değil ama Türkler dahil tüm halk katmanları için ‘sorun’ olan bu ‘zihniyet’in, söylenildiği gibi ‘demokratik’, ‘laik’, ‘anti-emperyalist’ ve ‘halkçı-eşitlikçi’ bir ‘çözüm’ getirmesini beklemek, sözcüğün tam anlamıyla abesle iştigaldir.
Ya da, denildiği gibi, ‘eşyanın tabiatına aykırıdır’.
Pepe Ecobar’ın deyimiyle, herkesin kendince benimsediği bir ütopya uğruna her yerde ve her zaman sürecek olan bu ‘sürdürülebilir’ savaş yani omni-guerre-utopie içinde bir ‘çözüm’, ancak ve sadece ‘her yerde ve her zaman’ ögesinin atılarak, öncelikle ‘şimdi ve ulusal boyut’a ve ütopya ögesinin atılarak ‘güncel maddi sorunlar’a indirgenmesiyle mümkün olabileceğini söyleyelim.
Bu da, soruna yalın ve temiz bir ‘solcu bakış’ getirmek demektir.
Kaldı ki, ‘solculuk’ bundan başka bir şey değildir.
Gerisi, kuru ve kaba ‘boş iftira’lardır.
‘Yalan’ da denilebilir, ki ‘sağcılığın’ en büyük dayanağı da budur.