*Hepimiz NAZLICANIZ; CANLIYIZ…BU BOZUK DÜZENE İNTİKAMLIYIZ…
Yaşamımız yalnızca aşktan mı ibaret ?…
En çok konuşulan konu; AŞK…
En çok hakkında kitap yazılan konu; AŞK…
Hiç mi kaygısı yoktur insan soyunun aşktan başka ?…
Tekerleği bulan erkek, yaşamını kolaylaştırmak için teknolojik araştırmaları geliştirdikçe; kadının tinsel ve tensel sömürüsü de gelişti.
Kol /emek gücü yerine, teknoloji kullanımı arttıkça; boşa çıkan kadın işgücü, onun kişiliğinin de boşa çıkmasına ve teknoloji sayesinde daha az yorulan (emek harcayan) erkeğin de kadının yalnızca dişiliğini algılamasına neden olan ortamı hazırladı.
Bilinen bir gerçektir doğanın, coğrafyanın, iklimin insan karakterlerini etkilediği, belirlediği, biçimlendirdiği…Ve bu gerçeğe göre günün, ayın, yıldızların, gezegenlerin de karakterleri etkilediği ileri sürülmektedir.
Kuşkusuz görgül yöntemlere dayalı olarak ileri sürülen bu bulguların test edilebilirliği, sınanabilirliği de yüzde yüz laboratuarlarda değil, olasılık hesaplarıyla olabilirliği ya da olmazlığı değerlendirilebilir (kuşkusuz kanıtlanması söz konusu olamaz)…
Ve insanlar; kadın-erkek ayrımına tutulmuş canlılar, kendilerini doğanın efendisi sanma sayrılığına kapılmış ölümlüler, “doğanın parçası” ondan etkilenen kişiliklerinin ayırdına varmaksızın “efendilik” taslayanlar ki doğaya da, birbirine de ya da biri diğerlerine…Dünya genelinde gözlendiği, izlendiği ve görüldüğü gibi erkeğinin de kadına “efendilik” taslaması… Gerçekteyse; buyruklar veren efendi, maskesiyle, kendini kadına yaslaması…
Kadın-erkek ilişkisi;
Mitolojide, masallarda ya da kutsal kitaplarda kadın; kadınlık öncesi “kız”lıkda prenses, peri, melek gibi biri…Sonrasında büyücü, cadı, kıskanç, fesat kocakarı…
Gerçek yaşamın izdüşümü değil midir masallar ?…Elbetteki o peri gibi, prenses gibi, melek gibi genç kızlar bakir yaşamlarının sonlanmasının, bekaretlerinin bozulmasının ardından prenseslikten, kraliçeliğe yükseleceklerini umarken, köleliğe düşmektedirler. Damgalı ya da prangalı olmasalar da görünüşte; onların damgaları, prangaları ancak ölümle sonuçlandığında yaşamları azad edilen türde…
Kadın; doğanın üretken türü, insanı doğuran, doyurup, donatan…Ve sonra ürettiklerinden bir diğerince sırtından vurulan, sömürtülen, yok sayılan… Üstelik bu olumsuz süreç ilkçağlardan günümüze yol alırken uygarlık; tersine bir değişim göstermiş, geliştiğini sandıkça insanlık, aşağılanma, itilme, kölelik kadının boynuna takılmış bir gerdanlık olmuş…
Ters orantılı bir değişim; yükselen ilerleme, çağdaşlaşma…Ama kadın sen dur yerinde; sakın kendini aşma !…Olanaklar yalnızca erkeğe tanınmış, tahsisi edilmiş, kullanımına sunulmuş ve giderek kadın bile insanlığından soyutlanıp; kadın/köle/cariye/tarlada ırgat ve dahası metres olup kat, kat sömürülmüş…
Oysa Doğu, Batı, Kuzey, Güney; hiç başkalık göstermemiş bu konuda dersen; pek doğru bir gözlem ve pek doğru bir söylem olmaz. Çünkü Kuzey’de yaşayan insanlar arasında kadın-erkek eş, eşit…Belki bu durum soğuk havanın etkileri, ettikleri… Çağdaşlık savındaki toplumun ektikleri, etkileyememiş kadınla, erkeğin arasındaki ilişkinin bozulmasını, giderek yozlaşmasını, kadının birinci sınıflığının tozumaya uğramasını, tozlaşmasını…
Hani ilk tümcemizde belirtmiştik ya coğrafyanın insan karakterini biçimlendirdiğine ilişkin bir sav; kadınlar soğuk coğrafyalarda olmamışlar erkeklerin vahşiliğine, sömürüsüne, ilkel benliğine yönelik bir av…Çünkü doğa koşulları zor; kadın ve erkek dayanışmak durumunda, güçlükler karşısında… Ve anlaşmak zorunda… Ve paylaşmak zorunda işleri… Bu paylaşma, bu dayanışma; doğal olarak sağlamlaştırmakta aralarındaki ilişkiyi…Örneğin Orta Asya’da eski Türkler’de kadın olmak; Han’ın yanında Hanım/Hatun olmak…Oysa Orta Asya steplerinin biraz Güney’inde, Çin’de kadın olmak; ancak Mao’nun “uzun yürüyüşü”nden sonra insan olmakla eşdeğer sayılmış, Kızıl Devrim’in ardından kadın haklarını kazanmış…
Ve Türkler; Doğu’dan, Batı’ya yürüdükçe, yitirmişler pek çok özelliklerini, değerlerini…Suyun girdiği kaba göre biçimlenmesi gibi; yaşadığı coğrafyaya/coğrafyada yaşayanlara benzemeye, benzeşmeye, dönüşmeye başlamış. Oradakiler gibi giderek kadınını, aralarındaki ortaklıktan dışlamaya, ezmeye, üzmeye, sömürmeye, aşağılamaya başlamış ve bu olumsuz süreç; sürmekte…
Batılılaşma, uygarlaşma ya da İslamlaşma (gerçekteyse Araplaşma) gibi dış etkenlerin etkisiyle, Batı’dan ve Güney’den Türkün yaşamına giren düşünce, değer, yargı düzenlerinin baskısıyla…
Coğrafyanın etkisine dönersek; Ekvator enlemine düşen güneşin ışınlarıyla yanan erkekler, kadının canını daha çok yakıyor. İklim soğudukça; erkek ve kadın yaşamda birlikte savaşıyor…
Afrika’nın güneşinde, Arap’ın çöllerinde; kadın cariye, erkek sultan…Kadının yaşamı, benliği, özgürlüğü; toz duman…
Sıcak iklimin uyuşturduğu erkek; tembel ve kadının fiziksel güçsüzlüğüne, dayanıksızlığına bakıp, üstelik de yaşamda her alanda, her anlamda yoksun ve yoksul bırakılmışlığını da fırsat bilip, üstünlüğünü sağlıyor, egemenliğini kuruyor.
Ve küremiz; erkek egemen toplumda, erkeklerin uğraşları sonucunda giderek ısınıyor, sıcaklık yükseliyor, Ekvator’dan Kutuplar’a…Artan sıcaklıkta birlikte; kadınlar yitiriyor kazanımların her geçen günle birlikte bir parça daha…
YORUMLAR