“Bu nasıl bir zulüm, bu nasıl gerçeklik?”

“Bu nasıl bir zulüm, bu nasıl gerçeklik?”

ABONE OL
20 Temmuz 2021 15:08
“Bu nasıl bir zulüm, bu nasıl gerçeklik?”
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Günümüzde kadın şair adı duymak pek sık rastlanan bir olay değildir. Özellikle “gelişmekte olan” ülkelerin yapısında bu olguyla karşı karşıya gelmek hiç de zor değildir! Bir kadın çalışırsa, pazara giderse, karşısındakine gülümserse, sokakta dolaşırsa, bir de üstelik şiir yazarsa…

Adını ben koymak istemiyorum. Mehveş Demirer, “Can Kozalağı” adlı ilk yapıtını yayımlamış. Evrensel’den İsmail Afacan, Demirer ile söyleşmiş. Akılları zorlayacak söyleşi şöyle:

Şair Mehveş Demirer, ilk şiir kitabı “Can Kozalağı”nda bireysel ve toplumsal ağrıların peşine düşüyor. Candan bir kozalak yapıyor, içine insanı yerleştiriyor ve zamanı sorguluyor… Ağrılı ve acılı yüzyıla direnmek için…

Mehveş Demirer’le “Can Kozalağı”nı konuştuk. Kozalağa yüklediği anlamın insan hayatının kendisi olduğunu dile getiren Demirer “Yanık kokusu geliyor bu yüzyılın toplumsal ve siyasal hayatından. O yanıkları elime tel süngerler alıp çitileye çitileye kazımak istiyorum” diyor.

“Can Kozalağı”yla başlayalım. Nasıl bir kozalaktır?

Kozalak, doğal bir nesne olarak çocukluğumdan beri çok sevdiğim, elime alıp çevirdiğim zaman bana çok güzel hissettiren bir şeydi. Şehir/ülke fark etmeksizin parklardan, bahçelerden, ormanlardan kozalak; sahillerden de deniz kabuğu toplayıp biriktirmek gibi bir adetim vardı. Üstelik bunlara hep birer anlam yüklerdim. Kozalağa yüklediğim anlamsa insan hayatının ta kendisi. Ufacık, yeşil ve kapalı bir meyve gibiyken gittikçe büyüyüp, açılıp, tırnaklanıp, renk değiştiriyoruz. Sonunda da kuruyup toprağa düşüveriyoruz. Tüm bu süreçte de iyi kötü, acı tatlı her şeyi o tırnakların boşlukları içine dolduruyoruz. Aynı kozalak gibi… Ben bu kitabı dosya halinde hazırlamaya anneannemin vefatından sonra başladım. Bitirdiğimde ise canının yongasını kaybetmiş biri olarak, dosyaya en çok “Can Kozalağı” isminin yakışacağını düşündüm.

‘ZAMANLA BAŞIM BELADA’

Kitap üç bölümden oluşuyor: “Zamansız ağrı”, “Şimdiki zaman ağrısı” ve “Geçmiş zaman ağrısı”. Kitap zaman sorunsalı üzerine kurulu… Zaman ve ağrı kavramları sizde nasıl birleşimi temsil ediyor?

Zaman sorunsalı şahsımın da en büyük sorunu. Bu, hayata karışıp belirli bir mücadele içine girdikten sonra ortaya çıkmış bir sorun da değil üstelik. Durup düşündüğümde, çocukluğuma kadar gidip bazı şeyleri hatırlamak için zihnimi zorladığımda da fark ediyorum bunu. Zaman, benim için hep çok büyük bir sorundu. Mücadelenin kendisiydi. Mutluluğun da hüznün de acının da coşkunun da kendisiydi. Zamanla başım belada anlayacağın…

Ağrı meselesine gelince, inan bunun kitabın bütünlüğüyle olan alakasını sen sorana kadar hiç düşünmemiştim. Fakat meğerse ne kadar aşikarmış… Ben kronik fibromiyalji hastasıyım. Bir tür kas rahatsızlığı. Kasların tabiri caizse düğümlenmesine, kasılmasına bağlı olarak ortaya çıkan şiddetli ağrılar ve buna bağlı bir dizi sıkıntı… Ağrıyla barışmam, daha doğrusu ağrıyı anlamam ve yönetebilmem iki yılımı aldı. Ona iyi gelenleri, kötü gelenleri bulmam; bedenimi ve zihnimi iyileştirmeyi öğrenmem ciddi bir emek gerektirdi.

Aynı süreç, kitabın dosya halinde toparlanmasındaki süreçle örtüşüyor. Ancak ne zaman özel hayatımda ya da toplumsal anlamda bizleri etkileyen konularda bir “mesele” olsa, benim sadece sırtım değil içim de ağrır. 2016 yılı hem benim hayatımın hem de ülkemiz gündeminin en zorlu zamanlarından biriydi. Ankara Garı Katliamı’nı rüyamda görüp üç gün sonra haberlerde izlemek; onlarca kadının öldürülmesinin ve istismara uğrayan çocukların acısını günaşırı duymak, hissetmek; siyasi terörü mahallemizin içinde bile yaşıyor olmak bende uzun süren dalgınlıklara, ağrılara sebep oluyordu. Ne o günlerin ne de bu günlerin ağrısını hiç unutmadım, unutmayacağım. Bu kitapta anlattıklarımı unutmayacağım gibi.

 Şiirin adı: “21. Yüzyıl Ağıtı”… Yaşadığımız yüzyıldan bahsediyorsunuz bu şiirde…Bir şair olarak 21. yüzyılın size etkisinden bahseder misiniz?

İçinde bulunduğumuz yüzyıl benim için zehirli ve ağrılı bir yüzyıl. Beni biraz olsun tanıyabilmiş herkes der ki “Sen bu zamanın insanı değilsin”. Gerçekten de öyle. Ben anneanne ile büyümüş, çocukluğunu hamur kokusuyla, zeytin ağaçlarının gölgesinde geçirmiş; yazın yalın ayak mahallede dolaşan, kışınsa ninesinin şişleriyle örgü örmeye çalışan bir çocuktum. Ergenlik yıllarıma geldiğimde sosyal çevreye uyum sağlamak, onların zevklerini ve renklerini anlamakta çok zorlandım. 10 yaşında tiyatro ve müzikle tanıştım, 14-15 yaşında Türkiye siyasi tarihini anlatan kitaplar okumaya başlamıştım. Haliyle lise dönemlerimde ben yaşıtlarıma, yaşıtlarım bana tuhaf geliyorduk. Üniversitede rahat ettim. Uyum sağlayabildiğim çok iyi dostlar edindim. Şükür ki kendimi onların yanında “zamanın içinde” hissedebiliyorum. Aksi halde, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi “ne içindeyim zamanın/ne de büsbütün dışında/yekpare geniş bir anın/parçalanmaz akışında”.

Bu yüzyılın insanı olmamak benim havsalamın pek çok konuyu, kavramı kabul etmesini zorlaştırıyor. Özelde ve genelde bazı “meseleleri” anlamakta, güncelin getirilerini kavramakta, insan ilişkilerindeki zamanın dinamiklerini çözmekte inan zorlanıyorum. Şiirde de bahsettiğim utanç ve vicdan kavramları benim için -umuyorum ki pek çok kişi için- çok mühim. Ben hafızasıyla meşhur bir insanım yakın çevremde. Bir şeylerin unutulabilecek olması benim canımı çok sıkıyor. Geriliyorum, sinirleniyorum, üzülüyorum. Sırtım ağrıyor. Yanık kokusu geliyor bu yüzyılın toplumsal ve siyasal hayatından. O yanıkları elime tel süngerler alıp çitileye çitileye kazımak istiyorum.

Güncel konularda konuk oluyor şiirinize… Mesela Emine Bulut ve katledilen kadınlara ithaf ettiğiniz “Bu Hangi Gerçek?” şiirinizdeki gibi… Şiir başlığındaki soruyu size yöneltmek istiyorum: “Bu hangi gerçek?”

O günü hiç unutmuyorum. Asla da unutmayacağım. Haberi aldıktan sonra midemdeki bulantı ve kaburgalarımın altındaki ağrı geceye kadar geçmemişti. Su içerken bile Emine’nin kızını düşünmüş, acaba bugün bir şeyler yiyip içebilmiş midir demiştim. Boğazımda düğüm olmuştu yudumlar. Bu öyle bir gerçek ki demir ustalarının bıçakları döverken ve bilerken çıkan ses ve kıvılcım kadar sert ve keskin; cam ustalarının her üfleyişinde camın kıvrılması gibi içimizde şekil alan. O gün öğle vaktiydi, yolda yürürken gözümün önünde restoranın kamerasından alınan ve basına servis edilen görüntüler vardı. Kendi kendime içimden “Bu nasıl bir zulüm, bu nasıl gerçeklik?” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Bu, bizi bir gecede geçen torba yasalar ya da bir günde alınan kararlarla ölmek için yaşamaya mahkum edenlerin gerçeği.

‘HEM DOĞUMU HEM ÖLÜMÜ GÖRDÜM OTOGARLARDA’

Söyleşiyi “Otogar Şiirleri” serisiyle bitirelim… Mekansal ve şiirsel olarak otogarlar sizin için ne anlam ifade ediyor?

Otogar meselesi de en az ağrı meselesi kadar eski, köklü ve önemli bir mesele benim için. Küçük bir kız çocuğuyken otogarlar benim için bir nevi Alice’in içinden girdiği ağaç kavuğu gibiydi. Çünkü annemler beni İzmir Otogarından otobüse bindirirlerdi, anneannem Altınoluk’ta karşılardı. Böylece harikalar diyarıma adım atmış olurdum. Sonra bir gün İzmir’den taşınacağımızı öğrendim. 13 yaşımdaydım Kocaeli, İzmit’e döndüğümüzde. O günden itibaren benim için otogarlar kalp ağrılarımı başlatan, kendimi anlamsız bir anksiyetenin içinde bulduğum yerler olmaya başladı. Tek başıma seyahat etmek bana küçük yaşta öğretilen bir şeydi, elimde çanta oradan oraya biner giderdim. O çantalar beni dibe çeken çapalar olmaya başladı. Yıllar sonra bir başka otogar maceram oldu. Kendimi bir gece yarısı elimde tek biletle Alibeyköy Otogarında buluverdim. Nasıl gittiğimi hatırlamadığım, nasıl döndüğümü ise hiç unutmadığım o yolculuğun ağrısı hâlâ bir yerimde durur. Arada “Dik dur çocuğum” diyen büyüklerin sırtımızı pat patlaması gibi dürter beni. Zaten kitabın son bölümü bütün olarak o ağrıya ithaftır. Hem mekansal hem şiirsel olarak bende kendi iç döngülerini yaratan, çağrışımı doğum ve ölüm kadar etkili olan yerlerdir otogarlar. Zaten hem doğumu hem ölümü gördüm ben o otogarlarda.

En az 10 karakter gerekli


HIZLI YORUM YAP