Tamer UYSAL
9 Kasım 1989’da Berlin duvarının yıkılması soğuk savaş döneminin bitişini simgeleyen ilk olaydı. 21 Kasım 1991’de Sovyetler Birliği’nin hukuken dağılmasıyla başlayan Anthony Giddens, Roland Robertson, Immanuel Wallerstein gibi teorisyenlerin dünya sistemi ve kapitalist küreselleşme yaklaşımlarıyla ifade edilen süreç ilk kez “Yeni Dünya Düzeni” deyimi ile aynı yılki Körfez Savaşı sırasında Bush’un ağzından duyurulmuştu. Küreselleşmenin üçüncü boyutunda tek kutuplu dünyanın uluslar arası ilişkilere bakışı güçlü savaş ve silah teknolojisiyle destekli sömürü biçimi ve işgal planı içeriyordu. Filistin’e örülen “utanç duvarı”ysa hem daha uzun hem daha yüksekti…
Burjuvazinin çıkarlarına uygun olarak şekillenen ulus devletler ekonomik ve teknolojik gelişmelerle beraber emperyalizmin geldiği noktada yeni güç odaklarınca uluslar üstü çıkarlara göre yeniden yapılandırılmaya başlandı. Çünkü aydınlanma çağı ile beraber feodal-ümmet toplumunun liberal-millet toplumuna dönüştürülmesiyle oluşan ulusal devletin korumacı üniter yapısı emperyalizm için giderek bir engel haline dönüştüğünden parçalanması gereken bir hedef konumuna gelmişti. Dünya Bankası, IMF, NAFTA, AB hatta BM gibi bütünleştirici örgütleri devreye sokan burjuvazi liberal kapitalizmi kurumlaştırmak ve çok toplumlu devletler kurmak gibi stratejiler geliştirmeyi amaçladı. Bunun sonunda gelinen neoliberal devlet anlayışı yerellik (subsidiarite) ilkesi üzerine kurulan yönetişimci iktidar yapısını esas aldı. Yerelleşmiş yönetimle üniter yapının merkeziyetçilik ilkesi çerçevesinde kalıp yerel yönetimlere idari yetki devri yerine siyasal gücün aşağıdan yukarıya iktidar paylaşımı temelinde yeniden düzenlenmesi (federalizm) hedeflenmiştir. Bu aşamada ulus-devlet alttan yukarıya doğru aşınmakta ve etnik ayrışmalar derinleşip farklılaşma yaratmaktadır. Küresel aktörlerin rol oynadığı “özerklik”, “demokratiklik” ve “özelleştirme” gibi söylemlerle ileri sürülen sahte reform yasalarının altından çıkacak sonuç ise ulusal’dan koparılıp küresel sermayeye bağlanarak bir kar alanına dönüşen kamusal alanlarda bireylerin gereksinmeleri yerine küresel sermaye için kar alanına dönüşen yerel alanlardı.
Küreselleşme literatürünün David Held, Andrew Hurrell, Ngaire Woods gibi bilinen yazarları liberallerin küreselleşmenin esas olarak teknoloji ve özel birimlerin kararlarıyla geliştiği iddiasında olduklarını belirtirler. Herkese eşit oy hakkı verilmesi, refah devletinin kurulması ve ulusçu meşruiyetin baskın hale gelmesi, tarihsel olarak aşağı yukarı aynı zamanda ulus-devlet anlayışıyla ortaya çıkmıştı. Ancak sınıflı toplum yapısı bu haklarla kalkmamış sadece sınıf atlamayla ilgili sorun ve egemenlik biçim değiştirmişti. 90’lı yıllara gelindiğinde modern üretim biçimiyle demokratik muhalefetin yerini 1979’da Thatcher, 1981’de Reagan ve Türkiye’de de 1983’te Özal gibi isimlerle simgeleşen neo-liberal ekonomik politikalar ve parçalanmış muhalefet almıştı. Dünyada ve Türkiye’de bu gelişmelerin politik sonuçlarının başında yükselen milliyetçilik dalgası geliyordu. Yükselen milliyetçiliğe paralel bir süreç olarak gösterilen ulus-devletlerin çöküş sürecinde ön plana çıkan ise emperyalist amaçlı çok uluslu şirketler oldu. Sosyalist Blok sonrası ortaya çıkmış devletlerle birlikte ulus- devletleri küçülterek işlevlerini azaltıp ekonomik politikalarını denetlemek ve yönlendirmek için 80’lerin sonunda yani küreselleşmenin üçüncü aşamasında yeni finans kaynakları arayan hegemon güçler İMF ve Dünya Bankası gibi uluslar arası kurumlarla dünya ekonomisinin daha önceden ayrışmış durumda bulunan parçalarını da bir araya getirerek küresel çapta çalışan bir ekonomi oluşturmak istemektedir. Yabancı sermayenin eline geçen ulusal kaynaklar ise bu planın bir parçasıdır.
Birleşmiş Milletler ile Dünya Bankası’na göre yerelleşme (desantralizasyon) yetkilerin topluma devrini ifade eden bir süreçtir, fakat özelleştirme olarak bilinen bu kavram özel sektöre devri içermektedir. BM’nin 1992’de Rio de Janeiro’da yapılan Çevre ve Kalkınma Konferansı sonrasında oluşturulup Dünya Bankası tarafından da desteklenen Yerel Gündem 21 Projesi kapsamında kurulan kent konseylerine ısrarla özel sektörün paydaş olarak çağırılması örneği bu tanıma uyan bir uygulamadır. Böylece neo-liberalizmin küresel örgütlerince geliştirilen yerelleşme süreci devlet içi bir hareket olarak kamu kudretinin devletten sermayeye yetki aktarılması olarak anlaşılması gerektiğini göstermektedir. Türkiye’de dış borçların nerdeyse tamamına yakını yerel hizmet kuruluşları tarafından kullanılmaktadır. Türkiye’de de AB dayatmalarıyla hazırlanan neo-liberal reform yasaları kapsamında bu amaçlar doğrultusunda yerel yönetimlere yetki dağıtarak devlet bütçesi ve personel politikası gibi alanlarda merkezi devlet yapısının değiştirilmesi amaçlanmaktadır. Devlet reformu başlığı altında tanımlanabilecek yapısal değişiklik kamu personel reformu, kamu bütçe reformu, yerel yönetimler reformu ve kamu yönetimi reformunu içermektedir. Kamu personel reformuyla günümüzde yerel yönetimlerdeki gibi sözleşmeli personel sistemine geçilerek memurluk statüsünün tümüyle tasfiye edilmesi istenirken, eğitim ve sağlık gibi devlete ait temel hizmet alanlarının özel sektöre pay edilmesi düşünülmektedir.
Burjuvazinin bugünkü ideolojisi olan neo-liberalizmin kullandığı yönetişim (governance) kavramıyla yerleştirilmek istenen düşünce merkeziyetçi yönetim anlayışı yerine grup olarak fikir geliştirme eylemini geçirmek ve daha çok burjuvazinin finanse ettiği ve egemen olduğu siyasal partiler de dahil sivil toplum kuruluşlarına yer vermektir. Sosyalizm, demokrasiyi bir sınıfın kendi içerisindeki bireylerin yaşama düzeni olarak görür ve burjuvazinin iktidarında burjuva sınıfı kendi içerisinde demokrat iken ezilen sınıfa karşı despotizmi savunur. Marksistlere göre bugünkü koşullarda asıl güç ilişkisi ve kavga “sermaye ile sermaye” arasında cereyan etmekte ve egemen sınıfların sömürülen sınıflar üzerinde egemenliğini sürdürmeye yarayan bir baskı aracı olarak devlet içerisinde etkinlikleri göz önüne alındığında bu tür örgütlenmelerin rollerinin temelde varolan kapitalist sistemden etkilenerek sadece bağımlı ilişkiler geliştirebildikleri şeklindedir. Ortak menfaatler etrafında birleşen grupların politika sürecinde oynadıkları role dikkatleri ilk defa 20.Yy’ın başlarında ABD’li siyaset bilimci Arthur Bentley çekmişti. Arthur Bentley’e göre çıkar gruplarının yönlendirdiği grup hareketleri siyasetin temel kaynağıydı. Daha sonra Bentley’i izleyen başka yazarlar konunun üzerine eğilmişler ve yaptıkları gözlemlerden bir genellemeye giderek bütün siyasal olayların çeşitli gruplarca iktidar merkezleri etrafında yürütülen faaliyetler ile açıklanabileceği görüşünü ileri sürmüşlerdi. “Grup teorisi” olarak bilinen bu görüş politikayı sadece grup faaliyetlerine indirgemesi ve onun diğer yönlerini ve unsurlarını ihmal etmesi bakımından eleştiriye açıktır. Baskı grupları, siyasal partiler gibi bir siyasal güç olarak kabul edilmekte fakat siyasal partilerin tersine iktidarı ele geçirmek amacını gütmeyen bir örgüt olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir tanıma göre baskı grupları ortak menfaatler etrafında birleşen ve bunları gerçekleştirmek için siyasal otoriteler üzerinde etki yapmaya çalışan örgütlenmiş gruplar olarak da tanımlanabilir. Türkçeye Latince “civitas” (kent) kökünden “civis” ve yurttaşa ait anlamına gelen “civitis” sıfatından türetilmiş “yurttaş toplumu” demek olan sivil toplum terimi bireyleri asıl siyaset alanı olan siyasal iktidar mücadelesinden dışlamakta ve alıkoymaktadır. DKÖ yerine 90 sonrası STK kavramının tercih edilmesi ise söylemin kitleleri dışlayan burjuva ideolojisinin etkisiyle biçimlendirildiğinin açık bir göstergesidir. Devletle ilgili ayrılmaz unsurlar olan egemenlik ve iktidar kavramı ancak halkın demokratik-politik örgütlenmesi olarak siyasal partide temsil edilmektedir.
Siyasal düşünce toplumsal yaşamın bir yansımasıdır. Birey kişiliğini toplumsallaşma denilen olgunun ışığında toplumsal ilişkilerle bulur ve bireysel mutluluk toplumun mutluluğu içinde değer kazandıkça gerçek mutluluk düzeyini yansıtır. Bu aşamada siyasal iktidarın kaynağı ve kullanılış biçimiyle ilgili yanıtlanması gereken sorular yine egemenliğin aidiyetiyle ilgili insana ilişkin devlet-birey bağlamında vurgulanması gereken temel ideolojik sorunlardır. Yerleşik toplumlarla birlikte siyasi toplum (devlet) ortaya çıkınca sosyal ilişkilerle birlikte servet ve mülkiyet anlayışı gelişip devreye merkezi bir baskı aracı olan siyasal iktidar girmişti. Egemenliğin üç temel unsurundan söz edilebilir. Bunlar, emretme gücü, para gücü ve zor kullanmadır. Emretme gücü hukuk kuralları koymak şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Toplumsal yaşamı düzenleyen hukuk kuralları devletin egemenlik yetkisinden kaynaklanmaktadır. Para kudreti ise para basmanın yanısıra vergiler ve diğer mali yükümlülükler koymak, bütçe yaparak kamusal harcamaları bu bütçe doğrultusunda harcamak yetkisini içerir. Zor kullanma ise, Devletin iç ve dış güvenliğini sağlamak, korumak için silahlı kuvvet bulundurma, gerektiğinde bu gücü kullanma yetkisini ifade eder. Kişisel mülkiyetle paranın üstün bir değer haline geldiği yerde sosyal adalet ve mutlulukla ilgili anlayış sarsılmıştır.
İlk çağlardan itibaren tanrı merkezli olan egemenlik giderek daha çok sayıda bireyi temsil eden insan topluluklarına (sınıf) aktarılmıştı. Eski Türklerde “kut” sözcüğüyle adlandırılan siyasal iktidarın yetkilerini tanrıdan aldığı varsayılmış ve iktidar kaynağını yeryüzüne indiren kavram töre olmuştur. Eski Yunanlılar ise siteyi yani devleti tanrının Helenlere bir lütfu olarak görerek barbarlardan onları ayıran bir özellik saydı. Romalılarla kurumlaşan dinsel iktidar hristiyanlık düşüncesi yoluyla tanrının yeryüzünde hükmetme hakkını kiliseye tanımıştı. Romanın yıkılmasıyla din devletine (teokratik yapı) yol açıldı ve egemen sınıfları temsil eden hükümdarla kilise mülkiyet hakkıyla beraber siyasal iktidarı da paylaştı. Hıristiyanlık ahit (antlaşma) düşüncesiyle kutsal bir sözleşme inancını yaydı. Aziz Thomas gibi halkın doğrudan doğruya yöneticilerin seçimine katılması yerine seçkinci ve sınırlı bir iktidarı savunanlar kralın tanrıdan gelen gücü halk adına kullandığını söyleyerek sözleşme anlayışını ortaya attılar. Kur’an’a (Nsa suresi) göre de devletin esası ülülemre (devlet reisine) itaate dayanıyordu. İslami toplumsal düzene uyan Osmanlı Devleti’nde merkezi otoriteye yukardan örgütlenmiş bir bürokrasi egemen kılınmıştı. İngiliz hümanist yazar Thomas More bilinmeyen bir ülkeye ilişkin Yunanca “topos” (yer) sözcüğüne olumsuzluk öneki eklenmesiyle türetilen Ütopyası’nda yoksul ve küçük çiftçilerin kentlere göçettiği 15 ve 16. Yy’da sosyal değerlerin değişip yıkılmasına işaret ederek eşitlikçi bir toplum yapısı önerir ve mülkiyet hakkı toplumun temeli oldukça en kalabalık ve yararlı sınıfın yoksulluk, açlık, umutsuzluk içinde yaşayacağını ısrarla belirtir.
Siyasal düşünce tarihinin başından beri özünü oluşturan egemenlik kavramına siyaset terminolojisi içinde sistematik olarak ilk kez yer veren Jean Bodin olmuştur. İlk olarak Fransa Kralı 5.Charles tarafından “yüksek otorite-superior judge” olarak kullanılan egemenlik kavramı Jean Bodin döneminde, Latincede “majestas” kavramına karşılık gelmekteydi. Bodin, 1576’da yayınlanan “Cumhuriyet Üzerine Altı Kitap” (Six Livres de la Republique) adlı yapıtında iktidar ve onun ayrılmaz parçası olarak kabul edilmiş egemenliği, ülke üzerinde yaşayan bütün insanlar, bütün vatandaşlar ve tebaa (uyruklar) üzerinde, kanunla kısıtlanmayan latince “superanus”tan gelen Fransızca’daki karşılığı “souveraineté” sözcüğüyle en yüksek iktidar olarak tanımlamıştı. Niccolo Machiavelli’nin amaca giden her yol (araç) mübahtır şeklinde geliştirdiği politik düşünceyle iktidar kavramı güce dayandırıldı. Milli egemenlik kavramıyla demokrasi dolaylı yoldan sınırlanmış oluyordu. Thomas Hobbes 1651 yılında yazdığı kitapta mutlak güç ve yetkilere sahip egemen bir devleti Tevrat ve İncil’de kötülük temsilcisi olarak adı geçen bir su canavarıyla (Leviathan) tasvir etmişti. Devin (devletin) bir elinde kılıç, diğer elinde ise başpiskoposluk sembolü bulunmaktadır. Hobbes’e göre iktidar biçimi bireylerin güvenlik içinde yaşamasını sağlayan mutlak monarşi idi. Hukukun kaynağı ise devletin iradesiydi. Bireyler sözleşmeyle hak ve özgürlüklerini tek taraflı olarak üçüncü bir varlığa yani egemen güce bırakmış oluyordu. Siyasal toplum ve egemenliğin kaynağının insanların yaptıkları bir sözleşme olduğunu savunan bir diğer düşünür de Haklar Yasası’nın imzalanmasında rol oynayan John Locke’tu. 1690’da yazdığı Hükümet Üzerine İki İnceleme (Two Treatise on Government) ile insanların başka insanlar üzerinde üstünlük kurma hakkının doğal olduğu savunuluyor ve otorite kurma hakkı üstün ve yetenekli insanlara tanınıyordu. Parlamentoda Whig’ler arasında yeralan Locke bu görüşüyle liberal bireyciliğin de babası sayılacaktır. Kendisi de bir soylu olan Charles-Louis Montesquieu’in siyaset bilimine ve kamu hukukuna kazandırdığı en önemli ilke ise kuvvetler ayrılığı (seperation of powers)’dır. Montesquieu 1748 yılında yayınlanan “Yasaların Ruhu Üzerine” (on the spirit of laws) adlı yapıtta batılı demokratik sistemin temellerini ortaya atmıştır. Montesquieu’ye göre insanlar tarafından seçilen hükümet (temsili cumhuriyet) en iyi hükümet biçimiydi ve güç gücü sınırlayarak insanların özgürlüğü de sağlanmış olacaktı. Fakat demokrasi ilkeleri konusundaki inançlarına karşın insanların eşit olmadığına inanan bu düşünür köleliği onaylamıştır. O’na göre egemenliğin sahibi küçük bir azınlık olan soylulardır.
Sosyal ve siyasal güçler arasında denge kurmaya çalışan Montesquieu’e karşılık aklın egemenliğini savunan Jean-Jacques Rousseau toplumsal yaşamı doğal yaşam kadar özgür kılacak bir sistem aramıştır. Varlıklı ve yoksul ayrımının ortaya çıkmasına karşılık servet eşitliğinin mutlak olamayacağını düşünen Rousseau iktidarın kullanılması yönünden halk egemenliğini savunuyordu. Çünkü Rousseau’ya göre üretim tekniği geliştikçe mutlu yaşam son bulmuştur. Egemenlik anlayışının gelişiminde temel taşlardan biri olan halk egemenliği kavramı sınırsız (doğrudan) demokrasi anlayışının da temel kaynağı olup birey iradelerinin ayrı ayrı hukuki değer taşımalarını ifade etmekteydi. 1789’da toplanan Etats Generaux’ta halkı temsil ettiğini öne süren vekillerden birisi olan Emmanuel Joseph Sieyès ise anayasa hukukuna millet (ulus) kavramını soktu. Tıpkı Montesquieu gibi temsilcilerin seçmenler karşısında bağımsız olmalarını savunan Sieyès, aktif-pasif vatandaş ayrımı yaparak burjuvazi karşısında gelir düzeyi düşük bireyleri ikinci sınıf yurttaş durumuna indirgeyerek burjuva egemenlik düzenini hukukileştirmiştir. Montesquieu gibi soylu bir aileden gelen Alexis de Tocqueville de küçük bölgelere idari özerklik tanınarak siyasal özgürlük (katılımcı demokrasi) sağlanabileceğini ileri sürmüş ve kitle örgütleri yoluyla demokratik kültürün geliştirilebileceğini savunmuştur. Bir başka düşünür John Stuart Mill ise hedonizmin (faydacılık) 19.Yy’daki kuramcılarından birisi olarak çoğunluğun azınlığa hükmetmesine karşı azınlığı koruma ve mutluluğunu sağlama (utilitarizm) görevini devlete vermiştir.
Ulusal egemenlik teorisinin temsile dayanması, Fransız ihtilali döneminin koşullarıyla açıklanmaktadır. 1921 tarihli TC “Teşkilatı Esasiye” Kanunu Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenlik anlayışını kesin olarak ortadan kaldırmış ve millet egemenliği prensibini getirmiştir. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu şeklindeki hüküm 1921 sonrası tüm anayasalarımızda yer almaktadır. 1921 Anayasası ve cumhuriyetin ilk anayasası olan 1924 Anayasası, egemenliğin kullanılmasında tek yetkili organ olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kabul etmiştir. 19.Yy’ın siyaset alanının bütün düşünürleri gibi günümüzde de siyasal mücadele devlet ve egemenlik çerçevesinde otorite, eşitlik ve özgürlük gibi konular üzerinde verilmektedir. Demokratik bir hukuk devletine geçişi simgeleyen bu süreç demokratik ilkelere dayalı devlet sistemlerinin gelişmesine yaramıştır. Böylece hukuk kurallarıyla ulusal ve uluslararası alanda sınırlandırılmış, bu bakımdan keyfi uygulamaların olmadığı, meşruiyetini halktan ve evrensel hukuk normlarından alan, temel insan hakları ve hürriyetlerini koruyan ve geliştiren, çoğunluğun yanında azınlığın haklarını da eşit şartlarda kullanabildiği bir anlayış ifade edilmektedir. Günümüzde hukuk devletiyle ilgili en geçerli tanımı Rudolf Von Gneist yapmıştır. Hukuk devletini güvence altına almak için anayasayla kamu hak ve özgürlüklerinin düzenlenmiş olmasını yeter saymayıp uygulamada değer kazanmasını etkin bir denetim sistemine (yönetsel yargı) bağlayarak tanımlamıştır.
Endüstri devrimiyle üretim sosyal bir nitelik kazanmış, sermaye ve emek merkezileşmişti. Girişim özgürlüğü ve bireycilik gibi ilkeleri savunan burjuva kapitalist sistem sosyal eşitsizlikleri yeniden geliştirdi. Bodin egemenlikle önce yasa yapıldığını sonra da yasalarla ulusal sınırlar içinde her şeyin yapıldığını söylemektedir. Örneğin sağlık, eğitim gibi alanlarda kilisenin hâkimiyeti kalktıkça modern yapılanma devlete dönüşmüştü. Ulusal sınırlar içinde tüm hayatı içeren bu işlevlerle devleti tanımlama imkânı bulundu. Oysa artık bu işlevlerin önemli bir kısmının devletin olmayabileceği, örneğin onun küçültülebileceği ileri sürülüyor. Fakat o zaman da gerçek bir yapılanma olarak devlet ve bu işlevlerle beraber düşünülebilen devlet kavramı anlamını yitirmiş oluyordu. Böyle bir süreç, ulus devlet yerine dayatılan sivil toplum kavramının neyi karşılayabileceği sorusuyla ulusal sınırlar içindeki bir uygulamayla ulus ötesindeki bir yasa odağı arasında kurulacak ilişkiyi akla getiriyordu. YDD olarak anılan ve kavramların içleri boşaltılarak yeniden doldurulduğu bu süreçte egemenlik kavramına ilişkin ulus devlete de yeni bir meşruiyet ilişkisiyle siyasî-hukukî bir yenilik getiriyor Ulus egemenliği esas alınarak örgütlenen ulus-devlet bu nedenle küreselleşmeyle birlikte tartışılan kavramların en başında geliyor…
Sermaye için STK’lar bulunmaz bir nimet haline gelmiştir. STK’lar toplu pazarlık yapmaz, grev yapmaz, daha fazla ücret, sosyal hak talep etmez, aksine devletin sosyal işlevlerini yüklenir. Böylece, sosyal harcamaların finansmanı için vergi ödemesine gerek kalmadığı gibi bütçeden kendisine daha fazla teşvik alabilir. Siyasal İslam’ın savunucuları için de STK’lar bulunmaz bir nimet olmuştur. Çünkü islam’ın “hayır kurumları” ile STK’lar rahatlıkla özdeşleştirilebilir. Bu anlamda da cemaat düzeni üzerinden işleyen tarikatlar, bir anda “çağdaşlaşıp” STK olarak AB’ye uyumlu kurumlar haline gelebilir. AB fonlarından ziyadesi ile faydalanıp güçlenerek siyasal hedefleri doğrultusunda önemli bir adım daha atmış olurlar. Özetle, AB’ye uyum sürecinde Türkiye’nin kapitalist sisteme entegrasyonunu sağlamak amacıyla desteklediği STK’lar, Türkiye’de sermaye kesimi ile siyasal İslam’ın çıkarlarını ortaklaştırmaktadır (Yrd. Doç.Özgür Müftüoğlu)…
Siyasal partiler burjuva ideolojisi kapitalist sistemde farklı grupları temsil etmekle beraber iktidar mücadelesinin örgütlenmesinde de sosyal sınıflar için politik birer araç ve konaktır. 1960’lar dünya kapitalizminin içe kapalı Türkiye’ye “ticarî emperyalizm” modelini dayattığı bir dönemdi. Dışa kapalı bir ekonomide iç pazarın sömürülmesi için, önce iç pazarın geliştirilmesi gerekiyordu. İkinci dünya savaşından sonra kapitalist dünyada uygulanan sosyal politikalara uygun biçimde bu tarihlerde Türkiye’de de küçük çaplı sosyal politika programlarıyla yeşeren emekçi kesimleri göstermelik örgütler içinde yönlendirme aşaması yaşandı. Sosyal devlet de aslında emekçi yönetimlere karşılık kapitalizmin kriz döneminde ortaya sürdüğü bir formül oldu. 1980’lere gelindiğinde dünya kapitalizminin yürüyüş çizgisine uygun olarak, Türkiye’de de ticarî sömürü ve kapitalistleşme sürecinde oluşan borçların ödenmesi ve finansal kapitalizmin beslenebilmesi için tekelci burjuvazinin iç piyasa ve emekçileri baskılaması gerekiyordu. Kapitalist sistem 1980 ve globalizm sürecine 68’de bunalıma yol açan pazar alanlarının daralması ve kar oranlarının düşmesi gibi faktörleri yeniden aşarak ulus devletlerin egemenlik alanlarını sermaye ve malların serbest dolaşımına elverecek, emek ve ham madde kaynaklarına en ucuz şekilde sahip olmasını sağlayacak şekilde yeniden düzenleyerek ulaşmıştı. Liberalleşme (serbest piyasa ekonomisi) ile devlet finansman ve üretim alanlarına müdahale etmeyecek, ulusal pazar küresel ekonominin sömürüsüne tam anlamıyla açılacak ve böylece tekelci burjuvazi de krizden çıkarılacaktı. ABD’nin başı çektiği emperyalizmin hegemonyası altında bulunan çarpık kapitalizmin ürettiği bunalımların derinleşmesi sömürücü sınıflar arasındaki çıkar çatışmasını keskinleştirmişti. Derinleşen ekonomik krizin bedelini halk kitlelerine yüklemekte uzlaşan egemen sınıf büyük bir iç mücadeleye girdi ve alabildiğince küçük gruplara bölündü. Türkiye oligarşisi yani işbirlikçi-tekelci burjuvazinin ilk girişimi ise kendi içinde daha birleşik olduğunu varsaydığı merkez sağın iki partisiyle (ANAP-DYP çatısı altında) birleşecek egemen kesimler arasında bir uzlaşma aramak olmuştu. 18 Mart 1999 seçimlerinden sonra kurulan ve IMF’ye bağlanmış halk karşıtı politikalar yüzünden itibarını kaybetmiş ANAP-DSP-MHP koalisyon hükümetinin alaşağı edilmesiyle devletlerin yeniden yapılanma sürecinde görev bu defalık AKP hükümetine devredilmiştir. 3 Kasım 2002 seçimlerinde yüzde 35 oy alan AKP meclisteki sandalyelerin yüzde 66’sını kazanarak uzun yıllardır hiçbir partiye nasip olmamış bir çoğunluğa ulaştı. ABD’nin çıkarları için 1960-70’li yıllarda ortaya atılan, 1980’lerin sonunda geliştirilen programın uygulanması için bünyesinde korunan unsurlarla AKP en uygun yapıydı. “PNAC” (Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi) adlı neo-con küre planı kapsamında pazarın kontrolü için yerelleşmenin hızlandırılması hedeflendi. Bu da yerel pazarların kapitalist sisteme daha da açılması demekti. Ilımlı İslam politikasıyla tarikatlara destek veriliyordu. Sovyetler birliği’nin çöküşünü hazırlayan askeri stratejistler tarafından yürütülen projeyle emperyalizmin yeni sağ (liberal-muhafazakâr) felsefesi Tayyip Erdoğan’ın politik danışmanı Yalçın Akdoğan’ın “muhafazakâr demokrasi” programıyla da Büyük Ortadoğu Projesi’nin stratejik bir ürünü olarak Türkiye’de devreye sokuluverdi…
Sosyal ve ekonomik çıkarları doğrultusunda çatışıp kendi içinde bölünen sömürücü sınıfların siyasal yansımaları özellikle tekelleşememiş sanayi burjuvazisi içindeki parçalanma ve içsel ittifak girişimleri biçimindedir. Günümüzdeki tüm düzen sınırları içindeki siyasal ilişkilerin temelini bu parçalanma ve girişimler oluşturmaktadır. 1950’lerden itibaren uygulanan yeni-sömürgecilik yöntemlerinin ortaya çıkardığı kapitalist gelişme sürekli emperyalizme bağımlı bir dizi yeni yatırım alanları ortaya çıkarmıştı. Özellikle ABD emperyalizmi, ilk dönemde, bir yandan işbirlikçi-tekelci burjuvaziyi geliştirip güçlendirirken, diğer yandan da sömürücü sınıf ve tabakalarla olan ittifakını sürdürdü. Bu işbirlikçilik 1965’teki seçimlere de yansıyınca Demirel yönetimindeki AP’nin tek başına iktidar olmasını sağlamıştı. Türkiye’deki geri üretim ilişkilerinin, feodallerin ve büyük toprak sahiplerinin politik temsilcisi olan DP’nin uzantısı olan AP bu sınıfla birlikte tekelci burjuvazinin siyasal temsilcisi konumuna geçmişti. Zaman zaman AP içinde görülen kaynaşmalar, tekelci burjuvazinin kendi iç çelişmeleri veya sanayicilerin tarım kesimi ile sanayicilerin ticaret kesimi arasındaki çelişmelerinden kaynaklanmaktaydı. İşte bu seçim sonucunun temelinde, emperyalizmin tüm sömürücü sınıf ve tabakalarla kurduğu ittifak yatmaktaydı. Küçük ve orta sermaye yatırımlarıyla ortaya çıkan yan sanayiler 1960 sonlarında palazlanmaya başlayan yeni bir kesime yol açtı. Bu kesim, giderek kendini diğer küçük ve orta sermaye kesimlerinden ayırarak başlı başına tekelleşememiş sanayi burjuvazisi olarak 1980’lere taşınmıştı. 1980 yılına gelindiğinde MSP tüccarlar ve dinci orta burjuvazinin temsilcisi olarak ortaya çıkacaktı.
Türkiye’de burjuvazi (kapitalistleşme) ilki 1950’li yıllarda DP ve Menderes hükümetiyle diğerindeyse 1980’lerin ortasından itibaren ANAP ve Özal’la gerçekleşen iki dönemsel sıçrama yaptı. 12 Eylül koşullarında siyasal yasaklarla oligarşinin oluşturduğu “uzlaşma”nın ürünü olan ANAP, giderek kendi bünyesinde tekelleşememiş burjuvazinin güçlendiği bir parti oldu. Aynı yıllar monetarist Milton Friedman ve Friedrich August von Hayek gibi serbest piyasa düzeninin felsefi savunucularını baş tacı eden ve tüm liberal ülkelerde rastlanan “New Right” akımının (İngiltere ve ABD’deki liderleri Margaret Thatcher ile Ronald Reagan) Türkiye Şubesi eski MSP’li Turgut Özal da 80’lerin tamamen depolitize edilmiş, okumayan, merak etmeyen gençliğinin, talancı sermaye sahiplerinin bir numaralı idolü haline geldi. Amerikancı cuntanın desteklediği ve onun kurduğu ANAP’la oligarşinin çıkarlarının temsilciliği sürdürülmekle birlikte, tekelleşememiş burjuvazinin önemli bir kesiminin etkinliği arttırılmış ve bu kesimlerin çıkarlarının savunulduğu ve sözcüsü haline gelen bir siyasal parti oluşturulmuştu. 12 Eylül’ün ürünü olan holdinglerin temsilcilerinin ağır bastığı parti görünümü kazandıktan sonra ANAP içinde siyasal olarak kendini ifade eden tekelleşememiş sanayi burjuvazisi de emperyalizmle olan ilişkilerinin boyutlarına göre kendi içinde değişen ölçülerde bölünmüş durumdaydı. 1980 sonrasında uygulanan ekonomi-politikalar ve ülkenin emperyalist metaların açık pazarı haline getirilmesi, kaçınılmaz olarak, oligarşi dışında yeni çıkar gruplarının ve sömürücü kesimlerin ortaya çıkmasına neden olacak, 1990 yılından itibaren, emperyalist metaların yoğun olarak ülke içi pazarına girmesi ve ülke içinde yatırıma yönelmesiyle değişik emperyalist ülkelerin etkileri daha da belirginleşecekti…
Oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar da kendi içlerinde önemli çatışma içinde bulunan onlarca fraksiyona bölünmüştü. CHP bünyesinde ortaya çıkan ve kendisini CHP-DSP ayrışması olarak ifade eden bölünmenin temelinde, kendisine “liberal burjuvazi” de diyebileceğimiz orta sermaye kesimleri ile 12 Eylül sonrasında farklılaşan küçük-burjuvazi içindeki ayrım yatmaktadır. CHP de “Liberal burjuvazi” diye tanımlanabilecek orta sermaye ve küçük burjuvazinin bir siyasal temsilcisidir. TC’nin temellerinin atıldığı Sivas Kongresi, aynı zamanda CHP’nin de ilk kongresi olarak kabul edilir. CHP’nin kuruluşu burada filizlenir. CHP için “Devlet kuran parti” tanımlaması bu nedenle yapılmaktadır. Partinin 10 Mayıs 1931’deki 3. kurultayında ilk kez tüzükten ayrı olarak bir de program yapılarak “Cumhuriyetçilik”, “Halkçılık”, “Milliyetçilik”, “Laiklik” ilkelerinin yanı sıra “Devletçilik” ve “Devrimcilik” ilkeleri tüzük ve programına girmişti. Böylece partinin simgesi haline gelen “Altı Ok”la 6 ilke belirlendi. Parti tüzüğüne konulan maddelerle parti ile devletin kaynaştırılması yoluna gidildi. 18 Haziran 1936’dan 29 Mayıs 1939’daki kurultaya kadar geçerli olmak üzere parti genel başkan vekili İsmet İnönü’nün yayınladığı genelgeyle hükümetle partinin birleştirilmesi kararı uygulamaya sokulmuştu. İçişleri Bakanı’nın parti yönetim kurulu üyeliğine alındığı ve genel sekreterlik görevinin verildiği, illerde parti il başkanlıklarına il valisinin getirildiği belirtilmiştir. 8 Haziran 1943’teki 6. Kurultay ise CHP’nin tek parti döneminde yaptığı son kurultaydı. 2 Ocak 1946’da DP’nin kuruluşu Celal Bayar tarafından yapılan basın toplantısıyla açıklanmıştı. 10 Mayıs 1946’daki 2. olağanüstü kurultayda ise parti genel başkanı ve cumhurbaşkanı İsmet İnönü yaptığı kurultay konuşmasında yeni seçim kanununun yasalaşmasından sonra seçimlere gidileceğini belirtip “serbest seçim hedefimizdir” demişti. 21 Temmuz 1946’da sonuçları çok tartışılan ve CHP’nin zaferle çıktığı çok partili dönemin ilk genel seçimi yapılmıştı. 17 Kasım 1947’daki 7. kurultayda “Genel Başkanlık Divanı” kaldırılarak yerine kurultayca seçilen 40 üyeli “Parti Divanı” getirilerek 12 kişilik Genel Yönetim Kurulu’nun Parti Divanı arasından seçilmesi uygulamasına gidilmiştir. Cumhurbaşkanlığı ile CHP Genel Başkanlığı’nın aynı kişide birleştirilmesi uygulamasına yeni bir biçim verildiği gibi Genel Başkanın, Cumhurbaşkanı kaldığı sürece, başkan olarak bütün yetkileri kurultay tarafından seçilen genel başkan vekiline devretmesi hükmü de tüzüğe konulmuştu. Böylece Genel Başkan Vekilliği parti içinde çok önemli bir konuma getirilmiştir. 14 Mayıs 1950 seçimleri CHP’nin 27 yıllık iktidarının da sonu olmuştu. DP oyların yüzde 53,3’ünü alarak 408 milletvekiliyle tek başına iktidarı ele geçirmişti. CHP’nin 8. Kurultayı 29 Haziran 1950’de 14 Mayıs sonuçlarının etkisi altında gerçekleştirildi ve parti tüzüğünde önemli değişiklikler yapıldı. Genel başkan vekilliği kaldırıldı. İnönü’nün önerisiyle, genel sekreterin kurultayca seçilmesi, Parti Divanı üyesi sayısının 40’dan 30’a indirilmesi benimsendi. Kurultay’da İnönü, 488 oydan 487’sini alarak yeniden genel başkan seçildi. 1966’da CHP Genel Sekreterliği’ne seçilen Bülent Ecevit 1972’de İsmet İnönü’den CHP Genel Başkanlığı’nı devraldı ve CHP içinde ortanın solu görüşünün öncülüğünü sürdürmeye başladı. CHP-MSP koalisyonunun da başbakanı oldu. Ecevit’in “Dindar insanlarımızın, şeriatçi partilerin kucağına koşmamasını sağlayacak sol bir partiye ihtiyaç her zaman vardır” şeklindeki söylemiyle aynı doğrultuda sahiplenilen görüş CHP’yi giderek merkez partiye dönüştürüp Baykal’ın “Anadolu Solu” kavramıyla yeniden egemen olacaktır. 1985 yılında kurulan DSP 18 Nisan 1999 seçimlerinden yüzde 22 oyla birinci parti olarak çıktı. DSP’ye mensup bir milletvekilinin (Erdal Kesebir) partisinin varlıklıların partisi olduğuna dair tartışma ise ihracına kadar vardı. Aynı tarihlerde Sosyalist Enternasyonal’in Paris’teki 21.kongresinde İngiltere İşçi Partisi lideri Tony Blair’in enternasyonal sözcüğünün başındaki sosyalist kelimesini “orta sol” olarak değiştirme teklifi cazip gelmese de revizyonizm tarihinde ilginç bir gelişme olarak kalacaktır…
CHP temelleri 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde atılan hızla kapitalistleşmeden yana, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerine karşı olmayan heterojen yapısıyla tekelci burjuvazi kesimlerinden, büyük toprak sahiplerine kadar çeşitli sınıfların temsilciliğini yapmıştır. İşçilerin ideolojik bilinçlenmesinden kaygı duyan unsurlardan oluşan CHP’nin Genel Sekreteri Recep Peker’in İş Kanunu’yla ilgili olarak 1936 yılında “yeni kanun sınıfçılık şuurunun doğmasına veya yaşamasına imkan verici hava bulutlarını ortadan silip süpürecektir” açıklamasından anlaşılacağı üzere daha başta temel felsefesi hızla geliştirmeyi amaçladığı kapitalist üretim ilişkileri içinde emekçi yığınların yükselen tepkilerinin, “ekonomik” ve sosyal tedbirlerle pasifize edilmesi şeklindedir. 1965 seçimlerine ilk kez “Ortanın Solu” sloganıyla girip demokrasi tarihinin o güne kadarki en düşük oyunu alan CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün bu açıdan “Türkiye’ de sınıflar yoktur. Türkiye’ de köylüler ve kentliler vardır” demesi yeterince dikkat çekicidir. Klasik sosyal demokrat sol parti geçinen statükocu devlet partisi konumundaki CHP emekçilerin taleplerini bazı sosyal tedbirlerle geçiştirirken hızla emperyalist-kapitalist sisteme de entegre etmiştir. CHP’nin “halkçı” programı siyasal olarak orta ve küçük burjuvaziye dayanma özelliğinden kaynaklanmakta olup gerçekte sistem onarıcılığına soyunma şeklinde biçimlenmiştir ve Türkiye’de sisteme karşı gelişen devrimcilerin başını çektiği muhalif hareketler sürekli olarak CHP’yle temsil edilen sosyal reformist grupların tepkisiyle karşılanmıştır. Son yıllarda CHP eksenli gelişen çıkışlar ise geleneksel sosyal-demokrat “sol” parti olarak düşünülen CHP’yi liberal bir partiye dönüştürmek çabasından ibarettir. İngiltere’deki Tony Blair türü bir “üçüncü yolcu sol liberal parti” planlanmaktadır. Böylece Turgut Özal döneminde eski solcu aydınların transformasyonu ile başlatılan “sol liberal” dönüşüm tamamlanmış olacaktır. Bu planın gerçekleştirilmesinde zayıf halka olarak Deniz Baykal görüldüğünden, tüm “medya”nın okları ona yöneltilmiştir. 1989 yerel seçimlerinde sosyal reformistler Erdal İnönü’nün genel başkanlığında SHP ile iktidara taşınmış ancak SHP’nin birinci parti olarak çıkmasıyla hızlı bir talan süreci başlatılmış, belediyeler “arpalık” olarak kullanılmış ve 1991 yılında patlak veren İSKİ yolsuzluğuyla bu durum halk kitleleri nezdinde “sol”un tümüyle değer yitirmesiyle sonuçlanmıştı. CHP’nin “sol liberal parti” haline dönüşüm sürecinin “Kemalist”, “devletçi” geleneksel CHP’den kurtulabilindiği oranda tamamlanabileceği varsayılmaktadır ve sol örgütlerin büyük ölçüde legalize olduğu süreçte CHP’nin dağılmış sol için kitlesel bir taban oluşturacağı sanısı da “medya”nın girişimleri için uygun bir zemin oluşturmaktadır. Oligarşik medyanın hedefi, bir bütün olarak solu ideolojisizleştirme ve kitleleri apolitikleştirmektir…
1972’de kurulan MSP kobilere yaslanmış, sınıfsal olarak CHP tabanına yani orta ve küçük sermaye kesimleriyle beraber Anadolu’daki esnaf-zanaatkâr sermayesinin ve taşra tüccarlarının desteğini de almıştı. MSP, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin 12 Mart sonrası hükümetler dönemindeki hızlı ve hakimiyet sağlayıcı gelişmesine bir tepki olarak daha önce aynı gerekçelerle 1970’de ortaya çıkan ve 12 Mart döneminde kapatılan MNP’nin devamı olarak AP’nin politik geri çekilişiyle bir güç haline de gelmişti. MSP aslında, ülkemizin iç dinamiği gereği ortaya çıkan ve ülkemizdeki emperyalist-kapitalist üretim ilişkileriyle filizlenen kapitalist unsurların tepkilerini bünyesinde toplamış bir parti idi. Bu tepkiler, özünde oligarşiye karşı olan tepkilerdi ve anti-tekelci, anti-faizci tutumu da aslında, tekellerle faize karşı oluşundan değil, temsil ettiği orta sermaye kesimlerinin ekonomik olarak gelişmesini ve tekelleşmesini sağlamak için kendi politikasını sürdürmek istemesinden ileri gelmekteydi. Çünkü politik bir silah olarak kullanılan “din” ile beraber ayrıca köylülüğün de sınıfsal desteğini almıştı…
AKP ise Arap-İslam ülkeleriyle geliştirilen ekonomik ilişkiler neticesinde 70’li yıllarda sahnede yerini alan “Yeşil Sermaye”yle ABD emperyalizminin soğuk savaş döneminden bu yana hayata geçirmeye çalıştığı “Yeşil Kuşak” projesi kapsamında ortaya sürülen ve “ılımlı İslam” kavramıyla ifade edilen siyasal-ekonomik görüşün günümüzdeki uzantısıdır. Hem dindarlığa vurgu yapan hem de MNP-MSP-RP-FP’nin geleneksel tabanından gelen Recep Tayyip Erdoğan’ın “milli görüş gömleğini çıkardık” söylemiyle ışık yaktığı tekelci-işbirlikçi ve feodalite kalıntısı sermaye çevrelerince destekli Kasım 2002 seçimlerinde seçmen koalisyonu olarak doğmuş AKP’si, siyasi yelpazenin merkez-sağına konumlanmaya aday pragmatik ve uzlaşmacı bir siyasal parti olarak tanımlanmıştı. Şubat 2001’de devalüasyon, işsizlik, siyasal ve ekonomik belirsizlik ortamında birbirinin tekrarı yozlaşmış siyasal aktörlerinin rol aldığı TC kapitalizminin olağan krizlerinden birini daha yaşadığı istikrarsız süreçten mevcut siyasal yapıyla sorunlu ve feshedilmiş Fazilet Partisi’nden ayrılarak AKP’yi kurmuş “yenilikçi”! ikinci kuşak kadrolar kazançla çıktı. İktidara gelen AKP akabinde uluslararası piyasa güçlerinin talepleri doğrultusunda yüklendiği misyona göre kararlar almaya başladı. AKP Genel Başkanı hükümetin kurulması aşamasında açıkladığı acil eylem planıyla merkezi yönetimde yapacakları reformdan sonra yerel yönetim reformunu ele alıp bir yıl içinde tamamlayacaklarını açıkladı. 28 Mart 2004 tarihinde yapılacak yerel seçimlere yaklaşırken, kısa aralıklarla kabul edilen üç kanunla seçimlerin sonuçlarını etkilemeye yönelik düzenlemeler yapıldı. TBMM, 11 Aralık 2003 tarihinde, “3030 sayılı Büyük Şehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun”u görüşerek kabul etmişti. Temel olarak, büyükşehir belediyelerinin sınırlarının büyük ölçüde genişletilmesini hedefleyen 5019 sayılı kanunla illerin nüfusu baz alınarak, söz konusu illerdeki büyükşehir belediyelerinin yetki alanlarının, ait oldukları illerin sınırlarına eşlenmesini veya 50, 30 ve 25 km. yarıçaplı daireler çizilerek tespit edilmesini öngörmekteydi. Bu düzenlemeye bağlı olarak da kanunla, sınırları genişleyen büyükşehir belediyelerinin altında, “ilçe belediyeleri” ve “ilk kademe belediyeleri” kurulması ve çizilen yarıçap içinde kalan köylerin de “mahalle”ye dönüştürülmesi emrediliyordu. Çağdaş şehircilik ilkelerine ve kaynakların etkin kullanımına katkı sağlayacağı iddia edilerek yapılan düzenlemelerle ilgili teknik açıdan uygunluk ve farklı ihtiyaçları olan büyükşehirlerin hizmet gereklerini karşılamaya elverişli olup olmadığı üzerindeki tartışmalar bir yana bırakılmış Anayasa Hukuku açısından bazı ilginç tartışmalar ortaya çıkmıştı. Özellikle, teklifin ilk halinde ve komisyonda kabul edilen şeklinde yer almayan “Bu Kanunun yürürlük tarihinden önce seçim takvimi uygulamaya konulmuş olsa dahi, bu Kanun gereğince oluşacak yeni sınırlar büyük şehir belediyeleri için seçim çevresi kabul edilir. 28 Mart 2004 tarihinde yapılacak Mahalli İdareler Seçimlerinde Büyükşehir belediyeleri için bu sınırlar, Yüksek Seçim Kurulunca esas olarak alınır” hükmünün, teklifin Genel Kurul’da görüşülmesi sırasında iktidar partisine mensup milletvekillerinin verdiği bir önerge ile metne eklenmesi, muhalefetin büyük eleştirilerine hedef oldu ve siyasî çıkar sağlama amacı güden bir hareket olarak değerlendirildi. Söz konusu kanun imzalanmak üzere Cumhurbaşkanlığı’na gönderilmişken, kabul edilen 5025 sayılı kanun, son genel nüfus sayımı sonuçlarına göre, il ve ilçe belediyeleri ile Büyükşehir belediyeleri sınırlarında kalan belediyelerden, nüfusu iki binin altına düşenlerin tüzel kişiliğinin kaldırılması ve bu yerlerin köy statüsüne çevrilmesi esasını getiriyordu. Seçim öncesinde “oy avı” için yapılacak yatırımların fazla dağıtılmaması amacını güttüğü söylenen bu düzenlemeyi de gölgede bırakan gelişmeyse hemen ardından 5026 sayılı kanunla getirilen düzenleme oldu. Söz konusu kanun, bir Büyükşehir belediyesi dahi olmayan Denizli İli sınırlarındaki 22 Belediye ve 25 Köyün tüzel kişiliğini kaldırarak, bunların Denizli Belediyesi’ne bağlanmasını öngörüyordu. Böyle bir düzenlemenin yapılış şekli ve zamanlamasına ilişkin eleştiriler ve sorular yanıtsız kalırken, bu ayarlamanın Başbakan Erdoğan’ın okul arkadaşı Nihat Zeybekçi’nin seçilmesini kolaylaştırmak üzere yapıldığına dair haberler basında geniş yer işgal etmişti. Muhalefet cephesinde, basında ve kamuoyunda sıklıkla dile getirilen bu ve benzeri görüşlerin altında, AKP’nin, “varoş” tabir edilen ve kendisince büyük oy potansiyeli taşıdığı varsayılan seçmen kitlesinin desteğinden yararlanarak, büyükşehir belediye seçimlerini lehine çevirmek istediği değerlendirmesi yatmaktaydı. Önsözünü Tayyip Erdoğan’ın yazdığı İngiliz klasik liberal iktisatçı Friedrich Aaugust von Hayek’ten büyük düşünür diye bahsedilerek sürekli alıntılar yapılan, “Muhafazakâr Demokrasi” adlı metinde “muhafazakârlık serbest piyasadan yanadır” vurgusu yapan sosyal oportünist ve takiyeci AKP hükümetiyle kitlelerin kapitalist sistem ve kurumlarına duyulan güvensizlikle kopuş sürecinin tersine çevrilmesi, tepkilerinin törpülenip yeniden sistem içine çekilerek rejimle barıştırılması hedeflenmekteydi. AKP hükümeti de gecikmeden IMF programına bağlı kalacağını açıklamış, ABD ve AB gibi emperyalistlerle TÜSİAD gibi kurumların istemleri ve ihtiyaçları doğrultusunda icraatlar yaparak sandıkta yansıyan seçmene ait umut ve güveni beklendiği gibi aynı kitle nezdinde boşa çıkarmıştır. Bunların dışındaki diğer siyasal partiler ise yine sınıfsal olarak küçük-burjuvazinin farklı kesimlerinin radikalizmine dayanmaktadır…
1789 Fransız ihtilali, endüstri devrimi, emperyalist gelişmeler, doğa (ampirik) bilimlerin ortaya çıkışının yol açtığı hızlı toplumsal değişmeler sonucunda 19. Yy’dan itibaren sosyoloji bilimi de gelişmeye başlamıştır. Sosyal bilimlerin ilerlemesine bağlı olarak siyasal yapı, kurumlar, süreç ve ilişkiler sistemli bir biçimde tanımlanarak geliştikçe siyaset sosyal bilimlerin bir dalı haline gelmişti. Auguste Comte’un isim babalığını da yaptığı sosyolojinin bir bilim olarak ortaya çıkışıyla bilimsel yönetimin sosyal dünyaya uygulanma fikri olan pozitivizm (olguculuk) akımıyla teoloji ve metafizik içermeyen, maddi dünyanın gerçeklerine dayalı felsefe ve bilim anlayışı doğdu. Osmanlı imparatorluğunun çöküş evresiyle TC’nin kuruluş yıllarında da Prens Sabahattin’in temsil ettiği ferdiyetçi Le Play Okulu’na karşılık ittihatçı kesim Comte ve Durkheim’ın görüşlerini savunan sosyolog Ziya Gökalp’in etkisini taşımaktadır. Kendine özgü milliyetçilik anlayışıyla pozitivizmden yola çıkan Gökalp, düşünce eksenini milli kültür, ulus ve terakki gibi konularda yoğunlaştırıp Osmanlı’nın çöküşüne çareler arayan İttihatçıların önde gelen ideologu oldu. Kadınlara bazı hakların tanınması, özgürlük, demokrasi, ulusal burjuvazinin yaratılması, bilimsel öğrenim gibi batıya kıyasla eksik görülen aydınlanmanın bazı temel yanları önce Osmanlı toplumunda daha sonra da TC devletine uygulanarak ideoloji haline sokuldu. Dini, toplumsal birliğin sağlanmasında yardımcı bir öğe olarak değerlendiren Gökalp fikirlerini Emile Durkheim’in “dayanışmacılık” temelinde şekillendirdi. Bireyi temel alan liberalizm ile toplumu temel alan Marksizm’e karşı mesleki örgütleri temel toplum birimi olarak kabul ederek solidarizmde karar kılmıştı. Gökalp’e göre, toplumların gelişmesiyle ortaya çıkan işbölümü (taksim-i âmâl), fertlerin muhtariyetini doğurmuştur. Ziya Gökalp, yukarı ferdiyetçilik (şahsiyetçilik) yani milletin zekâ ve iradesini seçkin fertlerin temsil ettiğini savunarak milletin seviyesini millî dehâlık seviyesiyle ölçmekteydi. TC ideolojisi de Jöntürk batıcılığı, Almanya ve İngiltere’de hâkim olan yüksek ferdiyetçilik, toplumu ampirik bilgiyle açıklamaya çalışan pozitivistlerin etkisi ve eğitimde millilik esası dışında teknolojiye intibak için öğrenimin Avrupa’dan alınmasını öngören Gökalp milliyetçiliği doğrultusunda şekillendirildi…
Toplumdaki organize olmuş toplumsal ilişkilerin bir bütünü olan toplumsal yapıyı kültür (dil, inançlar, değerler), toplumsal sınıf (eğitim, meslek), toplumdaki rolleri belirleyen statü (yaş, cinsiyet gibi edinilmiş statü ile bireyin sonradan kendi ilgileri sonucu kazanılmış statü) ve ayrıca toplumsal kurumlar oluşturur. Gruplar (toplumsal küme) ise yakın ilişkinin ve etkileşimin olduğu ve aynı değer, norm ve beklentileri paylaşan topluluklardır. Birincil kümelere (aile, arkadaşlık) göre ikincil kümeler geçici ve çıkar amaçlı bir araya gelmektedirler. Toplumsal Kurumlar ise toplumun yapısı ve temel değerlerin korunması açısından zorunlu sayılan nispeten sürekli kurallar topluluğudur. Emile Durkheim, toplumun temelini toplumsal bilinçte görmektedir. Durkheim endüstriyel toplumların ortaya çıkardığı bir sorun olarak Yunancadan gelen anomi (kuralsızlık) kavramına yer vermiş ve işbölümüyle ortaya çıkan davranışları sosyolojik yaklaşımla ele alıp açıklamaya çalışmıştı. Karl Marx ise burjuvazi ile proletarya (işçi sınıfı) arasında yaşanan çatışmanın temellerine inmiş rekabet, toplumsal değişim ve emek sermaye çelişkisi gibi toplumsal olgularla sınıf yapısının temeli olarak üretim ilişkilerini görmüştür. Marks, devlet ve düşünce sistemini toplumun üst yapısı olarak nitelendirmişti. Ekonomi yani alt yapı üretim araçları, üretim güçleri, üretim ilişkileriyle, üst yapı ise din, sanat, bilim, ahlak, kültür kurumlarından oluşur. Marksistler köklü bir ihtilalci değişimden yanadır ve kolektif mülkiyetle sınıfsız toplum yapısına proletarya diktatörlüğüyle belirlenen bir geçiş döneminin ardından ve sosyalizmin hazırlık evresinden sonra varmayı hedefler. Marksist anlayışa göre, tam anlamıyla komünist bir toplumda, devlet ortadan kalkacak, el emeğiyle entellektüel faaliyet, kent yaşamıyla kırsal yaşam arasındaki tüm farklılıklar yok olacak, İnsanın emeğine yabancılaşması son bulacak, onun yaratıcı-üretici gücünün gelişimine sınır çekilmeyecek ve toplumsal ilişkiler yeteneğine ve herkese göre prensibiyle düzenlenecektir.
Teorik açıdan eşitsizliğin nedenleri konusunda sosyal bilimciler genellikle toplumların siyasal yapısı üzerinde dururken başta iktidar yönünü ele almaktadırlar. Toplumbilimci Tom B. Bottomore iktidar yapısını ve toplumsal güç ilişkilerini açıklamaya yönelik sınıf ve elit teorisi olarak iki temel yaklaşım ortaya atmış ve elit ile halk arasındaki farkı iktidar ve etki kavramlarıyla ifade etmiştir. Elitler toplumsal kurumlarda en üst ve karar verme sürecine en yakın konumları işgal ederek ellerine geçirdikleri olanaklarla toplumsal güçlerle kaynakları yönlendirip biçimlendirme ayrıcalığına sahiptir. Elit sözcüğünü Fransız ütopyacı sosyalist sosyolog “Claude Henri de Rouvroy Saint Simon”dan etkilenerek bilim alanında ilk kullanan İtalyan sosyologu Gaetano Mosca’ydı. Sözcüğün sosyal bilimler alanında yaygınlık kazanması ise yine bir İtalyan iktisatçı ve sosyologu olan Vilfredo Pareto sayesinde gerçekleşti. Pareto, elit’i, belirli hiyerarşik yapılanmalar içinde en üst konumu elinde bulunduranlar veya kendi faaliyet alanının en iyileriyle etkilileri olarak tanımladı. Elit, kendi çalışma alanlarında zirvede bulunan insanların oluşturduğu bir toplumsal sınıftı. Kurumsal iktidara sahip, toplumsal kaynakları kontrol edebilecek yerde olan, karar verme sürecini doğrudan veya dolaylı ciddi bir şekilde etkileyen, karşıtlarına rağmen istek ve amaçlarını gerçekleştirebilen bireyler olarak tanımlanmıştı. Elit kavramının kökeni Latince “eligre” ve “electa” sözcükleri olup dilimize Fransızca “elite” sözcüğünden geçmiştir. Eligre sözcüğü Latince’de seçme, electa ise seçilmiş anlamına gelir. Kavramın Batı toplumlarında günlük dilde kullanımı 17. yüzyıla kadar iner. Elitizm, bir toplumda, başta politik alan olmak üzere, tek tek hemen her alanda ön plana çıkan, doğuştan getirdiği yetenekleriyle veya sonradan kazandığı birikimlerle seçkinleşen insan ya da grupların varolduğunu veya olması gerektiğini savunuyordu. Eşitlikçiliğe karşıt bir yaklaşım olan elitizmin (seçkincilik) bilinen ilk tipik temsilcisi filozof kralların iktidarda olmasını savunan Platon, modern dönemde ise üst-insan (übermensch) kavramını ortaya atan Nietzche olmuştur. İlkçağın filozoflarından yakın zamanın burjuva filozoflarına kadar siyasal toplumun kuruluş ve yönetiminde etkin rol sadece belirli üst statülere (filozof, yaşlı, soylu vs) değer görülmüştür. 1930’lu yıllarda İngiltere ve Amerika’da yaygın olarak kullanılmaya başlayan elit kavramıyla ilgili Bottomore’un teorisi ağırlıklı olarak iktidar (güç) üzerinde yoğunlaşmasına rağmen öteki toplumsal kaynaklar üzerinde de durur. Elit teorisine göre toplumlar güç sahibi ve yöneten “azlar” ile yönetilen “çoklar” olarak iki kategoriye ayrılır. Elit olarak adlandırılan yöneten azınlık gücü tekelinde tutarken çoklar yani geniş halk yığınları ise kararları kabul etmek zorunda kalır.
İktidar yapısı içinde, bazı elit grupları öteki elit gruplarına göre daha güçlü olup elitlerin eliti diye “iktidar seçkinleri” olarak adlandırılmıştı. Amerikalı sosyal bilimci Dr. Robert W. Mills’e göre temel toplumsal kurumlarda (siyaset, ekonomi, ordu, yargı, eğitim, medya vs.) etkili İktidar seçkinlerinin toplumu yönetme gücünü kitle iletişim araçlarını özellikle medyayı kullanarak kamuoyunu kontrol altına alma, yönlendirme ve baskı oluşturma gibi teknikleri kullanarak kitle kültürü yaratmaları sağlar. Kitle iletişim araçları da tekel oluşturduğundan farklı görüşteki bireyler benzer mesajlarla karşı karşıya kalır. Mills, Amerikan toplumunu iş çevreleri, siyasi çevreler ve askerler olmak üzere içice geçen üç elit kesimin yönettiğini belirtir. Jean Baudrillard ise bireylerin bilgilenme sürecini etkileyen “İletişim” ve “Kitle İletişimi” aygıtlarının mülkiyetini elinde bulunduranlarda olduğundan toplumda egemenlik sağlama yolunun medya, bilgisayarlar, siber sistemler, bilgi işleme, eğlence ve bilgi endüstrisinde de söz sahibi olmaktan geçtiğini ileri sürmektedir…
Aydınlanma sürecinde rasyonalite (akılcılık), bireysellik, kentleşme, yurttaşlık, pozitivizm, ulus-devlet, sekülerizm, laiklik, işbölümü, uzmanlaşma, yabancılaşma gibi çeşitli temel kavramlar ortaya atılmıştır. Bu kavramlar sosyolojinin ilgi alanına girerken toplum, birey ve devlet arasındaki ilişkiler ve toplumsal yapıdaki değişim ve gelişmeler çeşitli yöntem ile yaklaşımlar çerçevesinde ele alınmıştır. Bu temel kavramlardan biri de toplumsal tabakalaşma (farklılaşma)’dır. Sosyal katmanlaşma (stratifikasyon), toplumda bireyler ve gruplar arasında var olan eşitsizlikleri (zenginlik, güç, prestij) tanımlamak üzere kullanılır. Bottomore, toplumsal tabakalaşma konusunda kölelik, zümreler (estates), kast ile toplumsal sınıf ve statü olmak üzere dört ana tipte ayırım yapmıştır. Kapitalist-sınıflı toplumda servet ve mülkiyete bağlı olarak ortaya çıkan tabakalaşmada sosyal yapıya göre yaş, cinsiyet, din, askeri statü gibi etkenler de rol oynamaktadır. Max Weber’e göre siyaset, kişinin diğer kişiler üzerinde egemenlik kurmasıdır. Weber, modern toplumda statü gruplarıyla etnik tabakalaşmanın da etkili olduğunu ileri sürmüş ve sınıf, statü ile parti arasındaki ilişkilere ve bunlardan kaynaklanan tabakalaşmaya dikkat çekmişti. Toplum içinde bireyler işgal ettikleri mevkilere (statü) göre derecelenip örgütlenmişler, üretim sürecinde belirli ve benzer bir rol oynayan ve aşağı yukarı benzer ilişkileri yaşayan insanlar bütünü olarak toplumsal katmanları meydana getirmişlerdir.
Sanayi toplumuna geçişle birlikte geleneksel toplumlarda varolan kast ve feodal toplumdaki zümre (stand) tipi tabakalaşma yerini sınıf tipi tabakalaşmaya bırakmıştı. Sınıf sistemi ise endüstriyel toplumun karakteristik gruplarıdır. Sınıflar aynı sosyal statü ve benzer yaşam tarzında ortak çıkar ve hedeflere sahip bireyleri ifade etmektedir. Weberci anlayış toplumu üç temel sınıfa ayırmıştır. Buna göre mülk (mal) sahipleri üst sınıfı, göreceli olarak heterojen bir yapıya sahip olan ve belirli bir uzmanlaşma ve eğitim seviyesine sahip bireyler (profesyoneller) orta sınıfı ve ücretli işçiler işçi sınıfını oluşturmaktadır. Marksist düşüncede ise toplumlar, üretim ilişkileri ve üretim araçlarının mülkiyetine bağlı olarak iki temel sosyal sınıfa ayrılmıştır. Yani sosyal sınıflar üretim ilişkilerinin bir sonucu olup aralarında çelişki ve uzlaşmazlık vardır. Karl Marks’a göre kapitalist toplum üretim araçlarına sahip olan ve üretim araçlarını kontrol altında tutan yönetici sınıfla üretim araçlarından yoksun sömürülen sınıftan oluşur. Maddi üretim araçlarına sahip sınıf ekonomik olarak yönettiği gibi düşünce ve zihinsel üretim araçlarını kontrol altına alarak “ideoloji”yi biçimlendirip yayarak toplum üzerinde kültürel ve politik egemenlik kurmaktadır. İdeolojiler, toplumların ve toplum içinde yeralan grupların ihtiyaçlarına yanıt veren, kendi içinde uyumlu, ortak bir davranış tarzına neden olan benzer politik bakış açılarıyla birleşerek siyasal bir öğretiyi meydana getiren genel düşünce ve inanç sistemleri olarak tanımlanır. İdeoloji toplumsal ilişkileri kuran güçtür ve her toplumda egemen bir ideoloji (sosyalizm, liberalizm, muhafazakârlık vs.) bulunur. Üretim teknikleri farklı toplumlar (köleci, feodal, kapitalist, sınıfsız) farklı üstyapı kurumlarını (hukuk düzeni ve siyasal sistemi) oluşturur. Marksizme göre toplumsal yapının temeli ekonomidir ve üretim araçlarının mülkiyetinin tekelleşmesiyle üretim ilişkileri sonucunda ortaya çıkan artık değere el koyması (ekonomik sömürü), proletarya (işçi sınıfı) ile tekelci burjuvazi arasında sınıfsal uzlaşmazlığa yol açmıştı. Maddi yaşamın çelişkilerinden doğan evrensel gerçeklere dayalı sınıf görüşü ve praxis (teori ve eylem) olarak Marksist ideoloji, bireylere sınıfsal konumları içinde edindikleri bilinçli edinimlerle (manifest) üretim koşullarına göre geliştirebileceği yaşam tarzı konusunda fikir vermektedir. Sınıf savaşının odağındaysa “devlet” vardır…
İdeolojiler siyasal partileri birbirinden ayıran en önemli özelliktir. Siyasal partilerin belli bir ideolojiye dayanmakla beraber kurucuları, üyeleri ve seçmenlerinin sosyo-kültürel özellikleri ve örgütsel biçimlilikleri bakımından aralarında birtakım farklar ortaya çıkar. TC Parlamentosunu oluşturan seçilmişler (elitler) göz önüne alındığında dönem dönem değişme gösterdikleri görülmektedir. 1946’ya kadar sivil bürokratların önemli ağırlığı olan mecliste çok partili dönemle serbest profesyonel meslek sahipleri (başta avukatlar, mühendis ve mimarlar, doktorlar, dişçiler vs.) daha etkili konuma geçmişlerdir. Çok partili dönemin başında, hukukçuların yanı sıra, ticaret ve sanayi kökenli milletvekillerinin oranında da önemli bir artış gözlemlenir. Bu iki meslek grubu, (hukukçular ile tüccar ve sanayiciler) 1960’lı yılların ortalarına kadar meclisteki ağırlıklı konumlarını korudular. Serbest meslek sahipleri özellikle DP grubunda önemli bir orana sahipti. 1970’li yılların sonuna doğru sivil bürokrat ve yönetici kökenli siyasi elitler tekrar en etkin meslek grubu konumuna gelmiş ve bu durum günümüze kadar sürdü.
Türkiye’de sanayileşme arayışının planlı kalkınma hedefine dönüşmesi ve kurumsallaşması 1960’lı yıllarda şekillenmişti. Yerli tekelci sermaye Türkiye’de 1960’lara dek çocukluk çağını, 1960’larda gelişme dönemini yaşamış, olgunluk devresine girmesi ise 1971 sonrasında olmuştu. Dünya ekonomisindeki uzun dönemli kriz eğiliminin başlangıç yılları olan 1970’lerin ilk yarısı Türkiye’de ithal ikameci sanayileşme sürecinin üst aşamalarına geçiş yıllarıydı. Bu yıllar büyük ölçekli kamu işletmelerinin yanı sıra özel girişimciliğin güç kazandığı ve ücretli emekle sermaye kesimlerinin sınıfsal örgütlenmelerini kurumsallaştırdığı bir dönemdi. 1970’li yıllar boyunca dünya ekonomisindeki krizin de etkisiyle yaşanan periyodik iktisadi krizler bu iki sınıf arasındaki uzlaşmayı tehdit ederek, Türkiye toplumundaki sınıf çelişkilerini derinleştirip, siyasalaştırmıştır. 1963 yılı sanayi burjuvazisinin gelişim sürecinde önemli bir atılım yılı olmuş, 70’lerin sonunda gençlik çağını tamamlayarak mevcut ekonomik yapı içerisinde olgunluk dönemine girip varolan üretim ilişkileri çerçevesinde belli bir aşamaya ulaşmıştı. Tekelci kesim 1970’li yılların başında artık yeni bir atılım yapmak için mevcut sınıflar ittifakında yeni düzenlemeler talep etmeye başlamış, büyük toprak sahipleriyle ticaret ve sanayi burjuvazisi ittifakında ciddi çatlaklar belirmeye başlamıştı. Mart 1971 sonrası dönem, dünya piyasalarında fiyatların sürekli olarak yükseldiği bir dönem olmasına karşın, Türkiye’de tarım ürünlerinin taban fiyatları artırılmamış, köylüden sanayici ve tüccara kaynak aktarılmıştı. 1970’li yıllara değin Türkiye’de kalkınmanın esas yükünü çeken köylülük (küçük ve orta çiftçiler) toplumda yüksek bir oranda olmasına rağmen işçilerle beraber parlamentoda temsil gücünden yoksun bırakılmıştır. Sendikal yasaklar getiren Osmanlı döneminin Tatil-i Eşgal Kanunu (1909) ve TC dönemi İş Kanunu (1937)’ndan sonra 1982 Anayasası da işçilerin örgütlenmesini engellemeyi amaçlamıştır. 1960’lı yıllarda izlenen kalkınma politikasının ön plana çıkardığı teknik işgücü ihtiyacı ise özellikle kamu kurumlarında teknokrat/bürokrat olarak çalışan ücretli emeğin üst katmanını oluşturan ve yeni kurulup gelişmekte olan sanayinin oluşumuna sermaye sınıfının bir üyesi (girişimci) olarak katılan mühendislere elitist bir nitelik kazandırmıştı. Ancak 1980’lere gelindiğinde askeri darbeyle planlı ithal ikameci kalkınma stratejisinin terk edilip piyasa güdümünde dışa açık büyüme stratejisine geçilmesiyle yaşanan ekonomik dönüşüm süreci toplumun her katmanını etkisi altına aldığı gibi nitelikli emeğin de işçileşme eğiliminin derinleşmesine hatta yaygın bir işsizleşme/değersizleşme süreci içerisine girmesine yol açmıştı. Ekonomik ve toplumsal yapının tümüyle yeni bir örgütlenme tarzında düzenlenmesi süreci olan 1980’li yıllardan itibaren parlamentoda müteahhit milletvekillerin oranında çarpıcı bir artış gözlemlenir. TC siyasal yaşamında, oldukça etkili bir başka meslek grubu da askerlerdi…
Seçim kuralları ve siyasal partiler yasası siyasal makamlara geleceklerin belirlenmesi kadar bir ülkenin siyasal yapısını ve siyasal yaşamın işleyişini de belirlemekte ve siyaset biliminde geliştirilen değişik teknik, yöntem ve yaklaşımlar iktidar, hükümet, siyasal süreç, siyasal karar mekanizmaları ve üretilen politikalar konusunda farklı sonuçlara varılmasına yol açmaktadır. Türkiye’de siyasal karar alma süreçlerine katılan ve temsilci konumundaki siyasi elitlerin (milletvekilleri) profilleri incelendiğinde cumhuriyetin ilanından günümüze geçirilen sosyolojik evrim birlikte değerlendirilmelidir. Küreselleşme ve kapitalizmin yeni aşamasıyla beraber sosyal ilişkiler yerini piyasa ilişkilerine üretici güçler ise tekelci (emperyalist) ve işbirlikçi piyasa güçlerine bırakmıştır. Siyasal söylemin yerini egemen “piyasacı” eğilimler almıştır.
Günümüzde toplumlara egemen olan sosyal değerler hızla değişmektedir. Sosyal devlet adı altında uygulanan politikalar sosyal sınıf ve kesimler arasındaki gerilim ve farklılıkları çözememekte, küçük bir azınlık önemli bir güce sahip çıkarak tüm kaynaklara el koymaktadır. İnsan yerine şirket, üretim ve ihtiyaçların karşılanması yerine tüketici kitlenin sorunlarının çözümü esas alınmakta, buna karşılık yoksulluk ve işsizleştirme artmaktadır. Mali oligarşi (sanayi ve banka sermayesi) ekonomik yaşamı sermaye ihracını ön plana çıkartarak ele geçirmekte ya da askeri güç kullanarak halkları köleleştirmektedir. Bu politika sömürge ülkelerin işbirlikçi sınıflarıyla ortaklaşa yapılmaktadır. Emekçiler yanında siyahlar, kadınlar, etnik azınlıklar arasında da yoksulluk yaygınlaşmaktadır. Dünya nüfusu içinde yaklaşık yüzde 20’lik bir kesim zenginliğin yüzde 80’ini elinde bulundurmakta, kaynakların önemli bir bölümü bu kesim tarafından tüketilmektedir. Dünyadaki en zengin 200 kişi 50 ülkede yaşayan insanların toplamından 5 kat fazla gelire sahiptir. Borç fonlarının yüzde 80’ini elinde bulunduran 10 ABD bankası ve küresel medya şirketi dünyayı çıkarına göre yönlendirmektedir. Bugün yenidünya düzeninin efendileri dünyanın en zenginleri olan ABD kartellerinin sahipleridir, dünyayı aslında bunlar yönetmektedir…
Günümüzde seçim sistemi tartışmalarının, iki turlu seçim sistemine kaydığı gözlense de temelde Türkiye’de her seçim döneminde seçimin “Nasıl yapılacağı” ve “yasasının” nasıl biçimlendirileceği tartışma konusu olmaktadır. Siyasal rejimleri birbirinden ayıran temel farkı yöneticilerin genel ve dürüst seçimlerle işbaşına gelip gelmemesinde arayan Duverger, seçime şöyle bir işlev yüklüyor: “İktidarı sınırlamak ve liberal öğreti gereklerini gerçekleştirmek konusunda gerçekte bugüne kadar denenen en etkili araçlardan biri yönetenleri yönetilenlere seçtirmektir”. Düzen partileri, egemen sınıfların “siyasal temsilcileri” olarak, temsil ettikleri kesimlerin çıkarlarını azami ölçüde gerçekleştirebilmek amacıyla, seçimlerden “en kârlı parti” olarak çıkma yarışına girmektedirler. Böyle bir “yarış”ta “en kârlı” olabilmek için, tüm düzen politikacıları ve onların siyasal partileri, temsil ettikleri sömürücü sınıfların çıkarlarını, tüm halkın çıkarı gibi sunabilmek ve bunu halk kitlelerine kabul ettirebilmek için her türlü araçla söylemi kullanmakta ve her yolu denemektedir…
Türkiye’de çoğunluk sisteminden 1964 yılından itibaren çevre barajlı d’Hondt sistemine geçilmiş, 1965’te milli bakiye (ulusal artık) uygulanmıştır. Osmanlı döneminden 1977’ye kadar sadece 3 erken seçim yapılırken 1983’ten günümüze tam 5 kez erken seçim yapılmıştır. 6 Kasım 1983’te düşük bir oy miktarıyla ANAP’ın hükümet kurduğu ilk 12 Eylül seçimlerinde parlamento ANAP, CHP ve MDP’den, 1987 seçimlerinde ise ANAP, SODEP ve DYP olmak üzere 3’er partiden oluşmuştu. 1987’ den sonra sürekli erken seçimler yapıldı. Bu seçimde aşkın ve eksik temsilde çok partinin yer alması, çifte barajın uygulanması, kontenjan milletvekilliği ile seçim çevrelerinin daraltılması rol oynamıştı. 12 Eylül Anayasasıyla getirilen siyasal yasaklarla, tutarsız/yanlış bir seçim sistemi ile partiler ilkel ve basit bir çoğunluk sistemine mahkum edilerek özellikle 1991-2002 arası açık ya da gizli ittifakların kurulmasına yol açmıştı. 10 Haziran 1983’te kabul edilen 2389 sayılı Milletvekili Seçim Kanunu ikili baraj sistemini getirmiş, 23 Temmuz 1995’te 4121 sayılı anayasa değişikliğiyle seçim barajı düşürülmüştür. 1995, 1999 ve 2002 seçimlerinde sadece ülke barajı uygulanmış, 1991’de ülke barajını aşmak isteyen partiler (DYP, SHP ve HADEP) seçimlerden önce ittifak yapmış, daha sonra ayrılmışlardı. Anayasa Mahkemesinin çevre barajını kaldıran iptal kararıyla yapılan 1995’teki seçimde ve bir önceki 18 Nisan 1999 genel seçiminde 5’er parti barajı aşabilmiş kurulan koalisyon hükümetleriyle dönüşümlü başbakanlık yapılmıştır. Seçim sistemine ilişkin tartışmaların odağında günümüzde yüzde 10’luk ülke barajıyla yönetim istikrarının yer aldığı, Avrupa Konseyine üye 46 devletin hiçbirinde rastlanmayan yüksek bir barajı uygulayan Türkiye’de, yurttaş iradesi temsil edilmemektedir. Yüzde 46.3 oranında temsil dışı oyla meclisin yüzde 98.5’unu ele geçiren iktidar ve muhalefet partileri ise bu durumu değiştirmeye yanaşmamaktadır. 18 partinin katıldığı, sadece 2 partinin baraj aşabildiği ve 8.5 milyon kişinin oy kullanmadığı 3 Kasım 2002’deki genel seçimlerde tek başına hükümet kuran ve yüzde 34.3’lük oyla TBMM’de yüzde 66.3’lük bir temsil olanağı bulan AKP iktidar meşruiyetini “istikrar için bu sistem gereklidir” savına dayandırmıştı. CHP ise yüzde 3 oranında oy aldığı Diyarbakır ilinden meclise 2 milletvekili göndermiş, DEHAP 81 ilin 5’inde yüzde 45 oranında oy almasına rağmen ülke barajını aşmadığından parlamentoda bir tek milletvekilliği dahi kazanamamıştı. Etnik ve bölgesel bölünmeler aşırı çok partili sistemleri doğurmaktadır. 28 Mart 2004’te 6 parti (DEHAP, EMEP, ÖDP, Özgür Parti, SDP ve SHP) ise “Demokratik Güçbirliği” adı altında birleşerek yerel seçimlere katılmıştı. Türkiye’de nüfusun yarıdan fazlasını oluşturan kadınlar ise mevcut sistemde dışlanmaktadır. Parlamentoda temsil edilen kadın oranı yüzde 4.3, il genel meclislerinde temsil oranı yüzde 1.7, Türkiye genelinde belediye başkanlığında yüzde 0.6 ve belediye meclis üyeliklerinde kadınların temsilcilik oranı yüzde 2.5’dir. Cinsiyet ve etnik unsurların da bir arada temsilini sağlayan bir çözümün bulunması gerekmekte…
Siyasal partilerin mecliste grup kurabilmek için 20 üyeye sahip olmak gerekiyor (1982 Anayasası 95. madde). Bugünkü şartlarda bu bir partinin yüzde 3 ila 6 oranında oy oranıyla ulaşabileceği bir sonuçtur. Seçim barajı uygulayan bazı ülkelerdeki oranlar örneğin sırayla İsviçre’de 0, İsrail’de yüzde 2, Ukrayna’da 3, İsveç, Norveç ve Bulgaristan’da 4, Almanya, Romanya ve Rusya’da ise yüzde 5’tir. 18 Nisan 1999 seçiminde temsil edilmeyen partilerin oy toplamı 4.158.567 idi. HADEP ve CHP’nin temsil edilmeyen oylarının toplam oranı ise 12.4, temsil edilmeyen oy oranı ise 17.4 iken 2002’de 43.5 milyon seçmenin 13.1 milyonu oy kullanmamış 1/5’lik bir temsil sistemi ortaya çıkmıştır. 1995’ten bu yana son seçimlerde meclis dışında kalan partilerin geçerli oy oranları da giderek artmaktadır.
Türkiye’de siyasal temsil ile katılım sağlanmayışının altında yatan önemli sorunlardan birisi de toplumsal özgürlük yollarını kısıtlayan demokratik örgütlülükten yoksunluktur. 1876 Anayasası’nda dernek kurma ve toplantı yapma hakkı tanınmamış ve ilk dernekler kanunu 3 Ağustos 1909’da çıkarılmıştı. Gizli olarak faaliyet gösteren İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gerçekleştirdiği 1908 Meşrutiyet hareketiyle birlikte yasal bir değişiklik olmadan pek çok siyasal amaçlı dernek kurulmuş ve 8 Ağustos 1909’da Anayasa’ya eklenen bir madde ile dernek ve toplantı hakkı getirilmiştir. Bu kanuna göre dernek kurmak için izin almak gerekmiyordu. 14 Haziran 1909 Dernek kurma özgürlüğüyle ilgili ilk yasa olan “İçtimaatı Umumiye Kanunu” (Genel Toplantılar) kabul edildi. 27 Haziran 1956’da bu kanun kaldırılarak yerine 6761 sayılı Toplantılar ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkında Kanun yürürlüğe girdi. Gösteri yürüyüşü hürriyeti teriminin ilk olarak kullanıldığı bu yasa, 1909 tarihli kanuna göre “hürriyetleri” sınırlayan pek çok kural getirmişti. 1934 tarih ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nun bazı kurallarında ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kullanılmasını engellemeye dönük keyfi uygulamalara yol açacak maddeler olduğu görülmektedir. 1938 yılında çıkarılan Cemiyetler Kanunu’ndan itibarense, dernekler için çıkan kanunlara derneğin amacına ve kurucularına ilişkin yasaklamalar getiren hükümler kondu. 1909 tarihli kanun 1938’de kaldırılarak yerine 28 Haziran 1938 tarihli 3512 sayılı Cemiyetler Kanunu kondu. Bu kanunla, (1909 kanunundaki) beyanla kuruluş yerine devletin izninin alınması esası getirildi. Dernekler kuruluş ve işleyiş açısından iktidarın sıkı denetimi altına alındı. 1909 tarihli Cemiyetler Kanunu’nun gerisinde kalan birçok hüküm benimsendi. 1926 tarihli Medeni Kanun’da öngörülen demokratik kurallar geçersiz bırakıldı. 1946 yılına kadar yürürlükte kalan kanun çok partili düzene geçilirken 5 Haziran 1946’da (4919 sayılı kanunla) değiştirilerek 1909 yasasındaki beyan esasına dönüldü ve sınıfa dayanan dernek kurma yasağı kaldırıldı fakat derneklerle ilgili öteki siyasal yasaklar kalkmadı. 1961 Anayasası toplantı ve gösteriler için özgürlük alanını genişleten bir kural getirerek herkese önceden izin alınmadan toplantı ya da gösteri yapabilme olanağı sağlamıştı. 10 Şubat 1963’de 1956 tarihli yasa kaldırılarak yeni Anayasa doğrultusunda 171 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hürriyeti Hakkında Kanun çıkarıldı ve “Silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkının kullanılması izne bağlı değildir” ifadesi de yer aldı. 12 Mart 1971 tarihli hükümet darbesinden sonra 1961 Anayasası’nda yapılan değişikliklerle temel hak ve özgürlüklerin alanı daraltılarak toplantı ve gösteri yürüyüşleri özgürlüğü de kısıtlandı. 1946 tarihli Cemiyetler Kanunu anayasaya uydurulması gerekirken tersine bir gelişmeyle özgürlükçü hükümleri değiştirilerek 1938 yasasından da gerici bir yasa olan 1630 sayılı Dernekler Kanunu 22 Kasım 1972’de çıkarılıp dernek kurma hakkı daraltılmıştı. Derneğin kuruluşunu birçok formaliteyle zorlaştıran, bu formalitelerin yerine getirilip getirilmediğini idarenin incelemesine bağlayan kurallar getirildi. Beyandan söz edilmekle beraber fiilen izin sistemi uygulanmaya başlandı. 12 Mart darbesinin devamı niteliğindeki 12 Eylül askeri yönetimi temel hak ve özgürlüklere karşı otoriteden yana bir bakışın ürünü olarak yürürlüğe sokulmuş 1982 Anayasası ile özgürlükleri sınırlamayı amaçlamış, örgütle örgütlülüğü devlet için potansiyel bir suçla tehlike saymıştır. Toplantıların da suç odağı olabileceği mantığı ile hak ve özgürlükler kullanılamaz hale getirilmiştir. 6 Ekim 1983’de çıkarılan 2908 sayılı Dernekler Kanunu derneğin kuruluş bildirisini mülki amirliğe verince tüzel kişilik kazanacağına ilişkin 9. maddesi ile görünürde bildirim sistemini benimsemiş görünse de 10. maddesindeki “kuruluş bildirisi ve tüzüklerin idarece incelenmesine” ilişkin formalitelerle fiilen izin sistemini benimseyerek dernek kurma ve derneğe üye olma hakkında sınırlayıcı kurallar koymuştur. Kanuna baştan sona hakim olan yasakçı zihniyet üçüncü kısmının “Yasak veya İzne Bağlı Faaliyetler” başlığı altındaki 37-44. maddelerinde ve Derneklerin Denetimi başlığı altındaki 45 – 48. maddelerinde de kendini açıkça göstermiştir. 10-11 Aralık 1999’daki Helsinki toplantısında tam üyelik için aday kabul edilmesi ve 4 Aralık 2000 tarihinde Katılım Ortaklığı Belgesi’nin onaylanmasıyla Türkiye ile ilişkilerinin yeni boyut kazanmasından itibaren 3 Ekim 2001 tarihinde AB’nin istediği yükümlülükleri yerine getirmek için Anayasa’nın bazı maddelerinde değişiklikler yapıldı ve AB’nin yol haritasıyla bireysel hak ve hürriyetlerde genişleme sağlandı. Dernek kurma ve dernek içinde faaliyet göstermek gibi temel hak ve özgürlüklerle ilgili sınırlamalar hukukun genel ilkelerine aykırı biçimde İçişleri Bakanlığı ile Bakanlar Kurulu’nun takdirine bırakılarak tüzel kişilik elde etmeleri idareye bildirim ve fiili izin koşuluna bağlandı.
Dernekleri de yakından ilgilendiren Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’ndaki dernekler, vakıflar, sendikalar ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının kendi konu ve amaçları dışında faaliyet gösteremeyeceklerine ilişkin 21. maddesinin yürürlükten kaldırılması 1995’deki siyaset yasağının kaldırılmasına uyum sağlayan önemli anayasal bir değişiklikti. 3 Ağustos 2002 tarihinden itibaren idam cezasının kaldırılması ve farklı dil ve lehçelerde yayın ile öğrenime izin verilmesine ilişkin değişiklikler de gerçekleşmişti. Ancak Dernekler Kanunu’nun 38. maddesindeki değişiklikle dernek kurma yasağı kaldırılmakla beraber “Yüksek okul öğrencileri ancak kanunda sayılmış amaçlarla dernek kurabilir” denerek öğrenci derneklerinin amaçları sınırlanmıştır. Anayasa’dan siyasetle uğraşma yasağının çıkarılmasıyla ve Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun faaliyet sınırlamasını içeren 21. maddesinin yürürlükten kaldırılmasıyla çelişen böyle bir kuralın Dernekler Kanunu’nda yeri olmamalıdır. Kanunun 9. maddesinde “Dernekler, kuruluş bildirisini ve eklerini merkezlerinin bulunduğu mahallin en büyük mülki amirliğine vermek suretiyle tüzel kişilik kazanırlar” denilerek bildirim sisteminin benimsendiği görülmekte fakat kuruluş bildiriminin ve tüzüğün idarece incelenmesi kuralı, idarenin keyfi takdirlerine ve uygulamalarına yol açmaktadır. Kanunun 16. ve 17. maddesindeki üye olma hakkını sınırlayan kurallar ise olduğu gibi durmaktadır. 3 Ağustos 2002’de TBMM tarafından Dernekler Kanunu’nda yapılan düzenlemeler kapsamında, kamu görevlilerinin kuracağı derneklerin faaliyetlerini sınırlayan 39. madde yürürlükten kaldırılmıştır ancak Dernekler Kanunu’nun 44. maddesinde, derneğin bildiri yayınlaması 24 saat önce mülki amirliğe ve savcılığa bir örneğinin verilmesi koşuluna bağlanmakta “bildiri, beyanname ve benzeri yayınlar, mahallin en büyük mülki amirliğine verilişinden itibaren 24 saat geçmedikçe dağıtılamaz ve basına verilemez” denilmektedir. Bildiri vb. yayın ne olursa olsun suç tehlikesini önlemek bahanesiyle derneklerin faaliyetini önlemek istemekte, idarenin keyfi uygulamasıyla adeta öndenetim (sansür) getirilmektedir. Bu madde tamamen kalkmalıdır. Dernekler Kanunu’nda bir sürü yasak amaç sayılarak dernekleri sınırlayıp yeni kuralların getirilmesini kolaylaştıracak esnek yorumlara yol açan bir tutum sergilenmiştir. Türkiye, BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalamıştır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne göre her birey dernek kurma ve derneğe katılma özgürlüğüne sahiptir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesine göre ise herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğünü, kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmadan haber ya da fikir alma ve verme özgürlüğü ile örgütlenme özgürlüğünün (dernek kurma, toplantı, vb.) kullanılmasını da içerir. Son çıkarılan uyum yasalarına rağmen, 2908 sayılı Dernekler Kanunu vesayetçi ve otoriter karakteri ve idarenin keyfi müdahalelerine olanak veren hükümleri değişmediğinden, Türkiye’nin toplumsal ve demokratik gelişmesinin önünde bir engel olarak durmaktadır. 22 Mayıs 2003 tarih 4857 sayılı İş Kanunu, 6 Ekim 1983 tarih ve 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, 4 Kasım 2004 tarih ve 5253 sayılı Dernekler Kanunu ve daha diğer birçok tüzük, yönetmelik ve kararnameler halkın demokratik ve meşru hak arama yollarını sınırlayıp siyasal katılımdan yoksun bırakan hükümler içerir…
Son olarak felsefi anlamda yerel yönetim tartışmalarına baktığımızda; Jean-Jacques Rousseau ve Immanuel Kant gibi düşünürlerin yerel yönetimlere sıcak bakmadıklarını, Anne Robert Jacques Turgot ve Jeremy Bentham gibi yararcı düşünürlerin de genel-bireysel yarar arasında bir bağ işlevi görecek alt birimlere yani yerel yönetimlere ihtiyaç bulunduğundan sözettiklerini görürüz. Mesela Turgot’nun, köy belediyesi ve 15 km.’lik alan içinde kalan 30 köyün bir seçim çevresi oluşturması fikri benimsenmiş, 1790’da Fransız Devrimi’nin ardından gerçekleşen yeni yönetim örgütünü de etkilemiştir. Alman filozoflarından Rudolf von Gneist’de 1860’ta yayınlanan kitabında, yerel yönetimin, ulusun kendi kendini yönetmesinin önkoşulu olduğunu ileri sürmüştür. 20.yüzyıl ise yerel yönetimlerin altın çağı olmuş, “belediye sosyalizmi”nin, düşülküsel sosyalistlerin etkisiyle ortaya atılması bu döneme rastlamıştır. Belediye sosyalizmi 20.yy başlarında İngiltere’de geliştirilen bir akımdır. Toprak sahiplerinden çok çoğunluğa dayanan yerel yönetimin kurulması, birçok yerel yönetimin belediyelerce görülmesiyle hizmetlerin gerçekleştirilmesinde hükümetin temsili görevini görme ilkesine dayanmaktaydı, belediye sosyalizmi. Bu ilkelerin ortaya konmasında Fransız Mourice Hauriou ve İngiliz Sidney Webb etkili olmuştur. Sidney ve Beatrice Potter Webb gibi Fabian sosyalistlere göre insan yaşamının temel birimi yerel yönetim kooperatif, dernek ve sendika gibi sivil toplum örgütleriydi. Onlara göre güvenlik ve adalet de ulusallaşma belediye sosyalizmine karşıttı. Jean-Jacques Rousseau ise yerel gücün kaynağını yerel kuruluşlarda değil yurttaşların katılımında bulmuştur. Charles-Louis de Montesquieu, Jean-Jacques Rousseau ’nun etkisinde kalmış, yerel yönetimlere ayrıcalık tanınmasını doğru bulmamıştır. Fransız düşünür Alexis de Tocqueville de özgür toplulukların gücünün komünde toplandığını belirtmiş, her yerel birimin çıkarını ilgilendiren konularda karar verme yetkisine sahip olması gerektiğini öne sürmüştür. Hıppolyte Adolphe Taine gibi karşı devrimcilerse devrimden sonra yurttaşlara tanınan yetkilerin yeniden merkezi yönetime dönmesini savunmuşlardır. Taine gibi Pierre Joseph Proudhon da “Federasyon İlkesi” adlı yapıtında yerel yönetimin, merkezi yönetimin erkini sarsacak bir araç olduğunu savunmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nda da 19.yüzyılda kentlerin gelişmeye başlaması, azınlıkların ve etnik nüfusun isteklerinin artması dış devlet baskılarıyla yerel yönetim kavramının ortaya çıktığını ve yerleştiğini görüyoruz. Belediyelerin kuruluşuna kadar, belediyelerle ilgili işleri ise vakıfların yaptığını görüyoruz. Tanzimata kadar Arap ve islam geleneğiyle kadıların bazı belediye işlerine baktığını, Tanzimatla birlikte gelen bürokratik kadroların ise daha ekonomik örneğin vergi toplanması gibi işler için yerel yönetimlere önem verdiğini görüyoruz. Osmanlı’da ilk belediye kuruluşu 1855 tarihine rastlar. İlk belediye 1855’te İstanbul’da kurulur. Başında şehremini bulunan 12 kişilik bir tür kent kuruludur bu. Üyeleri de Osmanlı tebaasından ve güvenilir, saygın esnaf takımıdır daha çok. Daha sonra bu örgüt geliştirilmiş, daireler eklenmiş, yabancılar da üye ve danışma gibi görevlere getirilmeye başlanmıştır. 1870 tarihinde Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi ile köy komünlerinin yerine geçecek bir bucak yönetimi kurmayı amaçlamıştır. 200’den çok haneli köyler başında bucak müdürü olarak teşkilatlanacak, küçük köyler de bucaklar halinde birleştirilecekti. Ancak bu tüzük gerçekleştirilememiş köy yönetimi oluşturulamamıştır. 1876’da her kentte ve kasabada belediye örgütü kurulmasını öngören yasa çıkmıştır. Buna göre üyelerini halkın seçeceği belediye meclisi kentin genel kurulu gibi çalışacaktı. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra 1930 yılında 1580 sayılı Belediye Yasası çıkıncaya kadar da Osmanlı İmparatorluğu’nda yerel yönetimle ilgili yapı ve işleyiş ekonomi merkez ağırlıkta oldu. 1929’da 1426 sayılı yasa merkezin il yönetimi üzerindeki kısıtlayıcı öğelerini kaldırdı. 1987’de bu yasa yerine 3360 sayılı yasa çıkarıldı. 1961 Anayasası’nın 112. maddesinde “idarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır” denirken 116.maddesiyse il, belediye ve köy karar organları halk tarafından seçilir diyordu. 1961 Anayasası ile bugün yürürlükte olan 1982 anayasası arasında işleyişe ilişkin bazı ifade farkları vardır. Örneğin 1961 anayasası, seçilmesi gereken “karar organlarını halk seçer” derken, bu terim 1982 anayasasında “kanunda gösterilen seçmenler” olarak değiştirilmiştir. 1961 anayasası genel karar organları derken 1982 anayasası sadece karar organları terimini uygun görmüştür. 1982 anayasasıyla ayrıca yerel seçimlerin dört yıl yerine beş yılda bir yapılması ve içişleri bakanlığına geçici görevden alma yetkisinin tanınması gibi uygulamalar da konmuştur. 1961 anayasasında ise siyasal ya da başka bir nedenle keyfi biçimde görevden alma gibi bir hüküm bulunmamaktadır…
DP’nin ihmali ve savurganlığı yüzünden gerçekleşmeyen planlı kalkınma 27 Mayıs 1960 devrimiyle gerçekleştirilmeye, köy ve kent arasındaki kalkınmışlık bakımından farkların giderilmesine çalışılmıştır. CHP Genel Başkanı “bence sokakların, mahallelerin de belediye hizmetlerine katkıda bulunması ve belediye çalışmalarını denetleyebilmek için örgütlenmeye başlamalarında yarar vardır” demiş, 1973 yerel seçimlerinden sonra ise yaşama geçirilen uygulamalarla yeni belediyecilik anlayışının geliştirildiği görülmüştür. Yeni belediyecilik anlayışında belediyelerin iş programlarını yerel kuruluşlara danışarak ve işbirliği yaparak hazırlayacakları ifade edilmiş ve belediyelerin birer yönetim birimi olmaktan çıkarılıp üretime dönük, üreticileri ve tüketicileri örgütleyen kuruluşlar haline dönüştürülmeleri öngörülmüştür. Ancak bütün bu düşünceler halkı yönetime katarak katkı da arttırmayı amaçlamışsa da, temsil sorununa ilişkin kesin çözüm içeren yaklaşım sayılmamaktadır. Günümüzde de yerel yönetimler, belediyeler, muhtarlık ve mahalle kurulları vb. sadece siyasal partilerin uzantıları konumunda görülmektedir…
Bugün Türkiye’de 3 bin (son düzenlemelerle iki bin) civarında belediye vardır, nitelikten çok nicelik ön plana çıkmaktadır. Belediyecilik ve mevcut kent yönetimi sosyal adalet, katılım, rant ekonomisiyle savurganlığı ortadan kaldırma, kaynak yaratıcılık ve üretim/paylaşım, birleştiricilik ve bütünleştirici olmak gibi temel ilke ve işlevlerle demokratik anlayıştan çok uzak kalmaktadır. Ekonomik ve sosyal sorunların çözümünde yönetim birimleri toplum temeline siyasal parti yasası ve seçim sistemi ise halkın temsiline dönük olmak zorundadır.
YORUMLAR