Doğruysa, vay ülkemize…
CHP Adana Milletvekili Ayhan Barut’un Meclis’te yaptığı konuşma bir iddia değil, bir haykırış. TÜRKVET sistemine kayıtlı 1 milyon 458 bin hayvancılık işletmesinden sadece 1340 tanesinin hastalıktan ari (temiz) sertifikasına sahip olduğunu söyledi. Bu, kulağa istatistik gibi gelebilir ama özünde bu bir sağlık alarmıdır.
Şöyle sadeleştireyim:
Türkiye’de hayvan besleyen 1 milyon 456 bin 660 işletmede sağlık güvencesi yok. Yani “eti güvenle tüketebilir miyim?” diye soruyorsanız, büyük olasılıkla yanıtı hayır.
Bu sadece hayvancılık politikalarının çöküşü değil, gıda güvenliğimizin toprağa gömülüşüdür.
Ve olay sadece bu da değil.
İthalatla Beslenen Bir Halk
AK Parti’nin 22 yıllık iktidarı boyunca tam 6,9 milyon büyükbaş, 3,2 milyon küçükbaş hayvan ithal edilmiş. Yetmemiş, 395 bin ton et de dışarıdan gelmiş.
Sadece 2023 yılında canlı hayvan ve et ithalatına 1 milyar 133 milyon dolar ödenmiş.
Bugünkü kurla 45 milyar lira!
Bu para, ülkenin çiftçisine, köylüsüne değil; dış ülkelerin kasaplarına, üreticilerine gitmiş.
Oysa bu ülke yüzyıllardır kendi hayvanını kendi merasında yetiştiren, kendi etini kendi toprağında pişiren bir milletti. Şimdi, sağlıksız hayvanlar bizde; sağlıklı et başkalarından geliyor.
Hastalık Etle Gelmez, Politikayla Gelir
Birçok işletmede şap hastalığı, brusella, tüberküloz gibi hayvanlardan insanlara bulaşabilecek hastalıklar var. Ve bu hastalıkların bir kısmı eti pişirmekle geçmiyor.
Bu sadece hayvancılık değil, kamu sağlığı sorunu.
Sonra da sağlık sisteminde kuyruklar, hastanelerde doluluk, ilaçlara erişemeyen insanlar… Dön dolaş, geldiğimiz yer yine aynı:
Sistemsizlik.
Et Sorunu Bir Tarım Meselesi Değil, Milli Güvenlik Meselesidir
Bir ülke, halkını doyuramıyorsa;
Bir ülke, kendi çiftçisini ayakta tutamıyorsa;
Bir ülke, hayvanının sağlığını bile takip edemiyorsa;
O ülke bağımsız değildir.
Şimdi sormak gerekiyor:
Kim bu işletmeleri denetliyor?
Niye sadece 1340 tanesi sağlık sertifikalı?
Veteriner hizmetleri neden zayıf?
Tarım politikaları neden ithalata mahkûm?
Bu sorular yanıt bulmazsa, biz de et değil, hastalık tüketmeye devam ederiz.
Son Söz:
Bir gün kasap vitrininde gördüğünüz etin nereden geldiğini düşünün.
Üzerindeki damga varsa da, güvenin. Ama artık damganın varlığı yetmiyor.
Asıl mesele, damgalı sistemlere güvenebilmekte.
Ve bu güven kaybedildiyse, ülkenin eti de, sütü de, sağlığı da derttir.
Mevlüt Abinin Not Defteri
Ustalık döneminde enflasyonla dans”
TÜİK’teki kardeşlerin işi zor. Vallahi zor. Ne yapsalar olmuyor. Hükümet haftalar öncesinden enflasyonu söylüyor, “Bu ay yüzde 2.48 olacak,” diyor… TÜİK de oturup hesaplıyor, kitaplıyor, ölçüyor, biçiyor… hop! Ne tesadüfse tam da o rakam çıkıyor!
Yahu bu ne beceridir? Bunu sokaktaki vatandaşa söylesen inanmaz. Ama biz inanıyoruz. Çünkü biz istatistiğe güvenen bir milletiz. Özellikle de istatistik “gönlümüze göre” çıkıyorsa…
Ben geçen gün bakkala gittim, “Ağabey, şu ayçiçek yağı neden 30 lira zamlandı?” dedim. Bakkal gözüme baktı, “Zam mı? Nerede zam? TÜİK enflasyon düşük diyor, sen galiba yanlış bakkala gelmişsin,” dedi. Utandım, çıktım. Demek ki zam değilmiş, hissettiğim psikolojik bir illüzyonmuş. Enflasyon yokmuş da biz enflasyon yaşıyoruz sanıyormuşuz. Meğer markette gördüğüm fiyatlar da optik yanılsamaymış.
TÜİK’te çalışanlara da üzülüyorum. Adamlar sabahtan akşama hesap yapıyor, bir de üstüne halk onları “gerçekleri gizlemekle” suçluyor. Oysa adamlar sadece hükümetin “önceden bildiği” gerçeği biraz geç açıklıyorlar. Bakın, bu büyük bir ustalık. Herkes aylar öncesinden bugünkü enflasyonu tutturamaz. Bu bir sezgi işidir, his işidir. Hani bazı insanlar yağmur yağmadan başının ağrıdığını söyler ya… İşte hükümet de enflasyon artmadan ne kadar artacağını söylüyor. Mevlüt Abi buna diyor ki: Ekonomik meteoroloji.
Emekliler üzgünmüş… Olabilir. Ama önemli olan hükümet mutlu mu? Eğer hükümet mutluysa, demek ki her şey yolunda. Bakın, yıllardır aynı formül işliyor:
Enflasyon düşmedi ama, hissedilen enflasyon düşük!
Zam yapılmadı ama, hissedilen maaş yüksek!
Bu yüzden biz de Mevlüt Abi olarak vatandaşımıza çağrıda bulunuyoruz:
Gerçekten maaşınızı düşük mü hissediyorsunuz, yoksa TÜİK öyle hissetmenizi mi sağlıyor? Bir düşünün.
Son olarak:
Mevlüt Abi’nin Not Defteri’ne yazıldı, kayıt altına alındı:
“Ekonomide ustalık dönemi başlar; veriler şaşırır, millet alışır.”
Cumartesi Öyküleri
Asansördeki Kadın
Bir iç çatışmanın sessiz tanıklığı
Yedinci kattaki dairesinde gün, alarm çalmadan başlardı. Emre için sabahlar, alışkanlıkların tekrarından ibaretti. Aynı diş macunu, aynı kupada çay, aynı gömleklerin döngüsü. Apartmandan 07.43’te çıkardı her sabah. Asansör her zaman zemin kattan yukarıya çıkarken boş olurdu. Altıncı katta durduğundaysa, o kadın binerdi.
Kadının adını hiç öğrenmemişti. Belki de öğrenmeye cesareti olmamıştı. Sadece sabahları birkaç saniyeliğine aynı kabinde durdukları, birkaç kelime bile etmeden göz göze geldikleri biri olarak kalmıştı onun için. Ama birkaç saniyelik o an, gün boyunca aklında kalırdı. Başlarda sadece sessizliğini fark etmişti. Sonra tenindeki izleri.
Bir sabah, kadının yanağındaki solgun morluk dikkatini çekti. Diğer sabah, kolunun hemen üst kısmında dikkatlice kapatılmış bir yara izi. Bir keresinde kadının titrediğini fark etti. Gömleğinin yakasından taşan sessiz bir korku sızıyordu sanki.
Emre mimardı. Şehri şekillendiriyordu ama bir insanın yaşadığı yıkımı çözümleyemiyordu. Her gün kadının gözlerindeki sessiz çığlığa tanıklık ediyor, ama dilinden tek kelime dökülmüyordu. “Yanlış anlar mı?” diyordu. “Ya beni suçlarsa?” “Ya başına daha kötü bir şey gelirse?”
O gün, kadının yüzündeki ifade Emre’yi derinden sarstı. Gözleri dolu doluydu, ama yine de dimdik yürüyordu. Emre asansörden indikten sonra geri dönüp kapıya baktı. O bakış, kadının tek bir kelime etmeden “yardım et” deyişiydi belki de.
İşe gitti ama konsantre olamadı. Kahvesi soğudu. Bilgisayarda açık kalan çizimler bulanık görünüyordu. O kadının yaşadıkları onun dünyasında yankı buluyordu artık.
Evine döndüğünde, apartmanın panosuna uzun süre baktı. Bir şey yapmalıydı. Korkunun kendisini de susturduğunu fark etti. Ama sonra kendi annesini hatırladı. Çocukken, komşuların “duymadık”, “görmedik” dediği o geceleri. Sessizliğin nasıl bir suça ortaklık olduğunu o çok iyi biliyordu.
Kendi el yazısıyla bir not yazdı:
“Şiddete sessiz kalma. Yardıma ihtiyacınız varsa, kapımı çalın. 7. kat – Daire 13.”
Altına küçük harflerle kendi telefon numarasını ekledi. Bir çiviyle panoya astı.
Ertesi sabah kadın yoktu. Bir gün daha geçti, yine yok. Emre kendine “belki taşındı” dedi ama içi rahat etmedi. Her kapı açılışında irkildi. Her sessizlik, suç ortaklığı gibi hissettirdi.
Üçüncü günün sabahı, saat henüz beşi biraz geçerken kapısı çaldı. Emre ürpererek kapıya yöneldi. Gözünden tanıdı onu. Saçları dağınıktı, dudağında kurumuş bir yara vardı. Gömleği yırtıktı. Ama en çok gözleri konuşuyordu.
Kadın fısıldadı:
“Ben… geldim.”
O an, zaman durdu sanki. Emre hiç düşünmeden kapıyı açtı. Kadın içeri girdi. Sessizce oturdu. Bir şey anlatmadı, Emre de sormadı. Bir battaniye getirdi. Sıcak bir çay. Kadının elleri hâlâ titriyordu.
“Adım Emre,” dedi sessizce.
Kadın hafifçe başını salladı. Gözyaşları yanaklarına süzülürken, ilk kez konuştu:
“Benimki Elif.”
Adlar söylendiğinde artık yabancı değillerdi. Artık bir kabinde geçen birkaç saniyelik tanışıklık değil, sessizliğin sınırlarını aşan bir bağ vardı aralarında.
O sabah, asansör boş indi zemin kata. Emre işe gitmedi. Elif, yıllar sonra ilk kez güvende uyudu. Asansörde sessiz başlayan hikâye, bir kapının açılmasıyla hayata dönmüştü.