Güncel siyasetin karmaşasından bilinçli olarak uzak durmuş bir vatandaşım. Parti kulislerinin tozuna bulaşmaktan, hamasi söylemlerin girdabında savrulmaktan hep kaçındım. Sandık başına gittiğimde tercihlerim oldu elbet, çoğu zaman gönlüm Milliyetçi Hareket Partisi’nden yana oldu. Fakat bu tercihler, hiçbir zaman bir fanatizme, bir tarafgirliğe dönüşmedi. Yerel seçimde de, Cumhurbaşkanlığı seçiminde de yaşadığım kentin ve ülkenin o anki ihtiyacına göre karar verdim.
Benim siyasetle ilişkim, ekranlardaki tartışmaların ötesinde; daha çok Türk dünyasını ilgilendiren meseleler, köklerimiz, değerlerimiz ve inanç dünyamızla ilgili. Gök Tengri inancı üzerine yaptığım okumalar beni, kaçınılmaz biçimde semavi dinlerin tarihine de yönlendirdi. Yani mesele, yalnızca partiler veya seçimler değil; mesele bu milletin ruhunu anlayabilmek.
Fakat zamanla bir şeylerin değiştiğini fark ettim. Eski Türkiye’de sert bir rekabet vardı, evet; ama saygı da vardı. Partiler birbirini eleştirir ama hakarete varmazdı. Kimse, kaybettiği bir makamı zorla geri almaya kalkmazdı. O dönemlerin siyasi nezaketini, bugünün öfke dolu, tahammülsüz ikliminde daha iyi anlıyorum.
Şimdi görüyorum ki, bazı partiler sadece rakipleriyle değil, sistemin kendisiyle de mücadele etmek zorunda kalıyor. Belediye başkanlıkları kazanılsa da uzun ömürlü olamıyor, yargı kararlarıyla siyasetin yönü değiştiriliyor, liderler sudan gerekçelerle siyaset dışı bırakılıyor. Tüm bu olup bitenleri izlerken, “Birinin bu tabloya itiraz etmesi gerek” demekten kendimi alamıyorum.
Bugün siyasete atılmayı ciddi ciddi düşünmemin nedeni budur. Hakkın, adaletin, demokrasinin yanında durmak zorundayız. En çok da sesini kaybedenlerin yanında.
Kararsızım. Kararsızlığım bir boşluk hali değil, bir sorumluluk yükü aslında. CHP mi, Zafer Partisi mi? Biri köklü bir geçmişin temsilcisi; diğeri güncel meseleler karşısında daha net refleksler gösteren bir yapı. Ama kararımı, liderlerin isimleri ya da anlık popülerlikler üzerinden değil; ilke, duruş ve hakikat ortamında vereceğim.
İşte bu nedenle, karar verdiğimde ilk işim o partinin kapısını çalmak olacak. Bir seçmen olmanın ötesinde, artık sorumluluk alan bir yurttaş olmak istiyorum. Çünkü yeni Türkiye’de yalnızca seyirci kalmak, artık vicdana sığmıyor.
Cumartesi Öyküleri
Başkanlık Rüyası
Adım Etem. Bir Osman Gazi Paşa’nın torunuyum. İçimde hep bir yerin yöneticisi olma arzusu vardı. Hani derler ya, bazı hayaller çocukluktan başlar… Benimki de öyleydi işte. Daha ilkokuldayken haritadan ilçeleri ezberler, sınıf başkanı seçilince kendimi vali zannederdim. Zamanla büyüdüm, siyasetin suyuna girip çıkmaya başladım. Ama ne yaptıysam, o beklediğim fırsat bir türlü gelmedi.
Derken bir gün, tam her şeyden umudumu kesmiş, hanıma “Gel, köyümüze geri dönelim” demeye yeltenirken, gece rüyama Osman Gazi dedem girdi. Dedem gözümün içine bakarak, “O nasıl düşünce torun? Hiç mi bana çekmemişsin? Ben hiç savaştan kaçtım mı ki sen kaçıyorsun?” diye fırçaladı beni. Ardından sesi toklaştı, gözleri parladı:
— Merak etme, gaipten haber vereyim, birkaç gün içinde isteğin gerçekleşecek. Benim ilçemin yöneticisi olacaksın!
O anda sevinçten ne yapacağımı şaşırdım. Dışarıdan yükselen Ayancık Etmeleri türküsüyle birden göbek atmaya başladım. Halı kaydı, sandalye devrildi ama ben dönüyordum.
Daha halay tamamlanmadan telefonum çaldı. Arayan, devletin bir yöneticisiydi. “Yöneticimiz kırmızı kartla saha dışına çıkarıldı. Yeni başkan olarak sizi seçtik. Derhal şehrüleminliğe gidin, mührü teslim alın” dedi.
Durur muyum? Lacivert takımımı çektim, kravatımı taktım, aynaya baktım. Aynadaki adam ben miyim, bir devlet büyüğü mü, ayırt edemedim. Şehrüleminlik binasına adımımı attım. Her gün gittiğim bina bir başka görünüyordu gözüme. Mermerleri bembeyaz, camları parıl parıldı. Adeta kalbim orada kalmak istiyordu.
Kapıdan içeri girerken memurun elini sıkıp ağır adımlarla makam odasına yürüdüm. Oda bana öyle heybetli göründü ki, kapısından zor geçtim. Koltuğa otururken, içime koskoca bir milletin sorumluluğu doldu. Sekreteri çağırdım:
— Sabah çayımı istiyorum. Yanına da bir kahve. Bir de imza bekleyen dosyalar varsa masama getiriver.
Sekreter gülümsedi. Kucağında dosyalarla geldi, masama bıraktı. İlk dosyayı açtım, şöyle bir göz gezdirdim. Sonra cebimden yıllardır bugünü bekleyerek sakladığım dolma kalemi çıkardım. Kalemin ucunu mürekkebe batırırken “Bismillah,” dedim. İmzamı atacaktım ki…
“Etem! Kalk! Geç kaldık, çocuğu da okula bırakacaksın!”
Hanım dürtüyor. Gözümü açtım, meğer üçlü kanepede üstü açık uyuyakalmışım. O heybetli makam odası, o şehrüleminlik binası bir anda siliniverdi.
— Ah be kadın! Ne güzel başkan olarak ilk imzamı atıyordum. Beni uyandırdın, başkanlık yarım kaldı. Gitti güzelim imza…
Hanım başımı okşayıp battaniyeyi örterken, “Ne rüyası bu böyle?” diye güldü. Ama ben gülemedim. İnsan bazen bir rüyada bile olsa yarım kalan şeylerin hüznünü uzun süre taşır ya, işte öyle bir sızı kalbimde…
Rüyaydı, evet. Ama güzel bir rüyaydı.
Ve kim bilir… Belki bir gün, o dolma kalem gerçekten o imzayı atar.
Mevlüt Abinin Not Defteri
Otobüs Beklerken Zaman Değil, Ben Akıyorum
Öğleden sonra saat dört gibiydi, iş yerinden çıktım. Dedim ki, “Mevlüt, şöyle bir etrafa bak, memleket ne alemde, millet ne yapıyor.” Ama daha sokağın köşesini dönmeden güneş bir çaktı, bir çaktı… Vallahi az daha şeker gibi eriyordum. Hani biz gençken şeker bayramı vardı ya, onun gibi… Ama bu sıcak bayram değil resmen cehennem provasına çevirdi her yeri.
O an kendi kendime dedim:
“Mevlüt, şeker gibi erimek yerine demir gibi dayan! Kendine gel oğlum!”
Dolaşmaktan vazgeçip doğru bizim kırsal mahalledeki eve gitmeye karar verdim. Gittim otobüs durağına, bir umut… Belki serin otobüs gelir de, klimayı yüzüme vururum dedim. Ama nerdeee… Durakta belediye otobüsünün gelmesine daha çok var. O kadar ki, oraya oturmuşum, bana değil, gölgeme bile ter bastı.
Dedim bari kendimi oyalayayım. Saymaya başladım:
“1… 2… 3… 4… 5…”
Ama saydıklarım dakika değil, alınan ter damlası gibi indi yüzüme. Her “bir” dediğimde bir damla, her “iki”de sırılsıklam. Durdum, saymayı bırakıp beklemeye başladım. Beklemek dediğime bakmayın, resmen kavruluyorum. Gölge yok, ağaç yok, üstü kapalı durak yok; sadece bir bank var, o da resmen sac tava gibi. Otursan pişersin, ayakta dursan kızarırsın.
Yanımda bir genç vardı, o da bekliyor, ama onun kafasında şemsiye takılı. Şaka değil, bildiğin şemsiye takmış kafasına! Dedim “Ne bu oğlum, yeni moda mı?”
Cevap verdi:
“Mevlüt Amca, bu şemsiye değil, yaşama tutunma çabası.”
Çocuk haklı valla. Bizim gençliğimizde böyle sıcakta herkes denize giderdi, şimdi otobüs durağına gidince aynı etkiyi alıyorsun — ama denizden değil, buhar odasından çıkmış gibi.
Otobüs sonunda geldi ama içi fırın gibi. Şoföre dedim:
“Usta, klima çalışmıyor mu?”
Dedi ki:
“Abi klima çalışıyor da, sıcak havaya karşı klimanın morali bozulmuş.”
Vallahi otobüse değil, sabrıma bindim. Eve gelene kadar 3 kilo su kaybettim. Eve vardığımda eşim “Yüzüne ne oldu Mevlüt, güneş yanığı mı?” dedi.
“Yok hanım” dedim, “bu belediyeciliğin sıcak hali.”
Sonuç?
Mevlüt Abi’den not:
Sokakta eriyen sadece asfalt değil, biziz biz. Otobüs beklerken zaman değil, millet akıyor. Bu sıcakta belediye otobüsleri biraz daha geç kalırsa, duraklara limon ve nane dağıtsınlar bari, insanlar sıcaktan şerbet olsun da içilsin!