“Molla seni bir yere göndersem gider misin!?”
Bana duyulan güvenin ötesinde tek başıma bir yerlere gönderilecek kadar büyümüşlüğümü duyumsadım bir anda.
Daha ben duyduğumun hazzına erip de “giderim ana… Nere olsa giderim!” diyemeden, tekrarı geldi cümlenin:
“Seni bi-yere göndercem… Gider misin? “
Bir işe yaramanın, büyümüş olmaya katkısını biliyordum ama tek başına bir yere gönderilerek, bir işe yarayacak kadar büyümüş olmanın tadına o güne dek varamamıştım henüz. Anamın soruş biçiminden anladığıma göre, önemli bir yer olmalıydı göndereceği yer. İkiletmedim sözünü. Kardeşimle oyunu bırakıp koştum yanına…
– Gönder ana!… Giderim… Nereye olsa!…
*
İzmir ovalarındaki tütün ırgatlığımız Ağustos ortalarında bitmiş, Selçuk’taki incir bahçemize inmiştik. Her yıl bu mevsimde, ayni bahçede tekrarlanan olay ırgatlığımızın devamı olsa da, kendi bahçemiz bilmiştik orayı.
Babam, ebem, ablam ve ağabeyim bir komşu bahçeye gündeliğe gittikleri için, anam ve küçük kız kardeşimle kalmıştık o gün incir bahçesinde. Bir gün önceden bütün bahçe dolaşılmış ve incirlerin tamamı toplanmış olduğundan biz bahçede kalanlar için tembellik günümüzdü o gün
Öğleye daha çok vardı. Öğle sıcağına çak kalmamı istemiyordu demek ki anam. Avucuma da 15 kuruş tutuşturdu:
– Hadi git de Selçuk’tan işkembe al gel. Akşama, toplaşınca, sacda işkembe pişirelim…
Benzer ziyafeti(!) bundan önce de ailecek birkaç kez çekmiştik kendimize. Ziyafetin(!) alışverişi ilk kez bana havale edilmişti. Para avucumda, bana duyulan güven ve büyümüşlük gururuyla düştüm yola.
Bilmediğim yol değildi. Trenyolu boyunca gitsem bile bulurdum tren istasyonunu, oradan da işkembeci dükkânlarını. Leylekler için yapılmış yarım minare gibi yapıların yanı başındaydı hepsi. Hem de sıra sıra… İstasyona da yakın üstelik.
Çocuk adımlarımla Selçuk en çok yarım saat çekerdi. Ama acelem yoktu benim. Geze oynaya, belki iki saatte katettim ben yolu.
Bahçede işimiz bittiğinde arada bir ağabeyimle Selçuk’a inip, özellikle de istasyonda gezmeye can attığımız ve cebimizdeki beş on kuruş harçlığımızla bir ayranla, çeyrek çöp şişi paylaşmanın tadını çıkardığımız anı tek başıma tatmak geldi içimden. Ama Ana’mın avucuma tutuşturduğu 15 kuruşun niçin verildiğini hatırlayınca bu sevdamı gerçekleştiremeyeceğimi anladım. Ne var ki bu sevdanın gerçekleşmeyecek olması bile, beni istasyona sürükleyen gücün önünü kesemedi. Çünkü; bir keresinde istasyonda gezinirken bulduğumuz para ile hem şiş kebap hem de dağ çileği almıştık da geriye 10 kuruş paramız bile artmıştı. Ayni umutla olsa gerek, doğrudan işkembeci dükkânına gitmek yerine istasyona uğramayı seçtim…
Bir süre gözlerim yerde peron boyunca bir aşağı bir yukarı gidip geldimse de, boşunaydı gözlerimin yerde dolaşması. Yoktu işte aradığım.
*
Tanıdığım ahenkli bir ses geldi kulağıma. Ahenkli gibi değil de söyleniş ve tekrarlanış biçimiyle dikkatleri üzerine çeken, merak uyandıran, yaptığı işe müşteri toplamaya çalışan dalgalı bir ses. Daha önce de ağabeyimle bu adamı görmüş, uzunca süre seyrine dalmıştık. Ondan duyduklarımızı da bir süre dilimizden düşürememiş, onun ahengiyle günlerce tekrarlamaya çalışmıştık. Ses kaba ve hoyrattı ama ahengi yerindeydi.
– S e y r e d i ş i m d i g e l i y o r r u h h u A m e r k a n ı n v a p u r u u u … İ ç i n d o T ü r k a s k e r i y a k ı y o r K o r e Ş e h r i n d o o o…
– Seyredin şimdi geliyor ruhu cephede Türk askeri. Karşı da Çin taburu… Korku ile kaçıyor…
– S e y r e d i ş i m d i….
El dürbünü gibi bir gereci vardı adamın. Üzerinde de çevirdikçe şık-şık eden bir düğmesi. Alet üçayaklı bir sehpa üzerine monte edilmiş. İzleyici; taburemsi bir oturağa yerleşip gözlerini, dürbünün gözlerine denk getirip izliyor olup bitenleri. Her şık-şık ile peş peşe geçiyor resimler.
Resimler peş peşe gelip geçerken de, resimlerin tanıtıcı sözleri tekrarlanıyordu en ahenkli biçimiyle.
Seyredenlerden daha çok, izleyicileri meraklandırıyordu tekrarlanan sözler.
Bir yerlerden, bir biçimde Kore’yi, ‘Çin’i duymuşluğumuz olsa da, o yıllarda devam eden Kore Savaşı’ndan habersizdik. Gösterinin bizi ilgilendiren bölümü içinde “Türk Askeri” geçen kısmıydı.
Sırada bekleyen iki müşteriyle işini bitiren adam, araç-gereçlerini toplayıp kendisine yeni müşteriler bulmak için düşmüştü yola… Bakakaldım arkasından.
Bundan önce de böyle olmuştu. Paramız yoktu da seyredememiştik, Amerika’nın vapurunu ve de Türk askerinin Kore şehrini nasıl yaktığını… En çok da Türk askerinin önünden kaçan Çinlileri merak etmiştim…
Gerçi şimdi elimde param vardı da onun veriliş nedeni bu değildi. Onu bunun için harcayamazdım. “Ziyafet” demişti anam.
Ne aradığımı bulabilmiştim ne de, seyirciliğin tadına varabilmiştim.
Beklediğimi bulamayınca, istasyona yakın sıra sıra kasap dükkanlarına yöneldim. En yakındakine daldım.
– İşkembe… Dedim, avucumdaki parayı uzatıp.
– Hepsine mi?… Diye sordu kasap. Ne demek istediğini anlamamıştım ama kafa salladım. Kasap, tezgâha serdiği iki kat gazete kâğıdına, bir yığın işkembeyi özensizce sarmalayıp verdi elime. Daha dükkândan ayrılmadan darmadağın oldu paket. Oracıkta erimişti gazete kâğıtları ıslaklıktan. Yer yer de yırtılmıştı.
Elimde, neresinden tutacağımı bilemediğim kocaman bir işkembe topuyla incir bahçesinin yolunu tuttum. Bir süre sonra, paketten eser kalmamıştı. Bazen iki elimin arasında, bazen de kucağımda taşıyordum işkembe topağını
İstasyon çıkışındaki akasya ağaçlarına takıldı gözüm. Gelip geçerken, salkım salkım tanelerini görür; tespih yapmaya özenir dururdum hep.
Henüz az yol katetmiş olsam da bozuk işkembe paketi de yormuştu beni. Hem dinlenecek hem de tespih için akasyalardan boncuklar toplayacaktım.
Gölgede olmanın rehavetine eklenen tespih merakı yüzünden, farkında olmadan bir hayli geçmiş zaman. Güneş batma noktasına gelmese de; komşu bahçeye çalışmaya gidenlerin dönme zamanı gelmiş.
Arıların ve sineklerin elinden kurtarıp, top haline getirdiğim bozuk işkembe yığınını kaptığım gibi koyuldum yola… Koyuldum koyulmasına da, işkembe paketi elimde rahat durmuyordu ki… Tuttuğum yerin dışında kalan kısımlar, sanki sıvılaşıp akıyordu elimden, kucağımdan. Dört ucunu bir araya getirip de işkembeler üzerinde bir türlü hakimiyet kuramıyordum… Sonunda işkembeleri toplu halde bir arada tutmaktan vazgeçtim. Her birinin birer ucundan açtığım yırtıklara parmaklarımı takıp, hâkim olamadığım diğer uçları da yerde, sürüklenmeye bıraktım.
İçimden tutturduğum bir türkünün ritmine uyarak, başım önde raylar arasında sekerek, atlayarak ilerliyorum. Türkünün ritmini, içimde duyduğum trenin tik-taklarına uyarlamıştım kendimce. Traversler üzerinde yürümek kenarda yürümekten daha kolaydı. Traversten traverse, yetişmeyen adımlarımla, hoplamaya ve zıplamaya çalışıyordum. Arada bir, elime halkaladığım işkembelerin ağılığıyla sendelediğim de oluyordu. Raylar üzerine düşmek korkusunu da yenmek için, dikkatli olmak adına, adeta çevreyle kesmiştim tüm bağlantılarımı. Bastıran ikindi sıcağıyla terleyen yüzümü uzanıp silebilmek de ayrı bir dertti.
*
Çok uzaklardan, gümbürtüler arasından çığlıklar ulaşıyordu kulağıma ama kendi dünyasına dalmış olan “ben”, bu çığlık ve gümbürtülere kulak asmadan aynı ritimle devam ediyordum yoluma… Çığlığa dönüşmüş feryat arasında bir anda adımı duyar gibi oldum:
– Molla! Molla!
Ardından bişeyler daha söylüyordu, o adımı haykıran ses. Ama gittikçe artan yüksek bir diğer ses mani oluyordu söylenenlerin anlaşılmasına…
Bir irkilme ile başımı kaldırıp sesten yana baktım…
– Aman Allahım!. O da ne!
Bir demir hüyelâ ile aramızdaki mesafe kırk elli metreye düşmüş… Yolun solunda bir kadın… Raylar arasında ben… Hız kesmeden üzerime gelen tren!…
Kadın; sadece feryat etmiyor; eliyle, koluyla da, dövünüyor, çırpınıyor!…
Bilinmez bir güç, tren yolunun ortasından çekip aldı beni! Hatırladığım tek şey şağ yöne doğru bir hamle yaptığım. Yolun farklı yanlarında kalmıştık feryadın sahibiyle. Upuzun bir tren girmişti aramıza sanki bin metre… Git git, sonu gelmiyordu… Ne çok uzuyordu dakikalar…
Son vagonunda geçişiyle birlikte boynuma sarılan kolların sıcaklığını hala duyarım.
*
Gecikince merak edip yollara düşmüş anam.
*
Uzun uzun kokladı. Sarıldı; sarıldı… Tekrar koklayıp tekrar sarıldı, yarı bedeni raylara düşmüş tüm varlığıyla. Tek sözcük dökülüyordu dudaklarından:
– Şükür!…
Koklaşma faslının ardından, anamın yaptığı ilk iş, elimden bırakmadığım, raylar arasında sürüklenmekten kendi rengini kaybetmiş işkembelerden beni kurtarmak oldu. Yol kenarındaki hayıt kümesi çalılıklara doğru fırlatıp attı işkembeleri…
Onun aklından geçenleri hiç bilemedim ama benim aklımda, çekilememiş bir ziyafet ve boşa giden o onbeş kuruş kaldı. Az bir suçluluk değildi bu!…
*
Daha sonraki yıllarda, kocaman adam olunca, birkaç kere trenle gelip geçerken yolum düştü oralara. Bir kere de yaya… Özellikle düşürdüm yolumu o günleri anımsamak adına. Gözüm, o civardaki hayıt kümeleri çalılıklar arasında sanki bulabilecekmişim gibi, fırlatılmış işkembeleri aradı durdu hep.
*
Olayın gecesini hatırlarım!… Yavrusunu kaybedip de yeniden kavuşmuş gibi, elinden almaya gelen o kocaman canavarlara inat, yiğitseniz gelin de alın yavrumu der gibi…; “Hiç ayrılmayalım” der gibi…Ve “Korkma ben yanındayım” der gibi…; Sarılarak uyumuştuk.
Ve bişey daha tembihlemişti anam:
– Baban duymasın!…
Demek ki, böyle günlerde siniyordu ana kokusu yavrusuna!..
*
Anneler günü kutlu olsun. Kaybettiğimiz tüm annelerimiz anısına…
11 Mayıs 2025