Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Ömer Alpdoğan

“Festival Düşmanı Platformlar Derneği (FDPD)”

Bazı insanlar var ki, yaşama sevinci görünce alerji oluyor. Türkiye’nin dört bir yanında mütevazı ama renkli etkinlikler düzenleniyor: Türkiye Kültür Yolu Festivalleri, Portakal Çiçeği Karnavalı, belki bir Kasap Festivali, bir Rakı Festivali ya da Şalgam Şenliği… İnsanlar bir araya gelip eğleniyor, müzik dinliyor, dans ediyor, yerel üreticiler ürün satıyor, esnaf kazanıyor, şehir canlanıyor… Ama bir grup var ki, bu görüntüler karşısında içleri daralıyor, gözleri yaşarıyor—ama mutluluktan değil, öfkeden.

Kendilerine “Sivil Toplum İnisiyatifi”, “Değerler Platformu”, “Milli ve Manevi Yaşamı Koruma Derneği” gibi cafcaflı adlar takan bu yapılar, etkinlik görür görmez telefona sarılıyor: “Belediye başkanına ulaşabilir miyim? Kaymakamla acil görüşmem lâzım. Bu festivalde ahlaka mugayir görüntüler olabilir, hemen durdurulmalı!”

Geçmişte olduğu gibi bugün de hedefte yine aynı şeyler: Eğlenmek, gülmek, müzik dinlemek, bir kadeh bir şey içmek ya da sadece insanların sokağa çıkıp dans etmesi. Kendi dünya görüşlerine uymayan her etkinlik onlara göre “toplumsal ahlaka aykırı”. Oysa sorsan, “biz kimsenin yaşam tarzına karışmayız” derler; sonra da elleriyle işaret edip “ama bu olmaz!” diye başlarlar listeye.

Aslında mesele ahlak değil, eğleneni çekememek. Mesele özgürlük değil, özgürlüğün başkası tarafından kullanılması. Kendileri oturup dizi izlerken sorun yok, ama başkası sokağa çıkıp halay çekince “toplumsal çürüme” başlıyor. Çünkü onların kafasında ideal toplum, sessiz, suskun ve mümkünse sürekli mahzun bir toplum.

Ama yaşam öyle değil işte. Yaşam, gülmekle, şarkıyla, dansla güzel. Festivallerle, karnavallarla, sokakta neşeyle yürüyen insanlarla güzel. Ve bu güzelliğe tahammül edemeyenler, ne kadar kılık değiştirirse değiştirsin, aynı şeyi temsil ediyorlar: yasakçılığı, dayatmayı, keyifsizliğin kurumsallaşmış halini.

O yüzden bu arkadaşlara önerimiz şudur: Eğer ille de bir şey yasaklatmak istiyorsanız, bir deneyin bakalım kendi sıkıcılığınızı yasaklatabiliyor musunuz?

…Ve bu güzelliğe tahammül edemeyenler, ne kadar kılık değiştirirse değiştirsin, aynı şeyi temsil ediyorlar: yasakçılığı, dayatmayı, keyifsizliğin kurumsallaşmış halini.

Buradan da küçük bir çağrımız olsun: Madem bu kadar hassassınız, madem kamusal alanda “rahatsızlık verici kıyafet” konusunda bu kadar duyarlısınız, o zaman aynı yasaklama iştahınızı çarşaf, burka gibi kıyafetler için de göstermenizi bekliyoruz. Ne de olsa mesele toplumsal düzense, simetrik olun biraz. Yoksa kimse kusura bakmasın, buna ne ahlak denir, ne özgürlük, sadece tek taraflı yaşam tarzı dayatması denir.

Kısacası sevgili “Değer Koruyucular”: Bırakın insanlar biraz neşelensin. Siz de isterseniz bir gün cesaret edip festivale gelin. Belki siz de gülümsersiniz.

 

Türkiye Yüzyılının inşasında eğitimde yanlış yoldayız

Türkiye, son yıllarda büyük bir dönüşüm ve kalkınma hedefiyle “Türkiye Yüzyılı” vizyonunu ortaya koyuyor. Ancak bu hedeflere ulaşabilmek için eğitimin doğru şekilde şekillendirilmesi gerektiği çok açık bir gerçektir. Eğitim, bir toplumun kalkınmasında temel yapı taşıdır. Ne yazık ki, son yapılan öğretmen atamaları ve eğitim politikaları, bu büyük hedefe ulaşmak adına atılacak doğru adımların önünde bir engel teşkil ediyor gibi görünüyor.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın son açıkladığı öğretmen atama kontenjanları, eğitimdeki ciddi bir yanlışı gözler önüne seriyor. İngilizce, felsefe, fizik ve fen bilimleri gibi önemli alanlara sadece birkaç yüz kontenjan ayrılmışken, din dersi öğretmenliği için açılan kontenjan sayısı çok daha fazla. Bu durum, Türkiye’nin bilim ve teknoloji alanlarında ileriye gitme hedefiyle çelişiyor.

Din Dersi Öğretmenleri Yerine Bilim Öğretmenleri

Evet, Türkiye’nin kültürel değerlerine saygı duymak ve bu değerleri genç kuşaklara öğretmek elbette önemlidir. Ancak, Türkiye’nin “yüzyıl” hedeflerine ulaşabilmesi için bilimsel düşünceyi teşvik eden, öğrencileri bilimsel ve teknolojik yeniliklere hazırlayan öğretmenlere ihtiyacı vardır. Bu öğretmenler, matematik, biyoloji, fizik, kimya, felsefe gibi alanlarda öğrencileri yetiştirecek, onlara çağdaş dünyada rekabet edebilecek bilgi ve beceriler kazandıracak kişilerdir.

Bir toplumun geleceğini şekillendiren, bilimsel düşünme ve yaratıcı çözüm önerileri sunabilme yeteneğidir. Türkiye’nin daha büyük bir ekonomik güç haline gelmesi, dünya çapında etkili olabilmesi için bu tür bir eğitime yönelmesi gerekir. Bilim ve teknoloji alanında lider ülkeler, yalnızca nüfuslarına değil, aynı zamanda eğitim sistemlerine verdikleri öneme dayalı olarak bu konumda yer almaktadırlar.

Eğitimde Yanlış Yolda Mıyız?

Bugün Türkiye’nin eğitim sistemi, hala köklü reformlara ihtiyaç duyuyor. Öğretmen atamaları ve eğitim politikaları, ne yazık ki bilimsel ilerlemeyi teşvik etmekten uzak bir şekilde şekilleniyor. Bir öğrencinin gelecekte mühendis, bilim insanı, doktor veya araştırmacı olması için önce doğru eğitimi alması gerekmektedir. Ancak, bu süreçte gerekli olan öğretmenler, din derslerine öncelik verilerek göz ardı edilmektedir.

Din dersi öğretmenlerinin sayısının artırılması, Türkiye’nin bilimsel kalkınması için gerekli olan öğretmen sayısını azaltıyor. Bu da, ülkenin eğitim sisteminin yanlış bir yolda olduğunun en büyük göstergesidir. Türkiye, 21. yüzyılın rekabetçi dünyasında yalnızca din derslerine odaklanarak, bilimin ışığında ilerlemek yerine, geri kalmış bir Orta Doğu ülkesi konumuna düşme riskini taşımaktadır.

Sonuç: Eğitimde Devrim Zamanı

Eğer Türkiye, “Türkiye Yüzyılı” hedefini gerçeğe dönüştürmek istiyorsa, eğitimde köklü değişiklikler yapmalıdır. Öğretmen atamalarında bilimi, teknolojiyi, matematik ve felsefeyi ön plana çıkaran bir yaklaşım benimsenmelidir. Bu, sadece eğitimde değil, aynı zamanda ekonomide ve toplumsal gelişimde de büyük bir ivme yaratacaktır. Türkiye’nin aydınlık yarını için, doğru eğitim politikalarına ve vizyoner öğretmenlere ihtiyacı vardır.

Milli Eğitim Bakanlığı, bu yanlış yolda ilerlemek yerine, geleceği şekillendirecek bilim insanlarını yetiştirecek öğretmenlere daha fazla önem vermelidir. Aksi takdirde, Türkiye’nin “yüzyılı” sadece bir hayal olarak kalır.

 

Mevlüt Abi’nin Not Defteri

Başlık: “Ben Olsaydım Şampiyonduk!”

Bakın çocuklar…
Adana’nın sıcağı ayrı, insanı ayrı, bir de iki tane güzide futbol kulübü var ki… onlardan akan terle yoğrulmuş bir şehir bu. Ama ne oldu? Bu sene hem Adana Demirspor hem de Adanaspor küme düştü. E pes yani!
Biri Süper Lig’den düştü, öbürü TFF 1. Lig’den. Şehir komple alt lige taşındı!

Yönetimlere bakıyorsun… Lüks arabalarda poz, Instagram story’si eksik değil ama sahaya bakıyorsun, futbolcular topa vurunca meşin yuvarlak üzülüyor. Taraftar desen helak olmuş, çoluk çocuğuyla deplasmana gidenler var, adamlar maç sonu “olsun yine de severiz” diyor. E taraftar bu kadar bağlı, şehir bu kadar tutkulu, peki yöneticiler ne yapıyor?

Kardeşim açık konuşayım…
Ben olsaydım, ikisi de şampiyondu.
Demirspor’u Avrupa’ya uçururdum, Adanaspor’u da TFF 1. Lig’den hop diye Süper Lig’e zıplatırdım.
Ama tabii beni çağıran olmadı. Neden? Çünkü ben tribünde çekirdek çitleyen sıradan bir vatandaşım, yönetici değilim, öyle holding patronu tanıdığım da yok.

Bak açık söyleyeyim: Bu iş parayla pulla değil, gönülle yapılır. Biraz topun dilinden anlayacaksın. Transfer döneminde “bu çocuk YouTube’da güzel çalım atıyor” diye futbolcu alırsan, sezon sonu PTT’ye mektup yollarsın, “bize fiş yollamayın, zaten düştük” dersin.

Bu kadar potansiyelin olduğu şehirde, iki takım birden düşüyorsa bu iş yönetsel fiyaskodur kardeşim. Nokta.
Ama neyse… Seneye yine çıkarsınız inşallah. Tabii beni danışman yaparsanız.
Yoksa yine “Baba biz düştük mü ya?” diye uyanırsınız.

 

 

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER