Temel DEMİRER
“Sinema hareketli
imgelerle düşünmektir.”
Hep derim: İnsan(lık)ın ekmeğe ve düşe gereksinimi “olmazsa olmaz”ken; sinemanın düşünün gücü de asla unutulmayıp, “es” geçilmemelidir.
Çünkü “Beynimizde konuşan bir sinema var”ken;
Luis Buñuel’in, “Sinema, duygular, düşler ve içgüdü dünyalarını anlatmak için en iyi araçtır”; Roman Polanski’nin, “Sinema size bir salonda oturmakta olduğunuzu unutturmalıdır”; Krzysztof Kieślowski’nin, “Sinema hiçbir şeyi değiştirmez ama insanların birçok şeyi anlamasını sağlar. Dünyayı değiştirecek olan filmler değil, o filmleri izleyecek olan insanlardır,” diye tarif ettikleri şeydir o…
* * * * *
Auguste ve Louis Lumière kardeşlerin 1895’de Paris’in Grand Cafe’sinde gösterimini gerçekleştirdikleri ilk film, ‘Trenin Gara Girişi’ belgeseliydi; o günden beri kurmacaya, animasyona, deneysele “bulaşsa da”, hayata dokunan sinemanın gerçekle kurduğu ilişki her daim ilk gündem maddesi olmuştu. Çünkü sinema, hayatın gerçeklerinden kaçmayan bir düş olabildiği ölçüde sinema olmuştu.
Gerçekten de sinema düşlerin/ özlemlerin dilini kullandığından beri düşler/ özlemler hakkında konuşmak filmlerden söz etmek gibiydi: Görüntülerden/ karelerden oluşmuş bir düş/ özlem diliydi…
Pier Paolo Pasolini “Sinema benim için bir düştür. Estetizmin çeşitli öğeleriyle, ayık olarak gördüğüm bir düş,” notunu düştüğü hakikâte ilişkin olarak Stanley Kubrick ile Gene D. Phillips’in şu notunu da ekleyeyim:
“Bir filmin bir defa izlenmesi gerektiği düşüncesi, filmi geleneksel olarak, görsel bir sanat eserinden ziyade geçici bir eğlence olarak algılamamızdan kaynaklanıyor. Harika bir müzik parçasını bir defa dinlemek ya da harika bir tabloya bir defa bakmak, hatta harika bir kitabı sadece bir defa okumak zorunda olduğumuzu düşünmüyoruz.”
Ve bir şey daha: Jacques Séguéla, “Sinema anılar üretir, televizyon bellek yitimine yol açar,”
diye uyarırken; sinema bir gösteri olmakla sınırlandırılamaz; o bir dünya görüşüdür; yıkan yaratıcılığın itirazdır; ama burjuvazinin elinde de Hollywoodvari bir ideolojik anlatı fabrikası halini alır…
“Hollywoodvari” dedim: Özellikle 1930lardan itibaren, film yapımcılarının Beyaz Saray ve FBI ile ilişkileri sayesinde Hollywood bir kültürel istila ve biçimlendirme aygıtına dönüşmüştü…
* * * * *
Max Horkheimer’ın, “Akıl kavramı ne kadar güçten düşerse, ideolojik manipülasyona, hatta en kaba yalanların yayılmasına o kadar elverişli duruma gelir; Thomas Stearns Eliot’un, “İnsan türü, bu kadar çok gerçekliği kaldıramaz,” uyarılarıyla müsemma sürdürülemez kapitalist çürüme kontrolünde “Sinema artık hastadır. Gözleri kapitalizmin ‘altın tozu’ ile kör edilmiştir. Kumarbaz yapımcılar sinemayı istedikleri şekilde yönlendirirken sıradan ve acıklı öykülerle yürekleri sızlatarak üst üste para desteleri yığmaktalar!”
Bunun coğrafyamızdaki yansımasına gelince: Yerli filmin seyirciyi ağlatanı ya da mizah adına “küfredeni” makbulken; Hollywood a-estetiğine yakın ürünler öne çık(artıl)ıyor.
Tam da bundan ötürü siyasal, kültürel, ekonomik değişim ve dönüşümlerin bireyler ve toplum üzerindeki radikal etkilerini sorunsallaştıran az sayıda film çekiliyor ya da filmlerin gerçeğe teması daraltılıp, güncel soru(n)lara uzak duruyor.
Böyle olunca da, coğrafyamızdaki politik atmosferinin sinema sektörüne yansıması kaçınılmaz oluyor. “Örneğin uluslararası festivallerde “Türkiye’nin adayının belirlenmesinde siyasetin doğrudan olmasa da dolaylı müdahalesine tanık olduk. Dolaylı diyorum, çünkü adayın belirlenmesi, Kültür (ve Turizm) Bakanlığı’nın sektör temsilcilerinden oluşturduğu bir kurul eliyle oluyor. Dolayısıyla, sansür görevi sektörün kendisine verilmiş oluyor.”
Böylece devlet, sinemada ipleri doğrudan ve sıkıca eline alıyor. Bakanlığın, Cannes’da gösterilen Emin Alper’in filmi ‘Kurak Günler’e verdiği finansal desteği faiziyle geri istemesi örneğinde görüldüğü üzere…
Yaşanılan bunca adaletsizlik ve zulüm ortasında, sinemada da mesleki deformasyona teslim olanlar olduğu gibi, itiraz edenler de ortaya çıkıyor.
Evet, sinema sanatçılarında sırça köşklerine sığınanlar, geçim derdiyle düşüncelerini buzdolabına kaldıranların sayısı epey fazla. Ama dünya görüşlerinden taviz vermeyen, insanlığın iyiliği için bir şeyler söylemeye, tarihe bir not düşmeye çalışanlar da var. Zaten umut da onlarda…
* * * * *
Alain Badiou’nun, “Eski kültür söz konusu olduğunda olası bir yeniliğin alanı olarak gereken ve öngörülebilir olan şey, eskinin zayıflaması değil, bulunduğu yerde çürümesi, besine dönüşecek bir çözülmedir,” saptamasını tersinden anımsatan koordinatlarda -eleştiri konusu- Yeşilçam’ın bile gerisine düşülen bir noktada, 40. İstanbul Film Festivali’nde “onur ödülü”nün sahibi yönetmen Çetin İnanç’a kulak vermekte yarar var:
“Yeşilçam, iki tane sokaktı. En az 20 tane yazıhane vardı film yapan, oyuncular vardı, 12 yönetmen vardı, 13. ben oldum, asistanlıktan gelerek. Orada insan duygusu vardı. İyilerle kötülerin savaşını anlatırdık biz, iyilerin yanında olurdu o filmler. Bu da Türkiye vatandaşının duygularını ayağa kaldırıyordu... Başımızda sansür diye bir bela vardı. Yılmaz Güney’in de benim de filmlerimi yaktılar.”
Gerçekten de “Bay Sinema” diye anılan Türker İnanoğlu ya da Dünyayı Kurtaran Adam’dan Kara Murat’a sayısız karakterle hafızalara kazınan; Atilla Dorsay’a, “Cüneyt Arkın ile yalnızca Türk sineması değil, Türk sanat ve kültürü de bir ikon insanı kaybetmiş oluyor,”
dedirtenler bile yok artık!
Atıyla, kılıcıyla Battal Gazi, Malkoçoğlu, Kara Murat ile müsemma ve “Tabii, milliyetçiyim. Nasıl olmam!.. Ecdadımızı bilmeliyiz, tanımalıyız. Onlara sahip çıkmalıyız. Kaç yıllık bir tarihi birikimi var benim ecdadımın. Dünyada Türk milleti kadar tarihi birikimi olan başka bir millet yok. Bunları bilir, özümserseniz, milliyetçi olmanız zaten kaçınılmazdır,”
diyen Cüneyt Arkın’ın daha sonra ‘Maden’ filminde işçiye dönüştüğü günlerin çok uzağındayız. Yine Cüneyt Arkın’ın, 12 Mart sürecinde düzenlenen 4. Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney ‘Baba’ filmindeki rolüyle ‘En İyi Erkek Oyuncu’ seçilmişken siyasi baskılar sonucu elenip, ilk oylamada ikinci gelen ‘Yaralı Kurt’ filmindeki rolüyle birinci ilan edilmesi kararına itiraz edip ödülü reddettiği günlerin de…
* * * * *
14 Kasım 1914’ı, “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” belgeseliyle sinemanın doğum günü ilan eden şaibeli varsayımlardan
bugünlere Türk(iye) sineması “Recep İvedik”ler noktasına dek gerilemiştir…
Oysa bir dönem, kapitalizmin ve Amerikan kültürünün coğrafyamızdaki yıkımlarına rağmen toplumsal içerikli yapımlar üretilebilmiştir. Ancak uzun sürmez bu dönem. 71 darbesi tüm sanat alanlarını olduğu gibi sinemayı da olumsuz yönde etkiler. Nicelik artışına koşut bir nitelik artışından söz etmek olanaksızdır. Tabi, istisnalar da eksik olmaz. Yılmaz Güney ve onun izinden ilerleyen genç sinemacılar yeni bir soluk getirirler. Ta ki, 80 darbesi ile içlerine kapanana kadar… Sinemaya devlet desteği verilmeye başlanması da aynı yıllara rastlar. Devletin kanatları altında doğan sinema, bir kez daha devletin kanatları altına girer…
Üzerine -Orhan Pamukvari!- büyük yaygaralar kopartılan Nuri Bilge Ceylan’da bu saptamadan ari değildir.
“Entel işi sinema”sıyla; “Mütevazılık falan hiçbir zaman gerçek bir üst değer olamamıştır bizde. Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsanız saygı hemen azalmaya başlar, hissedersiniz. Kültürün bütün elemanları insanları şişinmeye, öğünmeye, defolarını gizlemeye itiyor. Bu da çok ağır bir yük taşımamıza neden oluyor. Gizlenecek şeyler devamlı birikiyor. İtiraf kültürü gelişse, bunları söylediğimiz zaman takdir görebileceğimizi düşünsek bunları açığa çıkaracağız. Yükten kurtulacağız,”
diyerek; ilk ödülünü Yılmaz Güney’e adadığını hatırlatıp ekler Nuri Bilge Ceylan:
“Ben ödülü alırken öyle bir şey (sağ yumruğunu kaldırması) yapmadım. Daha sonra bir fotoğraf çekimi var karşınızda yüzlerce fotoğrafçının olduğu? Orada sürekli çığlıklar hâlinde bağırarak sizden çeşitleme yapmanızı, elinizi kaldırmanızı, gözlüğünüzü çıkarmanızı, yumruğunuzu sıkmanızı, elinizi cebinize sokmanızı isteyen, bağıran bir güruh var. Bir şeyler yapmak zorunda kalıyorsunuz ama tabii ki Yılmaz Güney’e bir selam olarak da algılanabilir. Orada bir saniye için yumruğumu da sıktım. Tabi Yılmaz Güney’i çok severim ben. Sinemasını çok severim, Yol filmini çok severim. Hayatını ilginç bulurum. Çok okumuşumdur. Yani öyle bir ilişki kurulması da beni rahatsız etmez. Ama çok bilinçli, böyle hesaplanarak yapılan bir şey de değildi. Bir saniye içinde gelip geçen bir şeydi.”
Söyledikleri tam da kendini anlatmaktadır! Estetik kisveli bir apolitizm…
* * * * *
Zygmunt Bauman’ın, “Vicdanın sesi, duymazdan gelinse bile susmayacaktır,” ifadesindeki üzere bugün ihtiyaç ne “Recep İvedik”lerin ne de ““Entel işi sinema”cıların kolaycılığıdır…
Şimdi her zamankinden daha da fazla politik sinemaya muhtacız.
Politik sinema deyince en başa Charlie Chaplin’in “Büyük Diktatör”ünü koymak isterim. Sonra, büyük ustalar İtalya’dan Bernardo Bertolucci (Konformist, 1900), Taviani kardeşler (San Lorenzo Gecesi), Gillo Pontecorvo (Cezayir Savaşı, İsyan), Polonya’dan Andrzej Wajda (Küller ve Elmas, Vaatler Ülkesi, Mermer Adam, Demir Adam), Macaristan’dan Istvan Szabo (Baba, Güven, Mefisto, Albay Redl, Hanussen), Hindistan’dan Satyajit Ray (Ev ve Dünya), Yunanistan’dan Theo Angelopoulos (Kumpanya, Avcılar, Büyük İskender, Kitera’ya Yolculuk, Ulis’in Bakışı, Ağlayan Çayır), Fransa’dan Jean Renoir (Harb Esirleri, Hayat Bizimdir), Rene Clair (Özgürlük Bizim), Jean-Luc Godard (Herşey Yolunda, Doğu Rüzgârı), Alain Corneau (Petain), Costa Gavras (Ölümsüz, Sıkıyönetim, İtiraf, Amen, Hanna K), İspanya’dan Carlos Saura (Ay Carmela), Euzhan Palcy (Kuru Beyaz Bir Yaz), Britanya’dan Ricahrd Attenborough (Gandhi), Stanley Kubrick (Zafer Yolları, Spartaküs, Full Metal Jacket, Dr. Garipaşk), Jim Sheridan (Babam İçin), Michael Radford (1984), Almanya’dan Margarethe von Trotta (Rosa Luxemburg, Kurşun Yılları), Volker Schlöndorff (Teneke Trampet, Damızlık Kızın Öyküsü, Diplomasi), Küba’dan Gutierrez Alea (Az Gelişmişlik Anıları), Glauber Rocha (Siyah Tanrı Beyaz Şeytan), Arjantin’den Solanas (Fırınların Saati, Güney, Tangolar), Luis Puenzo (Resmi Tarih), Mısır’dan Yusuf Şahin (Merkez Garı, Elveda Bonapart), Rusya’dan Sergey Eisenstein (Potemkin Zırhlısı, Ekim, Grev), Mihail Kalatozov (Ben Küba), Nikita Mkihalkov (Güneş Yanığı), Haiti’den Raoul Peck (Lumumba), ABD’den Warren Beatty (Kızıllar), Roger Spottiswood (Ateş Altında), Oliver Stone (Salvador), Steven Soderberg (Che). Daha çok isim sayabiliriz; Afrika sinemasından Osman Sembene, Çekoslovakya’dan Jaromir Jires, Jiri Menzel, Vera Chytilova…
Mayıs 68’i takip eden beş yıla politik sinema, militan sinema ve Marksist film teorisi alanlarındaki yenilenme damgasını vurdu. Bu yenilenmenin yoğunluğu ve radikalliği ancak 1920’lerin Sovyet sinemasıyla karşılaştırılabilir, ki zaten 68’li sinemaseverler için bu dönemin sinematografik kültürü bir model oluşturuyordu. Marksist sinema denemeleri, aynı zamanda dönemin kritik tartışmalarını yansıtan ve doğuran çeşitli biçimler aldı.
Bu gerçeklik coğrafyamıza da yansısa da; politik süreçleri yorumlayan, toplumsal değişimi yansıtan filmlerin sayısı pek fazla değil. Yılmaz Güney’den Emin Alper ve Özcan Alper’e uzanan çizgide kaç isimden söz edebiliriz? “Karanlıkta Uyananlar”la Ertem Göreç, “Adak” ve “Bekle Dedim Gölgeye” ve kadın özgürlüğünü gündeme taşıyan filmleriyle Atıf Yılmaz, “Maden” ve “Demiryol” ile Yavuz Özkan, “Zengin Mutfağı” ile Başar Sabuncu, “Ses”, “Sürü” ve “Düşman”la Zeki Ökten, “Endişe” ve “Yol” ile Şerif Gören, “Sis” ile Zülfü Livaneli, “İz” ve “Güneşe Yolculuk”la Yeşim Ustaoğlu, sonraki kuşaktan Reis Çelik, Yusuf Kurçenli, Handan İpekçi, Hüseyin Karabey, Kazım Öz, Aydın Orak gibi yönetmenler ilk akla gelenlerdir… Ayrıca bazı Kemal Sunal filmlerinin toplumsal sorunlara yaklaşımı ile günümüz komedilerinin çok önünde olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.
Ancak “politik sinema” dendiğinde ilk anımsanması gerekenlerin başında Jean-Luc Godard gelir. O, ideallerin ve idealistlerin çağında yaşadı. ‘Chaiers du Cinema’nın yazarı Godard, gerçeğin bir adıydı, Yeni Dalga’ydı. Patlayan bir hafızanın, görkemli duygusuna sinema tarihi tanıklık etti.
Ve “Sinema dünyadaki en güzel hiledir… Fotoğraf bir gerçek ve sinema bir saniyede 24 kez gerçek… Yapıldığı şekliyle klasik sinemayı bıraktım. Aslında, artık çok ilgilendirmiyor beni; televizyonda da olsa, büyük bir ekranda veya Netflix’te de olsa. İlgilendirmiyor beni, çünkü dümdüz. Benim için yeryüzü düz değil,” diyen Jean-Luc Godard için sinema işçi sınıfının, ezilenlerin, ötekilerin sözünü aktaran, mağdurun sesini duyuran bir sanattı.
Raymond Queneau’nün, “Herkes iki kere iki dört eder diye düşünür, ama rüzgârın hızını unuturlar,” saptamasını önemseyen Jean Luc Godard ile arkadaşları 1968’de Cannes Film Festivali’ni basarak kalabalığa festivalin 68 olayları nedeniyle iptal edilmesi gerektiğini açıklayan bildirinin mimarıydı. Konuşmasında “Burada bugün öğrencilerin ya da işçilerin sorunlarını anlatan tek bir film yok. Forman’ın, benim, Polanski’nin ya da Truffaut’nun böyle bir filmi yok. Biz geride kaldık. Öğrenci dostlarımızın bir hafta önce kafaları kırıldı, bize bu şekilde örnek oldular… Ben size öğrenciler ve işçilerle dayanışma diyorum, siz bana kamera açıları ve yakın çekimden bahsediyorsunuz!”
diye haykırandı…
* * * * *
Bizim, V. İ. Lenin’in, “Sinema tüm sanatların içinde bizim için en önemli olanıdır,” uyarısını kulağımıza küpe ederek; “Karakterlerim asla kurban değil, hepsi savaşçı ve hepsi direnişe inananlardır”
diyenlerin politik sinemasını yenidencanlandırmaya ihtiyacımız var.
Bu yolda “Ben Öldükçe Yaşarım”, “Bitmeyen Yol” gibi önemli yapıtlara imza atan; “Ağrı Dağı Efsanesi”, “Boş Beşik”, “Şoför Nebahat”, “Toprak Ana” gibi filmlerin senaryosunu kaleme alan; “Kırık Çanaklar”, “Denize İnen Sokak”, “Keşanlı Ali Destanı”nda sanat yönetmenliğini üstlenen Duygu Sağıroğlu kalitesinde bir birikime…
Aldous Huxley’in, “Eğer farklıysan, yalnızlığa mahkûm oluyorsun,” saptamasını doğrularcasına aydının yalnızlığını yaşasa da inatla sansürle mücadele eden “Bereketli Topraklar Üzerinde” ve “Hakkâri’de Bir Mevsim” filmlerinin Erden Kıral’larına…
Sinemada asistan, yönetmen yardımcısı olarak Osman Seden, Mehmet Aslan, Yılmaz Atadeniz, Memduh Ün, Atıf Yılmaz ve Yılmaz Güney gibi dönemin farklı yönetmenleriyle çalışmış; böylece farklı sinemasal üsluplar ve yaklaşımlarla beslenerek kendi sinema dilini oluşturmuş; uzun soluklu sinema yolculuğu sadece filmlerin üretim süreci ile sınırlı olmayıp aynı zamanda 1960’lı yıllardan itibaren Sine-İş Sendikası, 70’li yıllarda Türkiye Film Emekçileri Sendikası ve 1978’de DİSK’e bağlı Sine-Sen’in yönetiminde yer almış; sendika başkanlıkları üstlenmiş ve sinemanın örgütlü mücadelesinin de önemli ismi olmuş; 12 Eylül Askeri Darbesi sonrası sendika yöneticisi olduğu için yargılanmış, cezaevlerinde yatmış Şerif Gören’lerin ısrarına…
“Benim sinemadaki duruşum ve dünya görüşüm, Yılmaz Güney’i tanıdıktan sonra değişti. Ve bu benim dönüm noktam oldu. O günden bu yana ezilenlerden, emekten taraf oldum,” diyerek “Ferit”i geride bırakarak madenci Nurettin’e ulaşan; 12 Eylül darbesi olduğunda Almanya’dan hemen memlekete dönüp; uçaktan iner inmez, “memleket aleyhine konuşmak” iddiasıyla tutuklanan; sonra da Barış Derneği davasında yargılanan; ancak derneğe üye olmadığı hâlde inadına “üyeyim” diyen Tarık Akan’lara…
“Komünizmden başka yol var mı yani? Başka bir düşünce, başka bir hissiyat, başka bir felsefe var mı? Dünyayı bir bahçe hâline getirebilecek, insanoğlunun insanca yaşamasını, köleliğin kalkmasını, ırkçılığın kalmamasını öneren bir yol var mı?” sorusunu dillendiren Yılmaz Güney’in yoldaşı Tuncel Kurtiz’lere…
“Tesadüflerin yarattığı sanat olamaz. Sanat bilinçli müdahalenin, yeniden yaratmanın, heyecanın, tutkunun sonucu var olur. En etkin toplumsal ya da bireysel olayları kendi gerçekliği ve kendi bütünlüğü içinde aktarmak da onun sanat eseri olması için yeterli değildir. Sanatçıya ‘sanatçı’ niteliğini kazandıran şey, onun bilinçli sanatsal eylemi ve yarattığı şeye kattığı kişisel büyüdür. Bir anlamda hayatın sihrini, gizini, hayatın içinde saklı olup da herkesin göremediği şeyi yakalamadan ve onu yeni bir biçimde yaratmadan sanatçı olunamaz.”
“Ben bir kavga adamıyım. Sinemam da bir kavganın, halkımın kurtuluş kavgasının sinemasıdır.” “Dost ve düşman herkes bilsin ki, kazanacağız! Mutlaka kazanacağız! Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir,” diye haykıran -‘Acı’nın, ‘Ağıt’ın, ‘Baba’nın, ‘Umutsuzlar’ın, ‘Arkadaş’ın, ‘Endişe’nin, ‘Yol’un, ‘Sürü’nün, ‘Duvar’ın Yılmaz Güney’lerine
muhtacız hâlâ…
* * * * *
Diyeceklerimi toparlarsam…
Şimdi yeniden Zeki Demirkubuz’un, “Sinema bana ortaya bir mesele koyma, hayat hakkında anlatılması da biraz zor, belki genel anlamda çok kabul edilmeyen, ideolojik ve kabul görmüş egemen algıların dışında, bir şeyler yapma fırsat ve özgürlüğü veriyor. Bunun için sinema yapıyorum”…
Jacques Tati’nin, “Ben istiyorum ki; film, siz sinema salonunu terk ettikten sonra başlasın”…
Orson Welles’in, “Bir film bir şairin yüreğindeki bir göz olmadıkça asla gerçekten iyi değildir”…
Ai Weiwei’nin, “Kültür, çıraklığa, meydan okumaya ve tehlikeye dair bir meseledir; bilincimize, duyarlılığımıza ve algılama kapasitemize bir anlam yükler. Kültür, asla entelektüel mastürbasyon değildir!,” ifadeleriyle müsemma sinemanın gücünü yeniden tarihin sahnesine çıkar(t)makla mükellefiz…
10 Eylül 2023 18:22:09, İstanbul.
N O T L A R
Güney Dergisi, No:108, Nisan, Mayıs, Haziran 2024…
Gilles Deleuze, aktaran: Ulus Baker, Beyin Ekran, Derleyen: Ege Berensel, Birikim Yay., 2011, s.211.
Nikos Kazancakis, Zorba, çev: Ahmet Angın, Can Yay., 2001.
Stanley Kubrick-Gene D. Phillips, Sinema Sanat, Agora Kitaplığı, s.55.
Jacques Séguéla, Yarın Çok Star Olacak, çev: Mine Haksal, Reklam Akademisi Yay., 2021, s.193.
Şenol Erdoğan, Sinema Manifestoları, Altıkırkbeş Yay., 2011.
Vecdi Sayar, “Oscar’da Dünya Sineması”, Birgün, 25 Aralık 2022, s.15.
Işıl Çalışkan, “Bakanlık, Sinemada İpleri İyice Eline Aldı”, Birgün, 5 Ocak 2023, s.15.
Orhun Atmış, “İnanç: On Günde Film Çekerdim, ‘Altı Günde Olmaz mı’ Derlerdi!”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2021, s.15.
Işıl Çalışkan, “Yeşilçam En Büyük Jönünü Kaybetti”, Birgün, 29 Haziran 2022, s.15.
Aktaran: Adnan Binyazar, “Oyuncunun Mirası...”, Cumhuriyet, 1 Temmuz 2022, s.13.
14 Kasım 1914. Bu tarihi kesin olarak biliyoruz; o gün dinamitle patlatılarak yıkılıyor abide. Olayı görüntüleyen bir fotoğraf var. Fuat Uzkınay’ın kamerasıyla birlikte o alanda olduğunu da biliyoruz. Ama film ortalarda yok…
Sinema tarihimizin en gizemli olaylarından biridir bu ‘ilk Türk filmi’nin bulunamamış olması. Yangında yitirildiğini iddia edenler olduğu gibi, teknik bir nedenle filmin çekilememiş/ tamamlanamamış olduğunu iddia edenler de var. Tolga Yalur, ‘Kayıp Filmler’de, çekim başlamadan önce kamera kablosunun bir atlı araba tarafından ezilerek koparılmasından, Uzkınay’ın bozuntuya vermeyerek çekimi yapıyormuş gibi davranmasından söz eder, şakayla karışık… Bu noktada, elimizdeki tek somut belgenin, Genelkurmay Başkanlığı Ordu Foto Film Merkezi’nde bulunan, üzerinde “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” yazan, içi boş bir teneke kutudan ibaret olduğunu sevgili Nijat Özön ve Onat Kutlar’dan dinlemiştim. Bu bilgi, filmin birileri tarafından alınmış ya da çekileceği ilan edilen filmin beceriksizlik sonucu çekilememiş olabileceğini düşündürtüyor. Sevgili Burçak Evren de, ‘Bir Filmin Serüveni: Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” adlı kitabında benzer kaygıları paylaşır.
Farz edelim ki, film çekilmiş olsun ve bir gün bu kayıp makaranın ortaya çıkacağına inanalım… Gerçekten ‘ilk Türk filmi’ mi olacak bu? Yoksa milliyetçi, hatta ırkçı bir söylem olarak mı kalacak? Neden derseniz, bu filmden epey önce, 1905-1911 yılları arasında çekilmiş görüntüler var elimizde. O tarihte Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde -şimdi Yunanistan’da- olan Avdela’da doğup, bugün Makedonya topraklarında olan Manastır’da fotoğraf ve filmcilik yapan göçebe Ulah asıllı Manaki kardeşlerin çektiği görüntüler… Hem de, tek bir film değil. Resneli Niyazi Bey ve diğer Jön Türklerin ‘Hürriyet törenleri’nden Sultan Mehmet Reşat’ın Bitola (Manastır) ziyaretine, çok sayıda belge film çekilmiş.
Osmanlı tabası olan (Yanaki ve Milton) Manaki kardeşlerin çektiği bu belgesellerin sinemamızın ilk ürünleri olduğu gerçeğini niçin kabullenmiyoruz? Sırf Türk olmadıkları için mi? O zaman, bugün de gayrımüslim Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının filmlerini sinemamızın ürünü olarak kabul etmeyecek miyiz? Ülkemizdeki ilk matbaanın da benzer bir hikâyesi vardır. İlk matbaamızın İbrahim Müteferrika tarafından kurulduğunu yazar tarih kitaplarımız. Oysa, bu tarihten 235 yıl önce Yahudi bir Osmanlı vatandaşının, ardından Ermenilerin ve Rumların matbaalarını kurdukları biliniyor. (Vecdi Sayar, “Devletin Kanatları Altında”, Birgün, 15 Kasım 2020, s.15.)
“1920 yılına gelindiğinde, Amerikan rehberi Constantinople Today’in verdiği bilgi göz önünde tutulursa, sadece sinema alanı değil o zamanlar sinemanın da içine dahil edildiği eğlence sektörünün yüzde 83’ü Rumların kontrolündeydi. 1929 yılında Tüccar Naci Bey’in Siirt Milletvekili Mahmut Bey’e gönderdiği rapora göre de Türkiye’de film dağıtım işinde önde gelen kişilerin azınlık mensupları ve yabancı uyruklu kişiler olduğu açık bir şekilde görülmektedir.” (Yalçın Lüleci-Alparslan Nas, “Türk Sinemasında Azınlıklar”, Düşünce ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi, No:2 Haziran 2020) (Mesut Kara, “Yeşilçam’ın Azınlık ‘Öteki’leri”, Evrensel, 1 Mayıs 2022, s.8.)
Cansu Çamlıbel, “Nuri Bilge Ceylan Söyleşisi”, Hürriyet, 20 Mayıs 2014.
Vecdi Sayar, “Özgürlük İçin Demokrasi İçin”, Birgün, 28 Mayıs 2023, s.19.
Daniel Fairfax, “Mayıs 68’in Sineması”, Yeni Yaşam, 6 Ağustos 2019, s.10.
Aktaran: Murat Tırpan, “Bir Devrin Sonu”, Birgün, 14 Eylül 2022, s.15.
Rıza Oylum, Dünya Yönetmenlerinden Sinema Dersleri, Başkale Yay., 2013, , s.170.
Aktaran: Ayşe Emel Mesci, “Sarsıntı Sarsılarak Geçilecek”, Cumhuriyet, 17 Nisan 2023, s.11.
“Yılmaz Güney dünyanın en güzel bakan insanlardan biridir. Yılmaz Güney’e Ben sinemanın büyücüsü derim. İnanılmaz bir sinema insanıydı. Maalesef Yılmaz Güney ile bir filmde çalışamadık. O benim içimde her zaman en büyük acıdır. Onun kadar etkili yürekten bakan bir insan görmedim. Yılmaz Güney ile bir film çevirseydim her hâlde ona âşık olurdum!” (Türkan Şoray.)