Habip Hamza ERDEM
Kuşkusuz ‘
bilim’, denildiği üzere, ‘fildişi kuleler’de yapılan bir ‘
uğraş’ değildir.
Öncelikle ‘
güncel yaşam’ın gereklerine yönelik olacaktır.
Örnek olsun, bugün Türkiye’de, döviz kuru, faiz, enflasyonla ilgilenmeyen bir tek kişi bulamazsınız.
Neredeyse herkes ‘ekonomist’ olmuştur.
Partilerin oy oranlarının nasıl artıp eksildiğini ölçen ‘sosyoloğ’ mu dersiniz, parti politikalarını eleştiren ‘siyaset bilimci’ mi ya da düzenin bozulmasında ‘ahlâk’ın yeri üzerine düşünmeyen mi kalmıştır?
Kurtuluşu ‘
ilim’de arayan cemaatçiler de cabası.
Ki bu sonuncuların ‘alim’liği ile ‘ilahiyat’ yani ‘teoloji’ yapan akademisyenlerin ‘ilimciliği’ bile, sözde ‘güncel yaşamın güzelliği’; o bilinen sloganla ‘hak, hukuk ve adalet’ içeren bir ‘
düzen’ arayışına yönelik değil midir?
Ve hemen hepsinin ‘
uğraş alanı’nın odağında ‘
insan’ olduğu bilinmektedir.
Biyolojisinden psikolojisine değin ayrıntısına girmenin yararı yok.
Konu ‘insan’ olunca, onun ‘varlık’ ve ‘kodlanış’ biçimi, tarihin hangi döneminde olursa olsun ‘bilim’in de konusunu oluşturacaktır.
Ve ‘insan bilimi’ yani ‘
antropoloji’, böylece felsefeden de teolojiden de önce gelecek demektir.
Kuşkusuz ‘ilk insan’dan başlayan ama tarih içinde gelişen, evrilen, her ne denirse o, bir ‘
insanlık tarihi’ yapılacak demektir.
Ki, bugün dünya genelinde belli bir ‘
birikim’in olduğu söylenebilir.
Buna ‘
insanlığın birikimi’ diyelim.
Efendim
Elon Musk, ya da bilmem kim Task diye kestirip atmanın olanağı yoktur.
‘Yapay zekâ’ dahil, her türlü ‘çağdaş teknoloji’nin kökeninde Mısır ve Mezopotamya, Pisagor’lar, Galile ve Newton’lar yer almakta değil midirler?
Sosyal bilimlerde Oxford’lar, Sorbonne’lar, Heidelberg’ler falan…
19 ve 20nci yüzyıllara ise Alman Felsefesi, İngiliz Ekonomi Politiği ve Fransız ‘materyalizm’i damgasını vurdu denilebilir.
Fransızlarınkine ‘eylemlilik’ de denilebilir, ki sonradan ‘praksis’ diye adlandırılmıştır.
21nci yüzyıla Amerikan, daha doğrusu ‘anglo-sakson’ geleneği damgasını vurmuştur denilebilir.
O arada İsveçli astronom, İsviçreli biyolojist, Hintli ekonomist, Cezayirli filozof, Türkiyeli jeoloğun bir ‘icat’ ya da ‘kuramsal katkı’ yapmaması için herhangi bir neden yoktur.
Bütün bunlara karşın, ‘bilim’, genel olarak bir ‘ekol’ ya da belli bir ‘akım’ tarafından geliştirilmektedir denilebilir.
‘
Pozitivizm’, ‘
işlevselcilik’ (fonksiyonalizm),
yapısalcılık vb.
Bu durumu ‘
paradigma’ terimi ile açıklamaya çalışanlar da olmadı değil.
Yani ‘
bilim’, güncel yaşamda ‘
üzerinde’ en genel ‘
uzlaşı’ sağlanan bir ‘
görüş birliği’ olmaktadır.
Dünyayı, kişinin kendi ‘
kavramsal anlayışı’na göre yorumlamasına ise ‘
fenomenoloji’ deniyor.
Demek ki, ‘
bilimsel’liğin temeli ‘
kavram’lara ve yeni ‘
kavramsallaştıma’lara dayanmaktadır.
O nedenle, örneğin Türkiye’de tartışılan ‘Cumhuriyet’, ‘Demokrasi’, ‘Devlet’, ‘Ulus’ ve ‘Milliyetçilik’ gibi ‘kavram’ların ‘
en bilimsel’ olanını seçmek neredeyse olanaksızlaşmaktadır.
Hele bir de ‘kapitalizm’, ‘liberalizm’ ya da ‘neo-liberalizm’, ‘sosyalizm’ ve ‘komünizm’ gibi, dünya genelinde üzerinde uzlaşılmayan deyim (Notion) ve kavramlar söz konusu olunca, tartışmanın çatışmaya dönüşmesi için ortam hazır demektir.
‘Bilim’in ‘teknik’e uygulanmasına ise ‘
teknoloji’ deniyor ki, ayrı bir konudur ama çoğunlukla bilimle karıştırılır ve hatta çoğu kez onun yerine kullanılır.
Böylece ‘bilim’ ve ‘teknoloji’nin birebir örtüştüğü yere geldiğimiz söylenebilir.
Burası, ‘
ilk insanın’ kendisini yani ‘
insan’ı ‘
yarattığı’ yerdir.
Günümüzde DNA üzerine ‘bilimsel/teknolojik’ çalışmalar yapılmaktadır.
Ancak ‘ilk insan’ın ‘
homo Eractus’tan ‘
homo Sapiens’e geçişi, bir başka deyişle ‘
homme orijinel’den ‘
homme naturel’e geçiş sürecidir.
Michel Clouscard buna insanın “
kendi DNA’sı”yla oynaması diyor.
‘İnsan’ daha doğrusu ‘Adam’ın adam olması, doğanın ‘oyun’unu kendi ‘oyun’una dönüştürme becerisidir de denilebilir.
Ve ancak böylece ‘
özne’ (
sujet) olabilecek ve bunu da kendi ‘pratiği’ (ya da praksis) ile yapacaktır.
Ki ardından, kendi topluluğu tarafından ‘
kodlanma’ süreci başlayacaktır.
İşte bizim bugün ‘
bilim’ dediğimiz şey, bugünkü ‘
kodlanma düzeyi’nden başkası değildir.
Kendi ‘kod’umuzu bulamıyor ya da bugünkü çağda bile bilmemiz engelleniyorsa, yapabileceğimiz tek şey ‘
tarikat lideri’nin buyruğuna girmek olacaktır.
Ki o da bir ‘kodlama’dır.
‘Fildişi kule’lerden yapılabilecek ‘kodlama’lar da cabası.
Sonuç olarak, ‘kodlanma’dan kaçınılamaz ama bir ‘
düzey’ tutturulabilir, ki buna ‘
bilimsellik düzeyi’ diyeceğiz.
(Sürecek)