Hamza ERDEM
Yazının başlığına bakıp, kendilerini milliyetçi sanan zırzop Türkçüler ile zırzop Kürtçüleri bir yana koyarak, bu konuda kafa yoran ve araştırma yapan insanlarımıza, François Mitterand’ın deyimiyle ‘biraz’ ulus (millet) tanımı yapmaya çalışacağım.
Bilmem nereden doktoralı ‘Siyaset bilimci’leri de, kusura kalmasınlar ama bir kenara koyabilirim.
Çünkü bunların, en azından son dönemlerde, önde gelen değil ama önde gidenlerinin bile, zerre kadar tarih ve felsefe birikimlerinin, sözcüğün tam anlamıyla, ‘biraz’ olduğunu biliyorum.
François Mitterand’a gelince, siyasi olarak biraz sosyalist, kimilerince biraz ulusalcı, biraz emperyalist vb tanımlamalar yapılabilir.
Ancak, özellikle Jacques Chirac sonrası iktidara gelen Sarkozy, Holland, Macron tipi sığ devlet adamalarıyla karşılaştırılmayacak ölçüde bir ‘politikacı’, bir ‘düşünür’ ve bir ‘entelektüel’ idi.
1987 Yılında Sorbonne’da verdiği bir konferans’ta şöyle diyordu:
«Nous sommes Français, nos ancêtres les gaulois, un peu romain, un peu germain, un peu juif, un peu italien, un peu espagnol, de plus en plus portugais, peut-être, qui sait, pour donner, et je me demande, si déjà nous ne sommes pas un peu arabes?»
«Biz Fransızız, atalarımız Gaulle’lerdir (*), biraz Romen, biraz Jermen, biraz Yahudi, biraz İtalyan, biraz İspanyol, giderek Portekiz ve hatta, kim bilir, tanımlamak için kendi kendi kendime soruyorum acaba biz biraz da Arap değil miyiz ? »
François Mitterand’dan tam yarım yüzyıldan fazla bir süre önce, bu kez Doğu Roma coğrafyasında bir başka ‘asker’, ‘tarihçi’, ‘devlet adamı’, ‘düşünür’ ve ‘entelektüel’ şöyle diyordu: (daha doğrusu kendi el yazısı ile yazıyordu) ;
“Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu; Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”
Şimdi, bu iki tanım arasında ‘edebî’ olarak kimi farklılıklar olabilir.
Ancak ve ne var ki, ‘Ulus’ tanımında zerre kadar bir farklılık yoktur.
Ve ne yazık ki, ‘yıldırımlar yaratan bir ırkın afhadı’ olduğunu elli yıldan fazla bizzat söylemiş olan bir ‘eski komutan’ın bile bu tanımı kavrayamamış olduğunu söyleyebilirim.
O, hâlâ çıkmış Atatürk’ün millet tanımı diye kendince bir şeyler mırıldanıyor.
Beş yüz kitap, bin makale okunsa bile, konunun ‘öz’ü kavranamıyor olabilir.
İşte Türkiye’de yeniden Türklük, Kürtlük, Türkiyelilik gibi kimi gevezelikler yapılabiliyor.
Kimileri arkeolojik, antropolojik, psikolojik, bilmem ne ‘jik’ tanımlama peşinde.
Oysa gerçekten ‘lojik’ bir tanımla yapılmak isteniyorsa, ‘efradını cami ağyarını mani’ değil ama zıtlıkları ile birlikte bir ‘bütün’ olarak tanımlamak gerekmektedir.
Bu, çelişkileri görmezden gelici değil ama çelişkileri ile birlikte ele almak demektir.
Tarihi, kültürel, ekonomik ve sosyolojik bir bütünlük olarak, ama ‘aykırılıkları’ ile birlikte yani.
Ve Ulus, her şey bir yana, kesinlikle ‘ırk’ ve ‘din’le tanımlanabilecek bir şey değildir.
Bir tek ‘Dil’le ama sadece konuşulan değil fakat ‘diyalog’ kurulabilecek bir ‘dil’le kurulabilecek bir ‘uzlaşı’ya dayanmaktadır.
Öyle ki ‘aykırılıklar’da bile ‘uzlaşılmış’ ola.
Örneğin ‘ya sev ya terk et’ diyenleri bile bir zırzopluk olarak görebilmek demektir.
Onların küçük beyinlerinin Türklük’ten ne kadar uzak olduğunu anlayışla karşılayabilmek demektir.
Tıpkı diğerlerinin Kürtlük’ü kavrayamamış olduklarını görebilmek demektir…