Müftü fetvasıyla derisi yüzülen Nesimi

Ömer ALPDOĞAN Nesimi’nin Türk şairlerinin içinde olduğu gibi, Türk tarihinde, Türk dilinin geçmişinde ve geleceğinde büyük yeri vardır.. Nesimi şairliğinin yanında Türkçenin ses bayrağıydı.. Türkçe konuşma ve yazmadan tüm baskılara karşın vazgeçmeyen Nesimi, Türkçeye bağlılığını nedeniyle derisi yüzülerek vahşice katledildi. Fikirlerini yaymaya, şiirlerinin  Türkçe yazmaya, her koşulda Türkçe konuştuğu için zamanın Halep Müftüsü caninin fetvasıyla 1417/18’de derisi yüzülerek öldürülmüştü. Büyük Türk Ozanı Nesimi, bir tarikata gider. Azgın softa Nesimi’nin Türkçe konuşmasından rahatsız olur. Nesimi’den ya Arapça ya da Farsça konuşmasını ister. Nesimi ise azgın softaya şu cevabı verir: “Har içinde biten gonca güle minnet eylemem! Arabi, Farisi bilmem; dile minnet eylemem. Sırat-ı Müstakim üzre gözetirim Rahim’i, İblisin talim ettiği yola minnet eylemem.   Bir acayip derde düştüm, herkes gider kârına, Bugün buldum, bugün yerim; Hak kerimdir yarına. Zerrece tamahım yoktur, şu dünyanın varına Rızkımı veren Hüdâ’dır, kula minnet eylemem.   Oy Nesimi, can Nesimi; ol Gâni Mihman iken, Yarın şefaatlarım Ahmed-i Muhtar iken, Cümlenin rızkını veren ol Gâni Seddar iken; Yeryüzünün halifesi hünkâra minnet eylemem.” Aslında, Nesimi ana dili Türkçe dışında Arapça ve Farsça da bilmekteydi. Fakat, küstah tarikat yobazına karşı Türkçe’nin kendisi için ne kadar önemli olduğunu göstermek için “Arabi Farisi bilmem” demişti. Anadolu başta olmak üzere pek çok Türk yurdunda ozanlarımızın Türkçe’deki ısrarı, Türklüğün günümüze kadar yaşatılmasına en büyük katkıyı sunmuştur. Nesimi, hayatı pahasına da olsa dil asimilasyonuna direnen ilk Türk ozanıdır. Büyük ozanı saygıyla anarken, günümüz ozanlarından, yazarlarından Türkçe konusunda Nesimi kadar duyarlı olmalarını, Arapça dayatmasına karşı Türkçenin ses bayrağı olmalarının bekliyorum..   Muzaffer İzgü’nün kaleminden Adana’da milli günler Muzaffer İzgü’nün Adana’da ilk gecekonduyu yapan babası da, çamaşıra giderek çocuklarını doyurmaya çalışan annesi de, onca yoksulluk içinde Atatürk ve Cumhuriyete tutkuya bağlı insanlardı.. Adana’da o zamanlar Atatürk’ün Adana’ya gelişi de, milli bayramlarda bir başka coşkulya karşılanıyordu. Muzaffer İzgü, o günleri bakın ne güzel anlatıyor: “29 Ekim 1933, Cumhuriyet Bayramı, Cumhuriyet’in 10'uncu yılı… Gündüz resmigeçit olurdu, Atatürk Parkı’nın orada yapılırdı, annem gündüz törene gidiyor, izliyor, alkışlıyor. Annem okuma yazma bilmezdi, ama, nasıl bir Cumhuriyetçi kadındı… Gece fener alayı var. Annem illa ‘ben fener alayına gideceğim’ diyor. Bana dokuz aylık hamile… Babam yalvarıyor, ‘yahu hanım gündüz gittin, karnın burnunda, orada sancın filan tutmasın’ diyor. Annem dinlemiyor, ‘yok ben gideceğim’ diyor. Babam ne desin, peki diyor. Karşı komşumuz Nazmiye hanım teyze var. Onunla birlikte gidiyorlar. Adana Saathane’nin orası, mahşeri kalabalık, Yağ Cami’nin oradan bando çala çala geliyor. Annemin sancısı başlıyor! Nazmiye hanım teyze polise koşuyor, ‘çok kalabalık çıkamıyoruz’ diyor, polis çare buluyor, ‘bandonun arkasına takılın, ilk boşluktan çıkın’ diyor. Önde bando, arkasında annem, karnında ben, arkamızda fener alayı… Eve geliyor, doğuyorum. Bando mızıka takımı “çıktık açık alınla” dedikçe, ben de annemin karnından çıkmak için bağırıp duruyormuşum. Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde Onuncu Yıl Marşı eşliğinde doğuyorum, var mı daha büyük mutluluk. Beş yaşındayım. Babam o zamanlar Saathane’nin oralarda bir kahvede garson olarak çalışıyor. Patronuna “yarın Atatürk gelecek, çocuklarımı götüreceğim, büyük insanı yakından görsünler” diyor. Patron itiraz ediyor, ‘sen gidersen çayı kim taşıyacak?” diyor. Babam ‘istersen işime son ver, ben yarın çocuklarımı Atatürk’e götüreceğim' diyor. Ertesi gün, annemin elinde bir kara torba, babamın elinde bir testi, yola düştük, Atatürk istasyon alanına gelecekmiş, kürsünün 20 metre kadar uzağındayız, yer tutmak için erken gittik, kara torbada zeytin ekmek, karnımızı doyurduk, suyumuzu içtik, bir gürültü bir ses, Atatürk geldi… Herkes ayağa kalktı, ben de kalktım ama nerede göreceğim, boyum yetmiyor, alkışlar, Atatürk çok yaşa sesleri, babam beni omzuna oturttu, ben de alkışlıyorum aklım sıra, az daha arkam üstü düşüyordum, babam son anda yakaladı, o sırada gördüm o güzel insanı, bir heyecanlandım, ‘bak baba Atatürk baba’ filan diye bağırıyorum, son sözleri hâlâ aklımda, ‘çok çalışacağız arkadaşlar’ lafını hiç unutmuyorum, belki de ömrüm boyunca bu denli çalışmamın sebebi budur, ‘çok çalışacağız arkadaşlar’ dedi, beynime kazındı, kürsüden indi, gitti. 1938’di. Babam hem sevinçliydi, hem üzgündü, ‘hasta hasta Adana'ya geldi’ demişti, ‘niye baba?’ diye sordum, ‘seni görmeye geldi oğlum’ dedi, ben bir şiştim, bir sevindim, çocuk aklı işte, Atatürk beni görmeye gelmiş… İşte böyle bir ana babadan, böyle bir evden çıktı Muzaffer İzgü.” Atatürk öldüğünde, biz dört arkadaşım, elektrik direğinin dibinde ağlamaya başladık. Ağlıyorum ama, neye ağladığımı bilmiyorum tabii, ‘Atatürk ölmüş’ dediler, ağlamaya başladılar, ben de ağladım, gözyaşlarımızı bir havuza toplar gibi ağladık arkadaşlarımla… Koştum sonra, eve gittim. ‘Anne Atatürk ölmüş’ dedim, ağlıyordu annem… Nuri amca diye bir akrabamız vardı, yakınlarda götürüp toprağa koymuştuk, ‘Nuri amca gibi mi oldu?’ dedim, annem ‘he oğlum’ dedi, benim bir gidişim var arkadaşlarımın yanına, nasıl ağlıyorum, Atatürk ölmez çünkü, beynimde öyle bir insan o, ışıklar içinde yatsın, büyük insanım o benim, çok büyük insanım o benim.” Onuncu Yıl Marşı’yla geldi. Zafer Bayramı’yla veda etti. Eğilmeden, bükülmeden, biat etmeden, nasıl başladıysa öyle bitirdi. Mustafa Kemal’in askeriydi. “Kindar nesil” olmak yerine, daima “insan nesil” kalmayı öğretti. Işıklar içinde uyu Adanalı büyüğümüz… Adana’mızın gururlarından Muzaffer İzgü’yü biraz tanıyalım: Hikâye, roman ve oyun yazarı, gülmece, çocuk edebiyatçısı (D. 29 Ekim 1933, Adana  – Ö. 26 Ağustos 2017, İzmir). Yoksul bir çocukluk dönemi geçirerek, bulaşıkçılık, garsonluk ve sinemalarda gazoz satıcılığı gibi çeşitli işlerde çalışıp okudu. İlkokulu İnönü Okulu, Gazipaşa İlkokulu, İstiklal İlkokulunda okudu, Adana’da bitirdi. Tepebağ Ortaokulu ve Diyarbakır İlköğretmen Okulundan (1952) mezun olduktan sonra Diyarbakır / Silvan (1952-56) ve Aydın’da (1956-68) on bir yıl süren ilkokul öğretmenliğinden sonra ortaokul öğretmenliğine geçiş yaptı. Buca Eğitim Enstitüsünü bitirerek (1968), eğitimcilik mesleğine 1979 yılına kadar Aydın Gazipaşa Ortaokulu’nda Türkçe öğretmeni olarak devam etti ve 1978 yılında kendi isteği ile emekli oldu. Emekli olduktan sonra İzmir’e yerleşerek hayatını serbest yazar olarak sürdürdü. İlk yazılarını 1959 yılında Hüraydın Gazetesi'nde yayınladı. Küçük öykü ve röportajlar derleyen İzgü, 1964 yılından itibaren yazarlığını Demokrat İzmir Gazetesi'nde sürdürdü. İlk gülmece öykülerini Akbaba dergisinde yayımladı. Daha sonra, çeşitli gazetelerde öyküleri çıktı. Roman, çocuk kitapları ve oyunlar da yazan İzgü, gülmece öyküleriyle tanındı. Öykülerinin çoğu, radyoda ve tiyatrolarda oyunlaştırıldı Zamanla, röportaj ve öykülerin yanı sıra tiyatro oyunu yazmaya yönelen İzgü, özel tiyatrolarda oynanan, radyolarda yayınlanan oyun ve skeçleriyle ün yaptı. Yazdığı ilk oyun, Nejat Uygur için yazdığı İnsaniyettin'dir. 1980’de Donumdaki Para adlı eseri için dava açıldı ve kitabın yayını 12 yıl yasaklandı, aynı yıl Ekmek Parası adlı kitabı toplatıldı. 1990’da Yeniden Doğarız Ölümlerde adlı oyunu yasaklandı. Ödülleri: “Hıdır Baba” öyküsüyle 1977 Nasrettin Hoca Gülmece Öykü Yarışması üçüncülük ödülü “Anayasa, Hangi Anayasa” öyküsüyle 1977 Milliyet Sanat Dergisi Gülmece Öyküsü Yarışması ikincilik ödülü “Donumdaki Para” kitabıyla 1978 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü “Dayak Birincisi” adlı çocuk romanıyla 1980 Bulgaristan Altın Kirpi Gülmece Ödülü “Uçtu Uçtu Ali Uçtu” romanıyla, 1980 İstanbul Uluslararası Çocuk Kitapları Fuarı birincilik ödülü TÖMER’in düzenlediği 1997 En Başarılı Çocuk Kitapları Yarışması'nda Türkiye ikinciliği    
Benzer Videolar