Dil, düşünce ve soyutlama (1)

Habip Hamza ERDEMMarx’ta Para, Kredi ve Sermaye’ başlıklı çalışmamız Dorlion Yayınevi tarafından yayınlandı. Kimi okurların, bu konuda neredeyse son elli yılda Türkçe yayınlar olduğu ve dolayısıyla ‘gereksiz bir çaba’ olarak değerlendirecekleri söylenebilir. Oysa, o bildik sözle ‘kazın ayağı hiç de öyle değildir’. Çünkü, genel olarak ekonomistler ‘para’ üzerine çok şey yazıp dillendirmiş olabilirler. Ancak para ‘üzerine’ bolca durulmuş olmasına karşın, onun ‘hakkında’ ya da özünün kavrandığına ilişkin yeterince dayanağının bulunduğu söylenemez. Metin Bobaroğlu’nun işret ettiği üzere, bir şeyin ‘hakikat’ini tanımak ile onun ‘marifet’ini tanımak arasında da derin bir ayırım vardır. Bu hakikat/marifet ikilisi felsefe ve bilimdeki ‘biçim’ ve ‘içerik’ ikilisine karşılık gelmektedir. Ancak, buradaki ‘biçim’, ‘şekil’ demek olmayıp Aristo’nun ‘form’ dediği ve o şeyin ‘varlık temeli’ anlamındadır. ‘İçerik’ ise ‘marifet’i olmaktadır. Örnek olarak, bir buğday ‘dane’si, onun ‘biçim’i olup, sadece onun elipstik görünümünü değil ama onun bir ‘dane’ olarak varoluşu anlamındadır. Bu ‘dane’nin toprağa düşüp belirli bir süreç sonunda başak olarak 7-8/ 20-30 her ne ise o oranda yeni ‘dane’lere dönüşme yeteneği ise ‘içerik’i yani ‘marifet’i olmaktadır. Ancak böyle bir bakış açısıyla, ekonomi politikte ‘para’nın ‘sermaye’ye dönüşüm süreci ya da ‘marifet’leri konusu ele alınabilir. Bir başka deyişle, bizim çalışmamız para ‘üzerine’ olduğu kadar ve hatta çok daha yoğun biçimde onun ‘hakkında’ düşünmeye davet anlamındadır, ki gelecek baskılarda bu konu üzerinde yoğunlaşacağımız söylenebilir. Bir konu, bir ‘nesne’ üzerine düşünmek yerine onun ‘hakkında’ düşünmenin daha farklı ve daha ‘derin’ bir çaba gerektirdiğini söylemek bile fazla. Ve bunun için, önce ‘düşünmeyi becerebilmek’ gerekmektedir. Denildiği üzere, bir tasarlama ve anlama (concevoir) eylemi olarak düşünce, bizim duyumlarımızın yani nesnenin kendisini ortaya koyuş biçiminin (représentation) ötesinde, onun özünün (yani ‘esans’ının -essentialité) ne olduğuyla ilgilenmeyen ama nesnenin kimliğini belirleyen karakteristiklerini belirlememize olanak veren, evrensel kavramını bulma çabasıdır. Böylece söz konusu nesne, evrensel olarak tanımlanmış yani incelenen nesnenin ‘üzerine’ düşünülmüş olmaktadır. Ancak aynı nesnenin ‘gerçekliği’ne henüz girilmiş değildir. Öte yandan, ‘düşünce’ dediğimiz şeyin dil olmadan bir işlevi olabilir mi? Böylece dil ile düşünce arasında ‘diyalektik’ bir ilişkinin olduğu söylenebilecektir. Gerek felsefe ve gerekse bilimsel çabaların ‘olmazsa olmazı’ (sine qua non), demek ki bu dil ile düşünce arasındaki bu diyalektik ilişkidir. Aksi halde ne dil ve ve ne de düşüncede herhangi bir ‘gelişme’nin olması mümkün olmayacaktı. Türçe’siyle ‘dillendirme’si olmayan bir ‘düşünce’nin varlığından bile söz edilemeyeceği apaçıktır. Nitekim, Türkiye’de bile, artık ‘düşünce özgürlüğü’ yerine ‘ifade özgürlüğü’ tamlaması kullanılmaktadır. Ne var ki, her nasıl dillendirilirse dillendirilsin, üzerine düşünülen şeyin özünü kavramamıza yarayan şey, Eski Yunan’dan buyana logos denilen ‘us’umuzdan başkası değildir. O nedenle bir şey ‘hakkında’ bilgimizin olduğunu söyleyebilmek için, onun ‘us’umuzda bir dayanağının olması gerekiyor ki, buna ‘temellendirmek’ diyoruz. Eski deyimlerle, üzerine düşünmeye ‘tefsir’ ya da ‘tabir’ denilmesine karşın, ‘hakkında’ düşünmeye ‘tevil’ denilmektedir. ‘Tevil etmek’, epistemolojik olarak ‘evveline gitmek’ demek olduğu kadar, Fr ‘anagogie’ demek, yani ruh ve düşüncenin tanrısal değerlere yükseltilmesi ya da gerçekte felsefi terimlerle yorumlanması anlamına gelmektedir. Böylece, örneğin ‘para’ konusuda ‘tevil’e yönelmek demenin, onun ‘felsefî sınırları’na değin yükselmek demek olduğu söylenebilir. Ki, bunun da ancak ve sadece ‘soyutlama’ ile yapılabilecek bir çaba olduğu konusunda kimi yazılarımızın olduğu bilinmektedir. İşte bu yeni yazı dizimizde, bu konuda derinleşmeye çalışacağız. (Sürecek)
Benzer Videolar