Mülksüzleştirmenin ‘Kurum’laşması
Habip Hamza ERDEM
Belki daha az ya daha çok, ama en azından on yıl kadar önceydi; AKP’nin Ekonomi’den sorumlu Başbakan yardımcısı Nazım Ekren Paris’e gelmişti.
Sınıf arkadaşı olarak birlikte bir kahve içelim dedik.
Doğal olarak Türkiye’nin ‘ekonomik sorunları’nı konuşurken, ‘deniz bitti, yurtdışından para bulmanız artık çok zor’ demiştim de; o da ‘yeniden imarın dışında başka çözüm kalmadı’ demişti.
Gerçekten de, çok uzun bir süreden beri Türkiye’nin ‘dış kaynak bulma sorunu’ olduğu ve her seferinde ‘bu kez gerçekten tıkandı’ dediğimizde, ‘sermaye’ bir yolunu bulup ‘palazlanma’sını sürdürmeyi başarıyordu.
Dünya genelinde olduğu gibi, Türkiye’de, amiyane deyimle ‘bir tık fazla’ olmak üzere bir ‘rant ekonomisi’ edebiyatı yapılagelmektedir.
Edebiyat dediğime bakmayın, ciddi akademik ‘ekonomi yazını’nda da öyledir.
Öyledir ama, biz yine ‘gelişigüzel’, yine ‘bilimsel yaklaşım’dan uzak bir yazın olduğunu söyleyebiliriz.
Sürdürmekte olduğumuz ‘soyutlama üzerine’ yazı dizimizde, bilimsel soyutlamada’ kavramının önemine değinmiş ve bu kavramı daha da açacağımızı söylemiştik.
Nitekim, ekonomide ‘üretim, bölüşüm ve tüketim’in bütünselliğinin bir ‘axiom’ olarak konması gerektiği üzerinde duruyorduk.
Ancak ve ne var ki, klasik ve neo-klasik yaklaşımlar bu ‘bütünsellik’i ‘denge’ kavramıyla açıklamaktadırlar, ki ekonomi politiği ‘iktisat’ ve ‘politik’ olarak iki ayrı bilim dalı olarak görmek anlayışı, işbu ‘denge’nin arz/talep yasasıyla kurulacağını ileri sürmektedir.
Son yıllarda, bu ‘klasik denge’nin ‘regülasyon’ kavramıyla açıklanmaya çalışılması da, post-keynezyen yaklaşım olarak, özelliklede de Fransa’da yaygınlaşmıştır denilebilir.
İşte, bizim ‘gerçek soyutlama’ veya ‘bilimsel soyutlama’ olarak tanımladığımız yöntemin temel kavramlardan biri de ‘yeniden-üretim’ kavramıdır ki, klasik ve neo-klasik yaklaşımın ‘denge’ kavramının ‘dinamik’ ve aynı anlama gelmek üzere ‘diyalektik’ dillendirilmesinden başka bir şey değildir.
Şimdi bu ‘kuramsal’ konuları irdelemeyi başka yazılarımızda sürdürmeye bırakarak, AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Murat Kuram’a yakından bakabiliriz.
Olguya, ‘iktisat’ın ‘denge’ ya da ‘regülasyon’ kuramlarıyla yaklaşıldığında, Murat Kurum’un ayrı bir ‘politik figür’ olarak, kaşı-gözü ya da ‘dayı’sının ‘politik deha’sıyla ilgili binbir ‘siyasî’ yorum yapılabilir.
Ki, Türkiye’de yapılacak olan tüm değerlendirmeler, ‘siyasal aktörler’in ‘davranış’ları bağlamında sürdürülecektir.
Devlet Cevizoğlu ne diyecek, Meral Akşener nasıl davranacak, Küpçü Mustafa’nın değerlendirmesi ne olacak falan…
Oysa, az yukarıda ‘sermaye’ bir yolunu bulup ‘palazlanma’sını sürdürmeye çalışacaktır demiştik.
İşte Murat Kurum, Türkiye’de ‘sermaye’nin, ‘bayrak, ezan, şehit veya kelime-i şehadet edebiyatı’ sosuyla ama özde ‘yeniden imar’ iştahıyla piyasaya sürdüğü bir ‘araç’tan başka biri değildir.
Kimi deprem uzmanının ‘büyük İstanbul depremi’ propagandasını pohpohlamasıyla bu ‘propaganda’nın temellendirilmek isteneceği de bugünden belli olmuştur.
Oysa, deprem konusu ne üç-beş ayda çözülebilir bir sorundur ve ne de Murat Kurum’un gerçek amacı, İstanbul halkını depremden korumaktır.
Murat Kurum, sermayenin ‘yeniden-üretimi’nin ‘Kurumlaşması’nın bir göstergesidir.
Seçilip seçilmemesinden bağımsız olarak, Türkiye’de ‘sermaye’nin, kimilerinin ‘rant ekonomisi’ dedikleri, ama gerçekte, olduğu kadarıyla, ‘mülk sahipleri’nin ‘mülksüzleştirilmesi’ne yönelik bir hamle olduğu söylenebilir.
Kökten mülksüz olanların ‘enflasyon’ yoluyla iliklerine kadar sömürülmesi yetmediği için, ‘sermaye’nin İstanbul özelinde kaba ‘mülksüzleştirme operasyonu’ Murat Kurum aracılığıyla uygulamaya konulmak istenmektedir.
Ve bunun için ‘sermaye’nin ‘vatan-millet-kelime-i şehadet’ palavraları yanısıra en ‘soysuz’ ve en aşağılık ‘seçim hileleri’ne başvuracağı da apaçıktır.
O arada, Türk halkı, ‘iktisatçılar’ın ‘denge’, ‘arz/talep’, ya da ‘regülasyon’ fantezileri ile ‘siyaset bilimciler’in ‘davranış çözümlemeleri’ içinde boğdurulmaya devam edecektir.
Bütün bu görünenlerin gerisinde ise, artık ‘azgınlaşmış sermeye’nin din maskesi altında ‘kurumlaştığı’ bir ‘islamo-faşizm’ yatmaktadır.
Anayasa tartışmaları ve ‘yeni anayasa’ arayışı da, ‘kendi anayasası’nı yazmak amacıyladır.
Kendi anayasasını ‘kâğıda dökme’se bile, uygulamalarından zerre geri atmayacağı ise, gün gibi ortada olmasına karşın karanlıkta bırakılmak istenen bir başka gerçekliktir.