Sibel ÖZBUDUN
“Tanrı’yı toplumun merkezinden uzaklaştırmaya çalışan seküler gündemli
küresel bir çaba da var. Tanrı bir kez merkezden uzaklaştırılırsa,
insanlar kendi efendileri hâline gelir… Sekülarizme karşı direnmeliyiz.”
(Ugandalı pastör Julius Rwotlonyo, 2020)
20. yüzyılın son onyılları, Batı düşüncesi için deyim yerindeyse derin “düşkırıklıkları” çağı oldu. “Modernizm” kendisine atfedilen sonuçları vermemiş; “ilerleme” vaatleri dünyayı iki kez devasa çaplı savaşa sürüklenmekten alakoyamamış; “akılcılık” başta Holokost olmak üzere bir dizi soykırımın gölgesinde paramparça olmuş; insanların yaşam kalitesini yükselteceği varsayılan teknoloji, insan faaliyetinin yaşam boyu bir vidayı sıkıştırmaya indirgendiği bir yabancılaşmaya ya da milyonlarca kişiyi bir anda yok edebilecek dehşetli bir savaş aygıtına malzeme olmuştu.
“Düşkırıklığı”na konu olan bir başka “modernist” tahayyül de, bilimsel gelişmenin ilerleyen bir biçmde “doğaüstü”ne bağlanan korku ve kaygıları gidereceği, bunun ise aklın imanı altetmesi, dolayısıyla da dinin en azından kamusal alandan çekilerek bireysel vicdanla ilgili bir konuya indirgenmesine, yani “laikleşme/ sekülerleşme”ye yol açacağı yönündeki iyimser beklentiydi.
Olmadı… “Laikleşme/ sekülerleşme” ya da, daha doğru bir deyişle bunların ulus-devlet politikalarına uygulanması anlamında laisizm/ sekülarizm yönetimde bir “aklileşme”ye, barışçılığa, hoşgörüye vb. yol açmadığı gibi, imanı bireysel vicdanın konusu kılmada da başarılı olamadı. Dahası, laisizm/ sekülarizm politikalarının “despotik/otokratik” uygulamalara yol açtığı ve genellikle Batı’nın kültür emperyalizmiyle özdeşleştirildiği Batı-dışı coğrafyalarda fundamentalist “diriliş” 20. Yüzyılın son çeyreğine damgasını vuracaktı.
Tabii yalnız Batı-dışı coğrafyalarda ve artık bir yorum alışkanlığına dönüştüğü hâliyle yalnızca Müslüman ülkelerde değil… İsrail’de Likud partisinin yükselişi (1977), Vatikan’da “fundamentalist” bir Papa’nın göreve seçilmesi (1978), SSCB’yi “Yeşil Kuşak”la kuşatma stratejisi, reel sosyalizmin çöküşü sonrası eski sosyalist coğrafyada tırmanışa geçen dindarlık, neoliberal politikaların varlık temellerini sarstığı Batılı “orta sınıflar”ın tepkilerine yoksul Güney ülkelerinden Kuzey’e yönelen göçlerin de eklenmesiyle yükselen Hıristiyan fundamentalizmi… Gilles Kepel’in “Tanrı’nın İntikamı”
dediği görüngüye yol açtı.
Modernite ve Sekülarizm/ Laikliğe yönelik “düşkırıklığı”nın entelektüel tercümesi ise “postmodernizm/ postsekülarizm” olacaktı. “Suçlu”yu failde değil de fiilin sonuçlarında arayan, “Aydınlanma”, “Akılcılık”, “Modernizm”, “Laiklik” gibi hayali suçlular üretirken bunları şekillendiren ve damgasını vuranın küresel(leşen) ve dizginlerinden boşalmış kapitalist ilişkiler, frensiz bir sömürü ve kâr güdüsü olabileceğini aklına getirmeyen, dolayısıyla da asli faili “aklayan” bir entelektüel yanılsama…
“Sekülarizm/laiklik”e son onyıllarda yönelen eleştiri bombardmanı, böylelikle yalnızca Müslüman-Hıristiyan-Yahudi-Hindu vb. fundamentalizm(ler)den değil, aynı zamanda sol/ liberal/ postmodern entelektüellerden de kaynaklanmaktadır. “Post-seküler söylem”e göre bir Batı/ Aydınlanma mamûlatı olan sekülarizm/ laiklik, Batılı güçlerin “dünyayı biçimlendirme” misyonlarının bir unsuru görevini görmüş, devlet(ler)in dindar yurttaşları bastırmasına yol açmış, onların yaşam ve düşünce tarzlarını şekillendirme girişimlerini meşrulaştırmış, böylelikle kendisine içkin özgürleş(tir)me vaadinin tam tersi sonuçlara yol açmıştır, vb. vb.
Fundamentalistlerin sekülarizm/laikliğe yönelik saldırılarına entelektüel payanda teşkil eden
“postseküler söylem”in sihrine kapılmanın, en azından iktidar partisiyle “iltisaklı” fundamentalistlerin de itimleriyle dinsel etkilerin gündelik yaşamın her alanına, özellikle de kamusal alana günbegün daha fazla nüfuz ettiği bir ülkede, bir “aymazlık” olduğu ortaya yeterince çıktı.
Bu çerçevede “Laiklik/sekülarizm nedir?”, ve “nasıl bir laiklik//sekülarizm?” sorularına bu coğrafyanın sosyalistleri olarak yanıt aramak bir zorunluluk hâline geldi…
Dilerseniz önce “Laiklik/sekülarizm nedir?” sorusuyla başlayalım… Önce sekülarizm…
Sekülarizm Nedir?
“Sekülarizm” konusunda temel kitaplardan birinin yazarı Jacques Berlinerblau, terimin anlamı konusunda ortaklaşılmadığı “itiraf”ıyla başlıyor sözlerine.
Berlinerblau da “sekülarizm’in tanımını Hıristiyanlığın köklerine, Romalılara vergi vermenin doğru olup olmadığını soran erken Hıristiyanlara İsa Peygamber’in verdiği “Sezar’a ait olanı Sezar’a, Tanrı’ya ait olanı Tanrı’ya verin” (Matta 22: 21; Markus 12: 17) yanıtına dayandırıyor. Bu sözlerin Hıristiyan düşüncesine iki bin yılı aşkın süredir damgasını vuran bir ikiliğe (Hükümdarın alanı ile Tanrı’nın alanı) işaret ettiğini vurgulayan Berlinerblau, bu ikiliğin, Hıristiyanlığın hâkim din olarak neredeyse tüm Avrupa’ya yayıldığı Aziz Augustinus’un çağında, bizzat Augustinus tarafından yeniden yoruma tabi tutulduğuna işaret etmekte. Bu kez, ayırım Augustinus’un
Saeculum adını verdiği, mümin-günahkâr tüm hıristiyanların (Adem’in sürüldüğü) şu düşkün dünyada İsa Peygamber’in dönüşüne dek geçirmek zorunda olduğu zaman dilimi içerisinde, erdemli ve dindar gerçek Hıristiyanların yaşadığı, Tanrısal alemin yeryüzündeki izdüşümü olan “Tanrı Kenti” ile günah, kötülük, inançsızlık ve bencillikle yüklü, yönetici yetkelerin ülkesi “İnsan Kenti” arasına yerleştirilmiştir. “İnsan Kenti”nin yöneticilerinden beklenen, alanlarını Hıristiyanlık iman ve erdemine uygun yönetmeleridir. Bir başka deyişle krallar, prensler Papa’nın yolundan sapmamalıdır
…
Görülebileceği üzere, din ile devlet arasında, iman/ibadet ya da genel olarak uhreviyat ile gündelik/dünyevi işlerin yönetilmesi arasında, ne Hıristiyanlığın ne de İslâm’ın kaçınabileceği bir ayırım, “kitaplı” dinlerin kurumsallaşmasından itibaren vardır ve dinler neredeyse başından itibaren bu ayırımla baş etmek durumunda kalmıştır. Din “uhrevi olan”la ilintilendirildiği ölçüde (İslâm’da şer’i ve örfi hukuk ayırımıyla çözümlenmeye çalışılan) bu ayırım, ruhban olsun-olmasın tüm yöneticilerin ayağına takılacaktır. İşte
seküler terimi, ikiliğin
dünyevî ucuna işaret etmektedir. Ya da “eski Fransızca’daki
seculer (ki bu da Latince
saecularis teriminden türemiştir) teriminden Orta İngilizce’ye aktarılan ‘secular’ sözcüğü başlangıçta bir manastır tarikatının dinsel kurallarıyla bağlı olmayan ruhbana işaret ediyordu. Orta İngilizce’de ise Batı Avrupa’da tarihsel olarak Roman Katolik Kilise’nin tekelinde olan ilahi-kutsal ya da “uhrevi” alana karşı ‘bu dünyaya ait/ dünyevi’ alana da işaret edebilmektedir. Gerçekten de ‘secular’a dayalı sözcüklerin kullanımının evrimi, başka şeylerin yanında uzun ve çekişmeli bir tarihi yansıtır; ‘sekülarizm’ve militan Latin kardeşi ‘laisizm’ hâlen ya da bir zamanlar Roma Katolisizmi’nin hükmettiği Batı Avrupa ülkelerinde ortaya çıkmıştır. ‘Seküler’ sözcüğünün bir dinsel kurum ve değerlerin ulus-devletin dünyevi işlerinde rol oynamaması gereğini vurgulayan ‘sekülarizm’ doktrinini savunan ‘sekülarist’lerle ilişkilendirilmesi ise ancak ondokuzuncu yüzyılda gerçekleşir.”
Sekülarizm kavramının “Batı (Hıristiyan) dünyası”nın tarihsel gelişmeleri çerçevesinde biçimlendiği doğrudur, ama kavramın işaret ettiği sorun, Batı uygarlığını ya da Hıristiyan dünyasını aşarak özgül bir insan topluluğuna bir “nizam” verme iddiasındaki tüm inanç sistemlerine taalluk eder. İnanç sisteminin bağlandığı doğaüstü alan ile bu alan tüm insan ve toplum yaşamını kapsayamayacağına ve ilerleyen zamanın köken öğretide karşılığı olmayan yeni soru(n)lar çıkartacağına göre, iman etmeleri beklenen insanların “iman” sınırları dışında kalan (“dünyevi”) yaşamlarının nasıl düzenleneceği sorunu… 19. Yüzyıl sonlarında tanımlanan “Sekülarizm”, 20. Yüzyıl başlarında neredeyse “evrensel” bir model niteliği kazanan ulus-devletlerin bu “sorun”a getirdikleri yanıt olmuştur.
Kavramını imal eden, 19. Yüzyılda mensubu olduğu “özgür düşünceliler” hareketi için “ateist”, “kâfir”, “özgür düşünür”, “imansız” vb. nitelemelerden daha uygun bir isim arayan İngiliz sendikacı ve gazeteci George Jacob Holyoake (1817-1906) idi. “Sekülarizm” Holyoake’a göre siyasetten, azınlık dinlerin mensuplarından ya da başka ilkelerdense, kişisel etik ile ilgiliydi. “Dinsel değerlere hakaret”in hapisle cezalandırıldığı bir dönemde, Holyoake ve çevresi “düşünce ve ifade özgürlüğü”nü ve bunların ayrılmaz bütünlüğünü savunuyordu. Holyoake’a göre “devlet hiçbir dini yasaklamamalı, hiçbir dini dayatmamalı, hiçbir dine maddi destek sağlamamalı”ydı.
Bir başka deyişle, Holyoake’un “sekülarizm”i, dine karşı kayıtsızlık, dinsel ilke, kural vb. ile kayıtlanmamış bir yaşamı sürdürebilme hakkı/olanağıydı.
Holyoake’un izleyicisi ve muarızı, bir başka İngiliz özgür düşünürü, militan ateist Charles Bradlaugh (1833-1891) ise öncelinin tersine, “sekülarizm”in ancak ateizm olabileceğini öne sürmekteydi.
Her ne kadar kavramı formüle edenler Holyoake ve Bradlaugh olsa da, “seküler”lik düşüncesi Batı dünyasında uzun ve çekişmeli bir tarihsel süreç içerisinde biçimlenmiştir. Berlinerblau bu meyanda Papa’nın
plenitudo potestatis’ine (mutlak iktidar) itiraz eden Fransız kralı Güzel Philippe’i (1268-1314), Romalı piskoposların “sapkın yönetme arzularını” topa tutan Padualı Marsilius’u (yakl. 1275-1342), Papa’yı “kirli ellerini başkalarına ait olana uzat”makla eleştiren Ockham’lı William’ı, yolsuzluğa, açgözlülüğe boğulmuş (Katolik) Kilise’ye karşı seküler prenslerin yönetimini evla gören Martin Luther’i (1483-1546), yüz yıllık din savaşlarından harap olmuş Avrupa’da “hoşgörü” ilkesini savunan ve bunun ancak din ile yönetimin ayrılması ile sağlanabileceğini savunan Aydınlanma filozofu John Locke’u (1632-1704), Locke’un ilkelerini ABD Anayasası’na geçirmeye çalışan iki “Kurucu Baba”, James Madison (1751-1836) ile Thomas Jefferson’u (1743-1426) sayar. Başkaları başka isimleri de ekler.
Ancak seküler düşüncenin tarihine ilişkin neredeyse tüm anlatıların ortak ihmali, Ortaçağ boyunca hem İslâm hem de Hıristiyan dünyasında patlak veren alt sınıf “rafızi/heterodoks” ayaklanmalarının bu alandaki yabana atılamayacak katkısıdır.
Gerek İslâm gerekse Hıristiyan coğrafyasında köylüler, serfler, köleler, kent yoksulları tüm bir ortaçağ boyunca dinin egemenlerin elinde bir tahakküm ve (özellikle Hıristiyan dünyada Kilise’nin) muazzam servetleri kontrol eden bir sömürü aygıtına dönüşmesine şiddetle karşı çıkar, bu yolda imparatorlukların güçlükle bastırdığı ayaklanmalar çıkartırken bunların bir kısmı, kendi “seküler” komünlerini oluşturmuştır.
(Örneğin 10. Yüzyılda Bahreyn’de seküler bir cumhuriyet kuran Karmatiler
…)
Bu uzun bir tarihsel kesite ve geniş bir coğrafyaya yayılan sekülarizm kavramının ve ondan farklı, ancak onunla bağlantılı olan seküler, sekülerleşme kavramlarının birbirinden oldukça farklı anlamlar yüklenmiş olması, doğaldır.
Hemen belirteyim, benim burada üzerinde durduğum, bireysel bir tutum ya da toplumsal kültürel görüngülere işaret eden seküler/sekülerleşme kavramı değil
, münhasıran devletin din ve dinsel kurumlar karşısındaki politikalarına/pratiklerine işaret eden
sekülarizm (ya da
laisizm/laiklik)dir.
Tanım(lar) konusunda bir uzlaşı sağlanmış olmasa da, sekülarizm/laikliğin birkaç ilkesini saymak, mümkün. Berlinerblau’nun oldukça kullanışlı ilkeler sıralamasını izeleyecek olursak;
- Eşitlikçilik: Seküler bir devlet, yurttaşlarının yasalar önündeki eşitliğini varsayar.
- Din(sel kurumlar) ile Devletin ayrılığı.
- Devletin (dinsel kurumlar karşısındaki) üstünlüğü.
- Yönetim erkini kısıtlayan içsel mekanizmaların varlığı.
- Vicdan (inanç) özgürlüğü.
- Kamu düzeninin korunması.
- Dinsel inanç ve pratiklerin çoğulluğunu varsayan ve kabullenen hoşgörü.
- İnanç-eylem ayırımı. (“devlet size neye inanacağınızı söyleyemese de, nasıl davranıp davranamayacağınızı söyleyebilir.”)
- Tarafsızlık: Devletin iman temelli tüm topluluklara (ve de inancı olmayanlara) eşit mesafede durması, herhangi bir din ya da inanç sistemine diğerleri karşısında herhangi bir ayrıcalık atfetmemesi.
- Akılcılık: Devletin kendi politikalarını çizerken doğaüstü açıklamalar ya da “kutsal” sayılan buyrultulardansa akılcılık, bilimsellik ilkelerini rehber edinmesi.
Bu ilkeler, bir arada bir devletin temel yöneliminin seküler olup olmadığını tayin eder. Kuşkusuz her devletin ne ölçüde ve nasıl “seküler/laik” olduğunu belirleyen, bu ilkelerin özgül bileşimini biçimlendiren tarihsel koşulları ve hayata geçiriliş tarzlarını koşullayan aktüaliteleridir. Bu özgüllükler ise ele aldığımız konuda karşılaştığımız tanım çoğulluğunu karşımıza çıkartan temel etkendir.
Sekülarizmin/Laikliğin Biçimlenişi: Fransız Usulü Laiklik
Bir devlet siyaseti olarak “sekülarizm”, denilebilir ki bir potansiyel olarak hem Hıristiyan hem de İslâm dünyalarında görülen, dinsel-dünyevi yetkeler arasındaki gerilimlerde mevcuttur. Batı dünyasında bu gerilim prens/krallar ile Papa arasındaki çatışmalarda açığa çıkarken, kurumsal bir ruhbanın bulunmadığı İslâm’da sultanların dinsel yetkeleri de ellerinde toplamaları ya da dinsel temsilcileri kendilerine tabi kılmalarıyla çözümlenmiştir.
Öte yandan, yukarıda da belirttiğim gibi, Ortaçağ boyunca gerek İslâm, gerekse Hıristiyan dünyalarında patlak veren “baldırıçıplak ayaklanmaları” dinin, ama daha çok ruhbanın egemen sınıflarla bütünleşmesinin köklü bir eleştirisini getirmekle, hiçbir kurumun dokunulmaz olmadığı fikrine zemin hazırlayacaktır.
Ancak sekülarizm politikalarının biçimlenişi, Batı dünyasında derin siyasal altüstlüklerin yaşandığı 18. yüzyıla tarihlenmektedir. Bu gelişimin, ülkelerin özgüllükleri bir yana, Katolik ve Protestan coğrafyalarda benim burada Laiklik ve Sekülarizm olarak adlandıracağım iki farklı modele yol açtığı söylenebilir. Bu modeller, en tipik hâlleriyle Fransız laisizmi ve ABD sekülarizminde tezahür ettiğinden, bu iki hattı izlemek, bize daha net bir fikir verecektir.
Fransız Aydınlanması’na hükmeden iki ana düşünce, ruhban-karşıtlığı ya da antiklerikalizm ile maddeciliktir. Bu fikirler Aydınlanma filozoflarının yazılarında sık sık su yüzüne çıkar. Dini (özellikle Hıristiyanlığı) akla karşı olmakla, insanlığın mutluluğunu engellemekle ve siyasal zorbalığa zemin hazırlamakla eleştiren, bilgisizlik ve korku zemininde hayat bulduğunu ve zenginlerin, yöneticilerin çıkarlarını koruduğunu söyleyen “militan maddeci” Baron d’Holbach’ın görüşleri, Aydınlanma filozoflarının belki fazlaca vurgulanmış genel kanaatlerini özetlemektedir.
Fransız Aydınlanmasının ruhban karşıtı fikirleri, 1789 Fransız İhtilali’nde en ikircimsiz ifadesini bulacaktır. Kuşkusuz Fransız devriminin radikal antiklerikalizmi, Aydınlanma’nın fikirlerinden çok, Devrim öncesinde hâkim olan Eski Rejim’de (Ancien Régime) Kilise ile soylular arasındaki -halka karşı oluşmuş- sıkı ittifaka dayanır. Kilise elinde toplanan muazzam topraklarda serf ve köylüleri zorla çalıştırıyor, gırtlaklarına dek yolsuzluğa belenmiş ruhban mensupları yoksul halkı soyuyor, alt sınıflar açlık ve yoksulluktan kırılırken, soyluların yanısıra yüksek ruhban bolluk ve sefahat içinde yüzüyordu.
1789 yılında Kilise’nin geliri devasaydı. Tüm Fransa’da toprakların yüzde altısı kilise mülküydü; bu topraklardan elde ettiği gelirin yanısıra, tüm tarımsal üretimin yüzde onuna denk bir aşar vergisi alırken, tüm gelirleri vergi kapsamı dışındaydı. Mayıs 1789’da Kral XVI. Louis’nin çağrısıyla toplanan
Etats Generaux’nun gündeminde, ülkenin dört bir tarafından yağan ruhban suiistimallerine ilişkin şikâyetler yüklü bir kalem oluşturmaktaydı.
Bu nedenledir ki Fransız devrimi patlak verdiğinde, Saray’ı olduğu kadar Kilise’yi de hedef aldı. Kilise mülklerine el konuldu, ruhban tüm ayrıcalıklarından soyularak göreve başlarken devlete bağlılık yemini etmesi gereken maaşlı devlet memurlarına dönüştürüldü, yasalar Hıristiyan ahlâksal ilkelerinden ve her türlü dinsel atıftan arındırıldı, boşanma yasalaştırıldı, doğum, evlilik ve ölüm kayıtlarının tutulması görevi sivil kuruluşlara devredildi, Hıristiyan takvimi lağvedildi. Hatta Hıristiyan inanç ve ayinlerini ikame etmek üzere Akıl Kültü, deist Yüce Varlık kültü gibi kültler tesis edilip bunlara ilişkin ayinler, festivaller düzenlense de bu girişim kısa ömürlü olacaktı. Ancak kamusal ibadetler büyük ölçüde sınırlandırılacak, devlete bağlılık yemini etmeyi reddeden onbinlerce din adamı sürgüne gönderilecek, 2-3 000 kadarı idam edilecek, hatta Napoleon önderliğindeki devrimci hükümet Vatikan’ı istila ederek papa VI. Pius’u tutuklayıp hapsedecekti. Papa tutukluluğu sırasında yaşamını yitirdi.
Fransız İhtilali’nin ruhban karşıtı şiddeti Napoleon Bonaparte’ın dizginleri ele geçirmesiyle tedricen sönümlenecekti. Napoleon Papa VII. Pius’la Katolisizmi Fransız halkının çoğunluğunun dini olarak kabul eden bir anlaşma (
Concordat) imzaladı (1801), devrim sırasında yitirdiği ayrıcalıkların bir kısmı Kilise’ye iade edildi. Ama hepsi değil. İhtilal Devletle Kilise arasındaki dengeyi, tersine döndürmüştü, Kilise bundan böyle devlete tabi olacaktı. Ruhbanın maaşlı memur statüsü ve bağlılık yemini etme yükümlülüğü sürecek, dinsel cemaatler devlete kayıt yaptıracak ve sözcüleri aracılığıyla devlet nezdinde temsil edilecekti. Kilise mülklerini sonsuza dek yitirmişti, rahipler ibadethanelerinde dinsel görevlerini ifa etme olanağına yeniden kavuşmuş olsa da, ibadetlerin kamu düzenini ihlâl edip etmediğini denetleme yetkisi, valilere verilmişti. Benzer anlaşmalar Protestan (Lutherci ve Calvinci) (1802) ve Yahudi cemaatiyle (1806) de imzalandı. Devrim Fransası Yahudileri gettolardan çıkartarak inanç ve ibadet özgürlüklerini tanıyan ilk Avrupa ülkesi olmuştu. Piskoposların atanması, rahiplerin eğitimi ve maaşları, devletin görev alanı olmuştu. Aynı dönemde devlet örgütünde din işleriyle ilgilenecek özel bir birim oluşturuldu.
Din-devlet ilişkilerinin “laiklik” versiyonu, yani dinin devletin kontrolü altına girmesi, böylelikle ilk kez Devrim Fransası’nda gerçekleşecekti.
Ne ki, bu da bir anda olmadı. Napoleon’un ardından Kralcılar, muhafazakârlar ve geleneksel Katoliklerin oluşturduğu
eski Fransa ile liberal Katolikler, sosyalistler, radikal demokratlar, anarşistler, Protestan azınlıklar, Masonlar ve Yahudileri saflarında toplayan Cumhuriyetçiler
arasındaki mücadele, özellikle okullarda okutulacak müfredat, dinsel simgelerin kullanımı, aile hukuku (1792’de yasallaştırılan boşanma 1816’da yasaklanmış, 1884’te ise yeniden yasal hâle getirilmişti) vb. konularda bütün şiddetiyle, yüz yıl kadar sürecek ve 1905’te laiklerin nihaî zaferini temsil eden “Kilise ile Devletin Ayrılması Yasası” ile sonuçlanacaktı. Yasa inanç ve “düzeni bozmaması” kaydıyla ibadet özgürlüğünü tüm yurttaşlarına tanıyor, devletin herhangi bir dinsel cemaati tanımayacağını, finanse ya da sübvanse etmeyeceğini belirtiyordu. Böylelikle Napoleon Bonaparte’ın Papa VII. Pius’la imzaladığı
Concordat lağvedilmiş, Katolisizm devletin resmi dini olmaktan çıkartılmış, devletin ruhbanı finanse etme uygulamasına son verilmişti. El konulan kilise malları devletin uhdesinde olmakla, devlet bunların bakım ve onarımını taahhüt etmekteydi. Dinsel simgelerin kamusal alanda kullanımı yasaktı.
Sekülarizmin Fransa’daki bu tikel şekillenişi, terim konusunda bir uzlaşı sağlanmış olmasa da,
Laisizm olarak adlandırılır. Bu, olasıdır ki Fransız İhtilali’nin tanımlayıcı vasıflarından biri, belki de en önemlisi olan “ruhban-karşıtı” (
anticlerical) niteliğinden kaynaklanmaktadır. Kavramın kökenini oluşturan
laicus terimi Ortaçağ’da ruhban olmayan, yani herhangi bir dinsel görev ya da mevkii olmayan (sıradan) Katolik mümini tanımlamaktaydı.
Ve Fransız İhtilali, ateistlerin, deistlerin, agnostiklerin vb. “din karşıtı” tepkilerinin değil, “laicus”ların, “ruhban karşıtı” tepkilerinin damgasını taşımaktaydı. “Laicus”, yani “sıradan insanlar”ın devleti, Kilise’yi denetimi altına almıştı! Bu nedenledir ki, yukarıda Berlinerblau’dan aktararak sıraladığım tanımlayıcı ilkeler arasında “Devletin (dinsel kurumlar karşısındaki) üstünlüğü” ilkesi, bir başka deyişle dinin devlete tabi olması hâli, Fransız laikliğinin ayırt edici özelliğini oluşturur.
Sekülarizmin/Laikliğin Biçimlenişi: ABD’nin Sekülarizmi
Modern çağda din-(ulus-) devlet ilişkileri (Katolik) Fransa’da dinsel kurumların devletin denetimi altına alındığı “laik” yönelişi izlerken, Protestan ABD’de durum oldukça farklıdır.
Kuzey Amerika’nın doğu kıyısındaki Britanyalı yerleşimciler 1776’da yayınladıkları “Bağımsızlık Bildirgesi”yle Britanya’dan ayrıldıklarını ilan ettiler. Yeni cumhuriyetin tüm eyaletlerince kabul edilen Federal Anayasa, ABD’de “herhangi bir kamu görevine atamada dinsel aidiyetin sorgulanmayacağını” hükme bağlıyordu. (Oysa İngiltere’de tüm kamu görevlilerinin İngiltere Kilisesi mensubu olması zorunluydu.)
Bu Anayasa’da 1791’de yapılan değişiklikler, yasama organının bir dinin kurulmasını düzenleyen ve din özgürlüğünü sınırlayan bir yasa yapamayacağını kayda bağlıyordu. Kilise ile devlet birbirinden ayrılmıştı. ABD’nin üçüncü başkanı Thomas Jefferson’un mimarı olduğu bu düzenlemeler
devleti her türlü dinsel vasıftan ayırırken, yurttaşların inanç özgürlüğünü de güvence altına alıyordu. Öyle ki ABD’nin Trablus’daki Müslüman hükümetle imzaladığı anlaşmada “ABD Hükümeti’nin hiçbir şekilde Hıristiyanlık üzerine temellenmediği” belirtilecekti.
Nüfusun büyük çoğunluğunun tekil ve hegemonik bir dinsel sistemin (Katolisizm) etkisi altında olduğu Devrim öncesi Fransa’nın aksine, ABD nüfusu başta Avrupa’daki dinsel kovuşturmalardan kaçan tarikat ve cemaatler olmak üzere, dünyanın her köşesinden gelen farklı din, mezhep, tarikat ve inanç mensuplarından oluşmaktaydı. Bunların büyük çoğunluğu için sekülarizm, dinsel tahakkümden korunmaktansa, dinini özgürce yaşayabilmek anlamına gelmekteydi; yani dinin devletin kontrolü altında olmasındansa, vicdan özgürlüğü…
Ancak ABD Anayasası’nın kendilerine tanıdığı özgürlüklerden bolca yararlanan cemaatler, bu sınırları genişletme konusundaki girişimlerden geri durmayacaklardı. ABD mahkemelerinin tarihi, şu ya da bu cemaatin, “kendi” inanç sistemlerine tanınan özgürlüğün sınırlarının genişletilmesi ya da devletin tarafsızlığının getirdiği Anayasal kısıtlamaların vicdan özgürlükleriyle çeliştiği savıyla açılmış davalarla doludur. 1860’lı yıllardan itibaren ABD’nin “Hıristiyan” bir ulus olduğunun Anayasa’ya kaydedilmesi konusunda uğraş veren Ulusal Reform Derneği’nden (bunu gerçekleştiremeseler de para birimine “Tanrı’ya güveniyoruz” yazdırmayı başaracaklardır), dinlerinin bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine cevaz verdiği, bu nedenle bir çokeşliliği yasaklayan yasaların vicdan özgürlüğünü ihlâl ettiğini savlayan Mormonlara, dinsel ayinlerinde halisünojen bitkiler kullanan ve uyuşturucu yasağının kendileri için geçerli olmamasını savunan yerli cemaatlerine, her gün yeni bir dava çıkmaktadır ABD mahkemelerinin karşısına…
Görüldüğü üzere, yukarıda da belirttiğim gibi, sekülarizm/ laiklik tanım ve uygulamaları hem tarihsel süreç içerisinde, hem de ülkeden ülkeye değişiklik gösterdiği, vurgu sekülarizm/ laiklik görüngüsünü biçimlendiren ilkelerden kâh birine, kâh diğerine yöneldiği için tanım üzerinde uzlaşma sağlanamamakta. Örneğin kimi sekülarizm araştırıcıları, devletin başı aynı zamanda İngiltere Kilisesi’nin de başı olan, Lordlar Kamarası’nda 26 koltuğun piskoposlara tahsis edildiği, Hıristiyanlığın kamusal alanda bolca boy gösterdiği, çok sayıda kamu okulunun başta İngiltere Kilisesi ve Katolik Kilise olmak üzere (ancak buna Müslüman, Yahudi, Sih, Hindu gibi azınlık dinleri de katılmaktadır) dinsel cemaatlerce yönetildiği İngiltere’yi “seküler” bir ülke saymamaktadır. (Örneğin Berlinerblau). Ama bazılarına göre de, İngiltere benim bu yazıda “sekülarizm” olarak tanımladığım görüngünün yetkin bir örneğidir…
Yine de konuyla ilgili yazıp çizenlerin tanımları genel hatlarıyla iki model (Fransız-Anglosakson/ ABD) arasında gidip gelir. (Rowan Williams ilkini “programatik”, ikinciyi ise “süreçsel” sekülarizm olarak tanımlarken, Charles Taylor da “kapalı” ve “açık” sekülarizmlerden söz ediyor.
Brett G. Scharffs ise”sekülerlik” işe “sekülarizm” ayrımını yapıyor.)
Türkiye’nin “Laikliği”
Türkiye, sekülarizm/laikliğe ilişkin literatürün en “ilginç” vakalarından birini oluşturuyor, kuşkusuz…
Bu “nev’i şahsına münhasır” laikliği kavrayabilmek için tarihine bakmak gerek. Osmanlı İmparatorluğu, hiç kuşkusuz ki “seküler” ya da “laik” olarak tanımlanamaz. Ama “teokratik” olarak da tanımlanması mümkün değil. Osmanlı’da aslî, mutlak ve birincil olan, Sultan’da tecessüm eden “devlet”ti, “devlet-i âliyye” ya da “devlet-i ebed müddet”… Geri kalan herşey, devletin “bekâsı”na tabiydi, bu anlamda din görevlileri dâhil hiç kimsenin, hiçbir mevki ya da merciin dokunulmazlığı yoktu. Sultanın kardeşleri, vezir-i azamlar, komutanlar şeyhülislâmlar
dâhil olmak üzere her kişi her an “devlet aklı” (?) gereği “hâl edilme” ya da mevkiinden edilme riskiyle karşı karşıyaydı.
Devletten özerk bir dinsel kurumun bulunmayışı, din adamlarını (ulema) devletin hizmetine koşmaktaydı, “Osmanlı’da öncelikli olan devlet gerekleridir, din tamamıyla devletin otoritesinin emrinde bir kurumdur,” diyor Gül Tuba Dağcı ve Adnan Dal.
Merkezi devletin dinsel çevreler karşısındaki gücü, Tanzimat fermanıyla birlikte, daha da artacaktır. Tanzimat, Osmanlı’nın Batılı devletlerin de baskısıyla dinsel alanı da kapsayan bir dizi reformuna sahne oldu; vakıfların devlet denetimi altına alınması, gayrımüslim uyruklara Müslüman utyruklarla eşit haklar tanınması ve kendi anayasaları dâhil bir çeşit özerklik tanınması, Şer’i mahkemelerin yanısıra karma ticari mahkemelerin kurulması ve Batı tipi okulların açılması, bu meyanda sayılabilir.
Ancak Cumhuriyet’le birlikte çok daha radikal adımlar atılacaktır. Anımsayalım:
1924: Hilafetin ilgası, Şeriyye ve Evkaf vekâletlerinin kapatılması.
1924: Dinsel eğitim sisteminin kaldırılması, Tevhid-i tedrisat kanunu.
1924-37: Şer’i mahkemelerin kaldırılması, hukuk sisteminin laikleştirilmesi
1926: Türk Medeni Kanunu’nun kabulü ile birlikte, aile hukukunda çokeşliliğin ilgası, evlilik yaşı düzenlemesi, medeni nikâh, miras payları vb. düzenlemelerin getirilmesi.
1925: Şapka ve kıyafet kanunu
1925: Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması, şeyh, dede, baba vb. unvanların kullanımının yasaklanması. (“Türk büyükleri”ne ait türbeler 1950’de yeniden ziyarete açılacaktı.)
1928: Latin alfabesine geçiş
1928: 1924 Anayasası’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin dininin İslâm olduğunu hükme bağlayan maddesinin iptali.
1926-31: Uluslararası saat, ölçü ve takvim sistemlerine geçiş
1931-34: Kadınların yerel yönetimlerde ve genel seçimlerde seçme ve seçilme haklarının kabulü
1934: Soyadı kanunu
1937: Laiklik ilkesinin Anayasal düzlemde kabulü, Laikliğin Cumhuriyet devletinin temel özelliği olarak ihdası.
1949: Şeyhlik, babalık, halifelik gibi geleneksel mevkilerde bulunanlara hapis, sürgün ya da ağır para cezası verilmesi. (Sürgün cezası 1965’te kaldırılacaktı.)
Bu yasa ve önlemler çerçevesinde, 15-20 yıl gibi kısa bir süre içerisinde, toplumun çehresi değişecekti. Kentlerin (tabii bu dönemde kentlerin nüfusun ancak yüzde 25’ini barındırdığı akıldan çıkmamalı) sokakları şapkalı, pantolonlu erkekler, etekleri dizaltı boylu, başı açık ya da saçları görünecek bir örtüyle kapatılmış, serbestçe gezinen kadınlarla dolmuş, erkân ve rical eşleriyle birlikte Cumhuriyet balolarında ellerinde içki kadehleriyle boy göstermeye başlamış, okullarda kız ve erkek öğrenciler aynı sıralarda ders görür, ulusal bayramlarda atlet ve şortlarıyla birlikte jimnastik yapar hâle gelmişti. “Muasırlaşma” dinin etkisini ve görünürlüğünü silip süpürmüştü adeta…
İslâm coğrafyasına dâhil ülkeler açısından, kabul edilmeli ki oldukça radikal bir dönüşüm. “Türk laikliği”, yerli-yabancı pek çok yazar tarafından Fransız laisizminin uç bir uygulaması, Jakoben/tepeden inme bir dayatmacılık vb. olarak yorumlanmıştır.
Ama neresinden baksanız, “garip” bir laikliktir bu. Fransız olsun, Anglosakson olsun Laiklik/sekülarizmin pek az unsurunu barındırmaktadır.
Örneğin din ile devletin ayrılması ve birbirinden özerkleşmesi, Laiklik/sekülarizm için bir “olmazsa olmaz” iken, Türkiye’de Hilafetin ilga edildiği gün, “İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevli” Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) tesis edilecektir.
Bir devlet kurumu olarak DİB, münhasıran İslâm’ın Sünnî yorumuna dayanan bir kurumdur. Bütçesi Müslüman-gayrımüslim, Alevî-Sünnî, dinci-seküler, inanan-inanmayan tüm yurttaşların vergilerinden alınan paydan oluşmasına karşın, sadece Sünnîliğe hizmet vermektedir.
Bir başka deyişle, Cumhuriyet Laikliği, aksi yönde bir talepte bulunmadıkları sürece daha doğuştan kimliklerinin “din hanesi”ne “İslâm” yazdırdığı yurttaşlarının (din hanesi yeni kimliklerde kaldırılmış olsa da, yurttaşların dinine ilişkin bilgi çiplerde kayıtlı olmayı sürdürmektedir) iman ve ibadetlerini, maaşlı memurları aracılığıyla biçimlendirmektedir.
Bu durum, siyasal altüstlüklerle yüklü 19. yüzyıl sonu-20. yüzyıl başlarında Osmanlı topraklarının gayrımüslim nüfusunu savaş ve soykırımlarla yitirmesi ve Osmanlı’dan kopan topraklarda yaşayan Müslüman nüfusun Osmanlı topraklarına göç etmesiyle açıklanabilir. Bir göçler coğrafyasında ulus-devlet inşa etmek zordur. Haydi “devlet”i kurdunuz, “ulus” kimlerden teşkil olacak? 20. yüzyıl başlarında, Laz, Çerkez, Kürt, Arap, Boşnak, Türkmen vb. etnik çeşitlilikte Türk’ün karşılığı, ancak ve ancak İslâm’dı. Cumhuriyet rejimi de bunu olduğu gibi kabul etmişti…
“Ulusal kimliğin oluşumu, elitler arasında çok uzun süredir ‘Türk’ün açık bir tanımı olmadığından, bir hayli sorunluydu,” diyor Gülce Tarhan. “Osmanlı mirası, Cumhuriyetçi elitlerin tüm çabalarına karşın, ulusal kimliğin oluşumunda etkisini sürdürdü. Osmanlı döneminde uyruklar dinsel bağlantılarına göre tanımlanmaktaydı. Bu sisteme
millet sistemi deniyordu. Bu sistemde “Türk” herhangi bir etnik kategoriye değil, İmparatorluğun Müslüman tebasına gönderme yapmaktaydı. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, Kemalist elit dinsel içerikten arındırılmış yeni bir Türk ulusal kimliği formüle edebilmek için uğraştı. Ancak yurttaşlığın siyasal bir tanımını yaratma çabalarına karşın din, Türk olmanın önemli bir imleyicisi olarak kaldı. Kemalist söylem ve yasal çerçeveye karşın ulusal kimlik İslâm’la bağlantılı olmayı sürdürmüştür.”
Ancak İslâm’ın Türk kimliğinin ortak paydası olarak kurgulanması ve bu yapılırken de örneğin Kemalizm’le pek çok motifi paylaşan Alevîliğin değil de, Sünnî İslâm’ın tercih edilmesi, sadece etnik çeşitlilikten bir ulus imal etme çabası ya da (Gülce Tarhan’ın ifadelerindeki gibi) Osmanlı “millet sisteminin” süregiden etkisiyle açıklanamaz.
Bunda Alevîliğin o dönemlerde bir “kırsal kesim dini” olması, sözlü geleneklere dayalı büyük bir yerel çeşitlilik sergilemesi bir etken olmuştur mutlaka. Ama daha da önemlisi, Osmanlı dönemi boyunca devlete başkaldıran, yoksul köylülerin dünya görüşleriyle bütünleşen Alevîliktense, en kötü devleti devletsizliğe tercih eden, “ulul emre itaat”i düstur edinmiş ve yaygın bit kentsel örgütlenme ağına sahip Sünnî İslâm daha uygun bir seçim gibi gözükmüş olmalı kurucu kadroların gözünde.
Çünkü Cumhuriyet’in kurucu elitleri, DİB eliyle “millileştirilmiş” bir İslâm’ı bu yolla yalnız devletin kontrolü altında tutmakla kalmamış, aynı zamanda onu kitlelerin denetim altında tutulmasında da işlevselleştirmişlerdir. Bir başka deyişle
genç Cumhuriyet rejiminin elinde İslâm, kontrol altında tutulan bir kontrol aracıdır…
Böylelikle, günümüzde yurtiçi ve yurtdışında dev boyutlara ulaşan maaşlı kadrosu, gün geçtikçe arttırılan etki alanı ve yetkileriyle DİB, T. C. Devletinin Türkiyeli Müslümanların dinlerini nasıl yaşayacakları, gündelik yaşamlarını nasıl düzenleyecekleri, giderek nasıl düşünüp davranacaklarını dikte eden bir aygıtına dönüşmüştür. Merkezi iktidar laiklik iddialarından vaz geçtiğinde son derece tehlikeli olabilecek bir aygıt!
Bu gelişmeler ışığında, Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun laiklik konusundaki tutumunun, ilkeselden çok pragmatik ve konjonktürel olduğunu öne sürebiliriz. Din-devlet ayrılığı, devletin din(ler) karşısındaki tarafsızlığı, hoşgörü, vicdan özgürlüğü gibi sekülarizm/ laiklik’in “olmazsa olmaz”ı sayılan ilkeler, Cumhuriyet’in “laikliği”nde kâğıt üzerinde kalmıştır.
Yurttaşların dinsel inanç ve davranışlarını devlet adına biçimlendiren ve İslâm’ın yalnızca Sünnî versiyonuna taalluk eden DİB’in varlık ve etkinliği bir yana, imamları yetiştiren İmam-Hatip okulları ya da okullardaki din eğitimi konusundaki gelgitler bu pragmatizmi açık biçimde gözler önüne sermektedir.
1924 yılında, kapatılan medreselerin yerine “Kemalizm’e bağlı, “modern” din kadrolarını yetiştirmek üzere, meslek okulları statüsünde İmam Hatip Okulları açılmıştı. Bu okullar 1932’de kapatıldı. Çok partili rejime geçişle birlikte yeniden açılan İHO’ların sayısı 1970-80 arasında düzenli olarak arttı. 1997’de, o güne dek yalnızca İlahiyat Fakültelerine devam edebilen mezunların tüm üniversitelere girebilmeleri sağlandı. Böylelikle İHO’lar meslek lisesi statüsünden çıkartılmış, dinsel (Sünnî İslâm) ağırlıklı eğitim veren normal orta dereceli okullara dönüştürülmüştü.
DİB’in eğitime müdahalesi İmam-Hatip’lerden ibaret değildi. Çocuklara okul-öncesi çağlardan başlamak üzere din eğitiminin verilmesi için aynı kurumun gözetiminde Kur’an kursları uygulaması da 1965’den itibaren yoğunlaşacaktır.
Ve eğitim kurumlarında din dersi uygulaması: Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulünü izleyen yıllarda, din dersleri kentlerdeki okullardan tümüyle kaldırılmıştı (Köy okullarında ise din dersleri 1940’ların başlarına dek sürecektir). Ancak 1940’lı yılların sonlarına doğru ilk, 50’li yıllarda ise orta dereceli okullarda yeniden din dersleri uygulaması başlatıldı. 1980’e dek okullarda din dersleri seçmeliydi; önceleri velinin isteği üzerine alınan, sonrasında ise velinin isteği üzerine muaf tutulunan dersler… 12 Eylül 1980 darbesi generalleri, akıl hocalıklarını üstlenen Türk-İslâm sentezcilerinin delaletiyle, din derslerini (“Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” adı altında) ancak gayrımüslim öğrencilerinin velilerinin bir dilekçeyle çocuklarını muaf tutabilecekleri, tüm öğrenciler için zorunlu ders hâline getirdi.
Bu yoldan ilerleyen AKP iktidarı ise din derslerini hem ders saati, hem içerik (orta öğretimde müfredata “seçmeli” Kur’an ve Hz. Muhammed’in hayatı derslerinin eklenmesi) olarak katlarken, TEOG ve Üniversite sınav sorularında bu derslerin ağırlığını arttıracaktır.
Bir başka deyişle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1937 yılından bu yana Anayasası’na yerleştirdiği “Laiklik” ilkesini kendi kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle ihlâl etmektedir.
Bu “ihlâller” din eğitimiyle sınırlı değildir. “Azınlık dinleri” bahsini ele alalım. Türkiye’de “dinsel azınlıklar”ın hakları Lozan Anlaşması’yla güvence altına alınmış olmasına karşın, (anlaşmada bu azınlıkların hangileri olduğu belirtilmez), T.C. devleti, Osmanlı’da geçerli teamüllere uyarak bu statüyü yalnızca Rum Ortodoks, Ermeni ve Yahudi azınlıklara tanımıştır. Bu “güvence”nin ne denli geçerli olduğu ise, Cumhuriyet rejiminin Ermeni soykırımı suçlarını cezasız bırakmasından, Varlık Vergisi’nden ve 6-7 Eylül olaylarından çıkarsanabilecektir!
Dahası, anılan azınlık dinlerine tanınan hakların uygulaması, son derece keyfidir. Örneğin Lozan Anlaşması’nda belirtilenin tersine, gayrımüslim T.C. yurttaşlarının üst düzey memuriyetlere getirilmeleri, mümkün değildir. Parlamentodaki temsilleri de öteden beri “sorunlu” olagelmiştir. Örneğin 1965-2011 yılları arasındaki 12 yasama dönemi boyunca Meclis’e sadece bir gayrımüslim parlamenter girebilmiştir (Cefi Kamhi, 20. Dönem)!
Cemaatler hukuki kimlikten yoksundur. Bazı dinsel gruplar resmen tanınmamakla birlikte, göz yumulmaktadır. Daha da beteri, devlet “meşru” ve “gayrımeşru” dinler arasında ayırım yapmakta, bunu yaparken de DİB’den görüş almaktadır! Örneğin, 1960’ların başlarında mahkeme, kendilerini “bağımsız bir din” olarak kabul eden Baha’ilerin böyle olup olmadıkları konusunda DİB’den “görüş” istemişti
… Bir başka deyişle, “sekülarizm/laiklik ilkesi gereği her dine eşit mesafede durması ve sınırları içerisinde mevcut farklı dinsel gruplar arasında tarafsız bir hakem rolü üstlenmesi gereken T. C. Devleti, bu “hakemlik” görevini, Sünnî İslâm kurumu olan DİB’e devretmiştir!
Diyanet’in bütçesi, yukarıda da belirttiğim gibi, inanç ya da inançsızlığı ne olursa olsun, yurttaşların ödediği vergilerden sağlanır. Ama ne Diyanet’in ısrarla kendilerini nasıl tanımladıklarına bakmaksızın “İslâm içi/tasavvufi bir oluşum” olarak tanımladığı (böylelikle de cemevlerine “ibadethane” statüsü vermekten uzak durduğu) Alevîler, ne de gayrımüslim azınlıklar bu kurumdan herhangi bir hizmet görmezler. Sünnî Müslümanlar dışındaki tüm dinsel gruplar giderlerini kendileri karşılamak durumundadır. Ermeni ya da Rum Patrikliği ya da Hahambaşılık mülk edinemez, personel istihdam edemez, mahkemede taraf olamaz. Cemaatin işleri, dernekler aracılığıyla yürütülür.
Devletin azınlık vakıfların mallarına keyfi olarak el koyduğu durumlar geçmişte yaşanmış, vakıflar mülklerini ancak AİHM kararıyla geri alabilmişlerdir.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, T.C.’nin kurucu ilkeleri arasında sayılan “Laiklik”in, gerçekten laiklik olup olmadığı, ciddi bir tartışma konusudur. Nitekim aralarında Haldun Gülalp ile Taha Parla ve Andrew Davison’un da bulunduğu pek çok yazar, farklı sonuçlara varsalar da, Türkiye’yi “laik” bir ülke saymamaktadır.
Teokrasi-Laiklik/sekülarizm dikotomisine teslim olmaksızın düşündüğümüzde, yalnız AKP Türkiyesi’ni değil, AKP-öncesi T.C. politikaları da “Laiklik” olarak tanımlamak, bir hayli zordur. Olsa olsa Devlet’in dini kontrol altında tutabilmek için DİB’i, nüfusu kontrol altında tutabilmek için dini (İslâm’ı) kullandığı bir grotesk’den söz edebiliriz. (“Atatürkçü” olduklarını her fırsatta vurgulayan 12 Eylül generallerinin toplumsal muhalefeti, özellikle de gençliği “ıslah” etmek amacıyla dine nasıl sarıldıklarını, “Türk-İslâm Sentezi”ni nasıl devletin resmi görüşü kıldıklarını, ya da 90’lı yılların Kürt hareketini bastırmada dinden nasıl yararlanıldığını anımsamak yetecektir!)
AKP Türkiyesi’nde Durum
T.C. “Laikliği” postmodernizmin akademia’da başatlık kazandığı, kimlik eksenli tartışmaların gündemi tümüyle işgal ettiği 1990’lı yıllarda apansız entelektüel eleştirinin hedef tahtasına yerleştirildi. Liberalleri, postmodernleri, siyasal İslâmcıları infaz mangasında birleştiren bu furyada “Kemalist (ya da ‘vesayetçi’) Laiklik” “tepeden inmeci”, radikal”, “jakoben”, “aşırı katı” vb. olmakla eleştiriliyor, yerine daha “ılımlı”, Anglosakson (daha doğru bir deyimle “ABD tipi” sekülarizm modeli öneriliyordu. Bu yıllarda “post-seküler” Batı dünyasında da “Türkiye vak’ası” ameliyat masasına yatırılıyor, Türkiye Laikliği’ni irdeleyen makale, kitap, konferans ve panellerde ülkenin daha “ılımlı” bir modele geçmesi öneriliyordu.
Şöyle söylenebilir: Uluslararası arenada “postseküler” rüzgarlar esiyor, sekülarizmin özellikle Fransız modeliyle ilişkilendirilen örnekler topa tutuluyor, buna karşılık “gevşek” ve son yıllarda Evanjelizmin yönetim kademeleri üzerinde etkisini artan ölçülerde hissettirdiği ABD’nin giderek gevşeyen “light” sekülarizm modeli göklere çıkartılıyordu.
Bu, postseküler rüzgârlarla yelkenlerini şişiren köktendinciler, bu ‘trend’den yararlanmazlık etmediler. Liberal, postmodernist ve İslâmcı entelijensiya kolkola, AKP “sekülarizmi”nin yolunu döşemeye koyulmuştu.
2002 seçimleriyle iktidara gelen ve bir daha da gitmeyen AKP’nin “laikliği”ni (ya da “sekülarizmi”ni…) tarife gerek var mı? Türkiye’de ”Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, laiklik elden gidiyor. Yahu, bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek yahu! Sen bunun önüne geçemezsin ki. (…) Bu ülkenin yüzde 99’u Müslüman. Hem laik, hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın, ya laik. (…) Ben Müslümanım diyenin tekrar yanına gelip bir de aynı zamanda da laikim demesi mümkün değil. Niye? Çünkü Müslümanın yaratıcısı olan Allah kesin hâkimiyet sahibidir. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Bak yalan koskoca bir yalan” (1994)
ya da “Ben İstanbul’un imamıyım”dan (Belediye başkanlığı dönemi, 8 Ocak 1995) “Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslümanım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. (…) laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın,” (Eylül 2011, Mısır)’a, oradan da “Faizleri düşürüyormuşuz! Benden başka bir şey beklemeyin. Bir Müslüman olarak naslar neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğiz. Onu yapmaya devam edeceğiz. Hüküm bu!” (Aralık 2021) na… salınan bir Başkanın yönetiminde, Türkiye Laiklik ya da Sekülarizm’den hepten uzaklaşmıştır.
Erdoğan’ın lafları bir yana, AKP’nin iktidarda olduğu 21 yıl boyunca ülke, başta bir çok bakanlığı katlayan bütçesi, 2023 itibariyle sayısı 211 bini aşan personeli, boşanmaların önlenmesinden trafiğin düzenlenmesine, mahkûmların infazını etkileyecek “iyi hâl” tespitinden faiz politikalarına, okul kıran öğrencilerden kadınların giyim kuşamına, her konuya müdahale etmesine olanak sağlayan yetki alanıyla dev bir fetva merciine dönüştü. Bakanlıklar cemaatler arasında bölüşülürken, çeşitli teşvik, kayırma ve ihale oyunlarıyla İslâmi sermaye pastadaki payını büyük bir hızla arttırdı. Personel atamalarında imam-hatipli olmayan, filanca cemaate mensup olmayan, parti teşkilatlarından referans getiremeyen ya da en azından mülakatta dini bilgileri zayıf olanlar elenirken, memurlar amirlerinin gözüne girmek için Cuma günleri camileri doldurmaya özen gösterir oldu. Mahalle baskısı, partililerin sokakta ve sosyal medyada “ahlâk polisi” gibi davranması, içki kullanımına getirilen kısıtlamalar, “halkın kutsal değerlerine hakaret” suçlamasıyla açılan davaların bir terbiye aracı olarak kullanılması, vb. vb… Yalnız devleti değil, toplumsal dokuyu da İslâmileştirme niyetini açığa çıkarmakta…
Soru şu: AKP bunları nasıl yapabildi?
Bu sorunun yanıtı kısmen, Cumhuriyet rejimi boyunca zigzaglarla sürdürülegelen “laiklik” politikalarında yatıyor. Türkiye’de iktidar sahipleri nev’i şahsına münhasır laiklik yorumları aracılığıyla dini, ama aynı zamanda toplumu denetim altında tutmaya çabalarken, laikliğin (ya da “modernite”nin hiçbir gereğinin: özgürlük(ler), kadın-erkek eşitliği, işçi hakları, demokratik katılım vb.) topluma/tabana yayılmasına olanak vermemiş, iktidarı sürekli olarak ve ellerinden geldiğince temerküz etmeye çabalamışlardır. Türkiye’nin içinden çıkmayı başaramadığı 12 Eylül rejimi bu yolda zirveyi oluşturur: her türlü demokratikleşme, katılım girişimini tank paletleri altında ezip geçen askeri rejim, ABD’nin ‘Yeşil Kuşak’ politikasının da sağladığı ortamla, İslâm dinini (ve tabii onun Sünnî yorumunu) toplum üzerindeki denetimini pekiştirmek üzere bolca kullanırken (Kenan Evren’in Kur’anlı, namazlı, ayetli konuşmaları o günleri yaşayanların belleklerindedir. Darbe yıllarında din dersleri zorunlu hâle getirilmiş, Kur’an kursları hızla yayılmış, tarikat ve cemaatlerin devlete nüfuzları hız kazanmıştır…) bir yandan da din üzerindeki denetimini yitirmemek için “kontrol dışı” unsurlar üzerinde baskı uygular. (MSP’nin Konya’da gerçekleştirdiği Kudüs Mitingi’nin darbenin gerekçeleri arasında sayılması, partiye yönelik kovuşturmalar…) Diyanet’in etki alanı 12 Eylül rejimiyle birlikte hızla genişler, yetkileri arttırılır. Toplum devletin tekelindeki bir mekanizma aracılığıyla “İslâmileştirilmekte”, ancak aynı süreç içerisinde cemaat ve tarikatlar devlet mekanizması içine hızla “sızmakta”dır.
AKP 2002’de iktidara geldiğinde (“rejim güçleri” tarafından işlevsel bulunan Fethullah Gülen cemaati başta olmak üzere) cemaatler tarafından istila edilmiş bir devlet mekanizması ve din konusunda diledikleri tasarrufta bulunabilecekleri işlerlikte bir Diyanet örgütlenmesini hazır bulacaktı. Aşırı merkezileşmiş bir iktidar yapılanması el değiştirip Kemalizm’in üç sacayağı, TSK, Yargı ve Yükseköğretim de kendini Kemalist laiklik anlayışıyla bağlı saymayan bir rövanş hareketinin eline geçtiğinde, bu hareketin yapması gereken tek şey, sistemi olduğu gibi, ancak bu kez kendi ideolojisi (burada, İslâmcılık) uyarınca sürdürmektir. AKP tam da bunu yapmıştır.
Bu işin bu denli kolay olmasının bir başka (ve bağlantılı) nedeni ise, ülkede “vesayet rejimi”ne yönelik birikmiş tepkinin toplumun duyarlı kesimlerini dumura uğratmışlığıdır. 2000’lerin başlarında “demokratikleşme”, “vesayet rejiminden kurtulma”, “AB’ye girme” söylemleri, “ancien régime”i kendilerine yönelik bir sopa olarak deneyimleyen savaş yorgunu Kürtlerin, art arda gelen ve katillerin her seferinde cezasız kaldığı katliamların tükettiği Alevîlerin, örgütsüzleştirilmiş, taşeronlaştırılmış işçilerin, içeride 12 Eylül rejimini, dışarıda sosyalist sistemin dağılmasını yaşamış devrimcilerin kulağına hoş gelmişti. Üstüne üstlük “sınıf”ı terk etmiş postmodern ve/ veya liberal intelligentsia, o güne dek kabullenilen tüm kavramları topa tutmakta ağız ve elbirliği etmişti. O günlerde AKP’nin (Reisi ağzından geçinmeye hiç de gönlü olmadığını her vesileyle ilan ettiği) “laiklik” için bir tehdit olduğunu düşünmek, bu konuda kaygılanmak “Vesayet rejimi”nin yancısı, “darbeci” vb. ilan edilmek için yeterli nedendi. Kemalist laiklik zaten “Jakoben”di,”tepeden inmeci”ydi, terk edilerek yerine ABD tipi,”özgürlükçü” bir sekülarizme geçilmeliydi…
Sonuç, ortada…
Laiklik… Ama Nasıl?
AKP iktidarının laiklik karşıtı uygulamaları, siyasal İslâmcı kadroların devlet kademelerine her geçen gün daha fazla nüfuz ediyor oluşu, eğitim başta olmak üzere toplumsal yaşamın bütün alanlarını dinsel referanslarla yeniden biçimlendirme çabaları, iktidar partisi desteğindeki İslâmi sermayenin başat pozisyona gelmiş olması (Türkiye’de siyasal İslâm, ağırlıklı olarak İran’da olduğu üzere “bazaar” esnafına değil, neoliberal kapitalizm koşullarında oyunun kurallarını kavramış, gözükara bir sermaye kesimine, Anadolu Kaplanları’na dayanıyor) vb. koşullar, bu coğrafyanın sosyalistlerini Laiklik üzerine yeniden düşünmeye çağırıyor.
Bir uçta “Türkiye laiktir, laik kalacak!” sloganının terennüm eden, diğer uçta “yeryüzü sofraları” kuran bir “eleştirelliğin” nafile olduğunu düşünenlerdenim. “Kemalist laiklik” de, “Amerikan-tipi sekülerlik de coğrafyamızda açmazlara mahkûmdur. Sosyalistlerin, devrimcilerin yönetimde, işçi sınıfının, emekçilerin iktidarda olduğu bir ülke, laik olacaktır elbette, ama bu, Cumhuriyet laikliğinden farklı olmalı.
Örneğin, dini kontrol etmek üzere ve toplumda tek tip bir dindarlığı yaygınlaştırmak için dinsel işlevleri uhdesinde toplayan Diyanet İşleri Başkanlığı benzeri bir kurumun olmadığı bir laiklik…
Dinsel grupların kendi inanç ve ibadetlerinin gereklerini yasalarda belirtilen şekilde kendi olanaklarıyla karşıladıkları, hiçbir dinsel kurum ya da oluşumun kamu kaynaklarından finanse edilmediği bir laiklik…
Okullarında hiçbir ayırım gözetilmeksizin, tüm çocuk ve gençler için zorunlu, tümüyle laik, bilimsel bir müfredatın izlendiği, din(ler)in, herhangi birine ayrıcalık tanınmaksızın, toplumsal görüngüler olarak ancak beşeri-sosyal bilimler kapsamında (felsefe, dinler tarihi, din sosyolojisi, din antropolojisi vb.) ele alınacağı bir eğitim sistemini hayata geçiren bir laiklik…
Kişilerin inanç ve ibadet özgürlüklerini herhangi bir kısıtlamayla karşılaşmaksızın yaşadıkları, cemaatlerin kendilerini kaydettirme koşuluyla serbestçe faaliyet gösterebildiği, ancak kendi inançlarını başkalarına dayatma, kendi üyeleri --dâhil kimseyi dinin gereklerini uymaya zorlama hakkına sahip olmadıkları, faaliyetlerini şeffaf bir biçimde sürdürmelerinin norm hâline getirildiği, başta çocuklar olmak üzere dinsel gerekçelerle baskı kuramadıkları bir laiklik…
Devletin tüm dinsel inançlara ve inançsızlığa eşit mesafede durduğu, çoğunluk-azınlık dini gibi bir ayırım yapmadığı, dine kamusal (ahlâki, düzenleyici, denetleyici vb.) hiçbir anlam atfetmediği, ancak birey ve cemaatler arasında yaşanabilecek sorunlarda hakemlik ettiği, tüm yurttaşlarına doğum, evlilik, cenaze gibi geçiş momentlerinde uygulanacak din-dışı, nötr işlemleri sağlayacak, dileyenlerin bu geçiş momentlerinde inançlarının gereklerini de ifa edebilecekleri bir laiklik…
Kamusal alanın dinsel etkilerden tümüyle arındırıldığı, kamu görevlilerinin istihdam ve terfi süreçlerinde yalnızca liyakatın göz önünde bulundurulduğu, ama hiçbir kamu görevlisinin dinsel gerekçelerle yükümlü olduğu hizmeti görmekten bağışık tutulamayacağı bir laiklik…
İnsanın genetik ve kültürel çeşitliliğini bir zenginlik kaynağı olarak gören, dinsel gruplar/ kültürler arasındaki temasları teşvik eden bir laiklik…
Ve nihayet, kişilere dinsel bilgi, yetke, karizma, soy kütüğü ya da başka bir avantajla dindar bireyleri sömürme, cezalandırma, onlar üzerinde tahakküm kurma, kısacası sosyalizmin temelini oluşturan eşitlik ve paylaşımcılık ilkesini ihlâl etme yetkisi tanımayan bir laiklik…
“Postseküler” çağda, dinin geri dönüşü toplumlara acı deneyimler yaşattı. İş başına geçen köktendinci demagoglar (Bolsonaro, Trump, Modi, Orban ve şürekâsı) ülkelerinin rejimlerini belki “teokrasi”ye dönüştür(e)mediler, ama bağnazlığı bir toplumsal değere dönüştürerek kadınları, etnik-dinsel azınlıkları, göçmenleri, LGBTI + bireyleri, yoksulları yığınların hedef tahtasına yerleştirip eşitsizlikleri, sömürü ve tahakkümü, yolsuzluklara belenmiş yönetimlerini meşrulaştırmanın aracı kılabildiler.
Laikliğe, ama çerçevesini yukarıda çizmeye çalıştığım tarzda “toplumsallaştırılmış” bir laikliğe bu nedenle fazlasıyla ihtiyacımız var.
11 Aralık 2023 14:19:23, İstanbul
N O T L A R
Gilles Kepel,
The Revenge od God. The Resurgence of Islam, Christianity and Judaism in the Modern World. Penn State University Press, 1994.
Yalnızca AKP iktidarının hemen öncesi ve ilk yıllarında Türkiye’nin entelektüel iklimini kaplayan Kemalizm eleştirilerinin ana gövdesini laikliğe yönelik eleştirilerin oluşturduğu ve dinin kamusal yaşamda boy göstermesine tolere eden “Anglosakson tipi” daha ılımlı bir sekülarizm modeline yönelinmesi gerektiğine değgin, AKP ideologlarının da sahip çıktığı tartışmaları hatırlamak, yetecektir.
Jacques Berlinerblau,
Secularism, The Basics, Routledge, 2022, s. 1.
Berlinerblau, agy. ss. 21-22.
Nikki R. Keddie, “Secularism and its Discontents”,
Daedalus, Yaz 2003, s. 14.
Berlinerblau, a.y. s. 94.
Örneğin, Andrew Copson,
Secularism, A Very Short Introduction (Oxford University Press, 2019)’da Montesquieu, Voltaire, David Hume, Adam Smith, Denis Diderot, Baron d’Holbach’ı katar “seküler düşüncenin oluşmasına katkıda bulunanlar” listesine…
Sibel Özbudun, “Yoksulların Başkaldırısı ve Kadınlar”,
Bedreddin vr Börklüce, Osmanlı’da Sınıf Mücadeleleri ve 1416 İhtilali. Der.: Sinan Araman, Hasan Ateş, Erdem Çevik. Kor Yayınları, 2021, ss. 56-91.
Bkz. Mahjoub, Nadeem (2008). “The Qarmatians (Al-Qaramita)”,
http://middleeastpanorama.blogspot.com/2014/03/the-qarmatians-al-qaramita.html
Bu, yersiz bir akademik titizlik değil, kişiyi –son yıllarda yayınlanan kamuoyu araştırmalarında sıkça rastlanan “Türkiye’de dindarlık azalıyor, ibadetleri yerine getirenlerin oranında düşüş var, kadın-erkek eşitliği daha fazla kabul görüyor, LGBTI bireylere tepki oranı düşüyor, vb. o halde Türkiye’de sekülarizm hakim” yollu yargılardan koruyan temel bir ayırım. (Bir örnek için bkz. Volkan Ertit, “God İs Dying in Turkey as Well: Application of Secularization Theory to a Non-Christian Society”,
Open Theology, 2018, 4: 192-211.) Bir ülke, bir halk duyuş, düşünce ve davranış olarak sekülerleşirken devlet sekülarizmden uzaklaşabilir.
Berlinerblau, a.y. s. 43.
Gemma Betros, “The French Revolution and the Catholic Church”,
History Today, sayı 68, Aralık 2010. https://www.historytoday.com/archive/french-revolution-and-catholic-church
Berlinerblau, a.y. s. 69.
Marco Respinti, “Why Secularism is Dangerous: Frencl ‘Laicité’ as a Source of Major Injustice”,
https://bitterwinter.org/why-secularism-is-dangerous-2-french-laicite-as-a-source-of-major-injustice/
Jefferson başkanlığından önce, 1777’de Virginia eyaleti Dinsel Özgürlükler Bildirgesi’ni kaleme almıştı.
Bkz. Copson, s. 136.
Jeremy Rodell, “What do secularists mean by ‘secularism’?” 9 Ocak 20189.
https://blogs.lse.ac.uk/religionglobalsociety/2019/01/what-do-secularists-mean-by-secularism/
Bkz. Osman Okumuş, “Osmanlı Tarihinde Katledilen Şeyhülislamlar”, Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, c. 5, sayı 1, 2013. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/117370
Gül Tuba Dağcı ve Adnan Dal, “Osmanlı’dan Günümüze Din-Devlet ve Laiklik Tartışmaları”,
Barış Araştırmaları Ve Çatışma Çözümleri Dergisi, 2(1), 37-47. https://doi.org/10.16954/bacad.67502
Gülce Tarhan, “Roots of the Headscarf Debate: Laicism and Secularism in France and Turkey”,
Journal of Political Inquiry, IV, 2011.
Gülce Tarhan, a.y.
Taha Parla ve Andrew Davison, “Secularism and Laicism in Turkey”,
Secularisms, Janet R. Jacobsen ve Ann Pelegrini (der.), Duke University Press, 2008, s. 65.
İbrahim Aşlamacı, “Din Eğitimi Politika ve Uygulamalarında Ak Parti’nin 15 yılı”,
Ak Parti’nin 15 Ak Parti’nin 15 Yılı, Toplum. İsmail Çağlar, Ali Aslan (der.). SETA, 2017, ss.184-190.
Vikipedi, “Türkiye’de azınlık milletvekilleri listesi
” https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye%27de_az%C4%B1nl%C4%B1k_milletvekilleri_listesi
Haldun Gülalp, “Secularism as a Project of Free and Equal Citizenship: Reflections on the Turkish Case”,
Frontiers of Sociology, Haziran 2022, doi: 10.3389/fsoc.2022.902734
Gülalp, a.y.
Tipik bir örnek için bkz. Brett G. Scharffs,”Secularity or Secularism: Two Competing Visions for the Relationship between Religion and theState in the New Turkish Constitution”, Anayasa Hukuku Uluslararası Kongresi’ne sunulan tebliğ,
International Congress on Constitutional Law, Book of Papers, c.3, Anayasa Hukukçular Derneği, İstanbul Kültür Üniversitesi Yayınları, 2013, İngilizce ve Türkçe versiyonlar, ss. 362-403.
ABD’de Amerikan Seküler Birliği ve Özgür Düşünce Federasyonu, ABD sekülarizmini “Kilise ile Devlet”in ayrılmamış olmasıyla eleştiriyor ve şu talepleri öne sürüyor: 1. Kiliseler ve diğer mülklerin vergiden muaf tutulmaması; 2. Kongre, eyalet yasama organları, ordu, donanma, cezaevleri, akıl hastaneleri ve kamu tarafından finanse edilen tüm kurumlardaki papazların görevlerine son verilmesi, ulusal, eyalet ve belediye yönetimlerinde verilen dinsel hizmetlerin durdurulması; 3. Kamu kaynaklarının tarikat karakterli her türlü eğitim ve hayır kurumuna kullandırılmasına son verilmesi; 4. Kamu okullarında dinsel amaçlı İncil kullanımına son verilmesi; 5. ABD başkanı ve eyalet valilerinin dinsel festival, perhiz, dua ve şükran günleri ayinlerinde varlık göstermesinin son bulması; 6. Mahkeme ve diğer devlet kurumlarında teolojik yemin uygulaması lağvedilmesi; 7. Pazar ya da Şebat ayinlerine ilişkin her türlü dinsel ve teolojik dogmayı dolalylı ya da dolaysız yoldan dayatan tüm yasalar ilga edilmesi; 8. Hıristiyan ahlakının güçlendirilmesini öngören tüm yasalar ilga edilmesi; tüm yasaların doğal ahlak, eşit haklar vetarafsız adalet gerekleriyle uyumlu kılınması; 9. ABD ve eyalet anayasaları uyarınca ne Hıristiyanlık ne de başka bir dine herhangi bir ayrıcalık ya da avantaj tanınmaması, siyasal sistemin bütününün salt seküler temelde yürütülmeli ve yönetilmesi. (
New Advent, Catholic Encyclopedia, “Secularism” maddesi,
https://www.newadvent.org/cathen/13676a.htm)
Tarihunutmaz.org, https://www.youtube.com/watch?v=zJC-nUV4WrQ