Değişen demokrasi paradigması

Selma ERDAL Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla, soğuk savaş döneminin son bulmasının ardından ABD'nin sanayileşmeye yönelik stratejisini değiştirerek, iletişim araçlarının yardımıyla; felsefeye dayalı, oyalayıcı yapay tartışmalar başlattığı KALKINMA PARADİGMASI yerine, kendi egemenliğini genişletmesi için yeni bir savaş yöntemi olarak DEMOKRASİ PARADİGMASI'ndan yararlandığı ileri sürülmektedir. Bilindiği gibi ABD artık ülkeleri de "demokrasi getirme" bahanesiyle işgal etmektedir. Gerçi burada "demokrasi" paradigmasından anlaşılması gereken "temsili demokrasi" değil, "katılımcı demokrasi" yöntemidir. Çünkü günümüzde demokrasi; "çoğunlukçuluktan çoğulculuğa, temsili özelliğinden katılımcılığa, hiyerarşiden müzakereciliğe / tartışmacılığa / sorgulamacılığa dönüşen bir kültür" olarak tanımlanmaktadır. Ama bu tanımlamaların varlığına karşın; kuşkusuz ülkemiz özelinde katılımcılık şöyle dursun, temsili demokrasi bile tedavülden kalkmış durumdadır "canlı, canlı ve deneysel olarak" yaşamakta olduğumuz gibi... Demokrasi paradigmasındaki değişim; henüz 2000'li yıllara girmeden, Türkiye'nin gündemindeki yerini almıştır. Konuya; 1999-2000 Adli Yıl Açış Konuşması'nda değinen dönemin Yargıtay Başkanı'nın sözleri o günlerde çok tartışılmıştır. Bu konuşmasında dönemin Yargıtay Başkanı Sami Selçuk; "Çoğulculuk Batı politikasının keşfinin övüncü olarak demokrasinin önkoşuludur" derken, "Çoğulculuk, bireysel özgürlüğün / özerkliğin doğal sonucudur. Değil mi ki herkes, berikilerle ötekiler dikeylemesine, yataylamasına özgür ve eşittir, öyleyse orada bireyler hiçbir düşünce kalıbına uymak zorunda değildir, çünkü bireydir, BEN de değildir. Birey kendi alınyazısını belirlemede özerktir. Özerk birey olarak demokratik sürece katılacak, öyle kalacaktır. Tek değer değil, değerler çokluğu yaşanacaktır. Çünkü her bireyin yaşam biçimini kültürel bir değere dönüştürme hakkı vardır" değerlendirmesini yapmıştır. Yine 6 Eylül 1999 günü düzenlenen törende yaptığı konuşmada Hukukçu kimliğiyle Sami Selçuk şunları da söylemiştir: -Demokrasi paradigması, hoşgörü ve göreceliktir. Bilgi, görüş, eylem, ahlak açısından gerçekler görecedir. Bunu ayakta tutan da hoşgörüdür. Çünkü hoşgörü ötekinden nefret etmeme bilincini kazandıran erdemdir. Bu yüzden, demokraside çoğunluğun kararı, hiçbir zaman gerçeğin kanıtı değildir. Sadece tartışmayı geçici sona erdiren çaresizliğin çaresidir. Eski Yargıtay Başkanı Selçuk bu ünlü açılış konuşmasında KATILIMCILIK konusuna da değinmekte; "Özgürlük, çoğulculuk elbette özgür halk yönetimi demek olan demokrasi için yetmez, demokrasi; düşünceler cumhuriyetidir, diyalogdur. Bu diyaloğu; seçim, partiler, sendikalar, dernekler gibi sivil halk örgütleri, baskı gurupları sağlayacak, karar süreçlerine halkın sürekli katılması gerçekleştirilecektir. Özgürlük, çoğulculuk amaç; katılımcılık bunların gerçekleşmesi için araçtır. Yeter ki katılım, halkın doğru bilgilendirilmesine dayansın, tersi durumda kararlar sakatlanır ve tutarlı olmazlar" demiştir. Kuşkusuz kuramsal bakış açısıyla (çünkü o bir akademisyen değil, hukukçudur) Sami Selçuk'un değerlendirmeleri önemli olmayabilir, bununla birlikte kurumsal bakış açısıyla toplumsal yaşamda artık KATILIMCI DEMOKRASİ kamuoyunda tartışılması, giderek içselleştirilmesi bağlamında elbette ki çok önemlidir. Bir Hukukçu olarak Sami Selçuk'un değerlendirmeleri bir yana, bilimsel alanda akademisyen İlhan Tekeli de o günlerde; tüm dünyada küreselleşmenin derinleşmesiyle birlikte TEMSİLİ DEMOKRASİ'nin kriz yaşadığını, artık ulus devletlerin ekonomiyi yönlendirme araçlarının neredeyse hiç kalmadığını, ulus devlet içinde yaşayanların yazgılarının bile, ülke dışından alınan kararlarla belirlendiğini, bu koşulların da TEMSİLİ DEMOKRASİ'nin mantıksal dayanaklarını yok edip, anlamsızlaştırdığı yorumunu "Sivil Toplum Kuruluşları, Yerel Yönetimler ve Yerelleşmenin İçiçeciliği" adlı çalışmasında yapmıştır. Ayrıca Tekeli; BİLGİ TOPLUMU'na geçen dünyada değişen demokrasi anlayışının da bu değişimde etkili olduğunu, günümüzde demokrasi sözcüğünün başına KATILIMCI, ÇOĞULCU ön ekleri getirilmeden kullanılmadığını belirtmektedir. İşte bu gelişmelerin ardından dünyada ÇATIŞMACI temsili demokrasi yerini, UZLAŞMACI katılımcı, çoğulcu demokrasiye bırakmaktadır. Bir başka deyişle; çatışmacı siyasal kültürün karşısında, oydaşmacı bir siyasal kültür gelişmeye başlamıştır. Bu tartışmalar bağlamında yine bir başka akademisyen Prof.Dr. Can Aktan günümüz demokrasilerini eleştirerek, birçoğunda siyasal iktidarların MUTLAK DESPOTİZM'i temsil ettiğini, bugün adına demokrasi denilen siyasal sistemde "halkın egemenliği"nin değil, "siyasal iktidarların egemenliği"nin, "politikacıların egemenliği"nin ve "çıkar guruplarının egemenliği"nin geçerli olduğunu vurgulamaktadır. Bazı demokrasilerde de "lider diktası"nın varlığı nedeniyle, lider ve dar bir siyasi kadronun egemenliğinin geçerli olduğunu belirtirken, günümüz demokrasilerinin en önemli sorunlarından birinin "siyasal gücün sınırlı olması" ile ilgili olduğunu ileri sürmektedir. Prof.Dr. Aktan'a göre; günümüzde "temsili demokrasi" olarak tanımlanan siyasal sistemi "gerçek demokrasi" olarak değerlendirmek yanılgıdır, dolayısıyla devletin ve siyasal gücün sınırlandırılması gereklidir, değişim kaçınılmazdır, ancak bu değişim halkın desteğiyle gerçekleşebilir. Aktan günümüzde dünya genelinde tartışılan öncelikli konulardan birinin "devlet reformu" olduğunu dünyada yaşanan değişimlerin devletin yeniden tanımlanmasını ve yapılandırılmasını, ulus devletin etkisizleştirilerek, yerel yönetimlerin öne çıkarılması gerektiğini savunmaktadır. Aktan; demokratik ve liberal bir toplumun ancak liberal demokrasi ya da anayasal demokrasi ile gerçekleştirilebileceğini ileri sürerken; "liberal demokrasi" kavramını, toplumsal uzlaşma ve sözleşme metni olarak kabul edilen anayasalarda, devletin güç ve yetkilerinin sınırlandırıldığı, bireysel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı bir yönetim biçimi olarak tanımlar ve küreselleşme olgusunda önerildiği gibi sürekli olarak devletin güç ve yetkilerinin sınırlandırılması gerektiğini savunur. Çünkü demokrasi tüm yetkeci (otoriter) yönetimlere karşıdır. Eski çağlardan günümüze değin halkın değil, bir kişinin yönetimi ve egemenliği (monarşi, despotizm, tiranlık, krallık, imparatorluk, diktatörlük vb) ya da bir gurubun, sınıfın yönetimi ve egemenliği (oligarşi, teokrasi, asritokrasi, plütokrasi, timokrasi ) gerçekleşmiştir. Halkın egemenliğini temsilcileri aracılığıyla kullandığı savlanan demokratik yönetimlerde (temsili demokrasi, yarı-doğrudan demokrasi), çoğunluğun egemenliği ve zorbalığı geçerli olmuş, azınlık hakları görmezden gelinmiştir. Prof.dr. Aktan'a göre; dört ya da beş yılda bir göstermelik seçim sandıklarına giden halk ÇAĞDAŞ KÖLE durumuna düşürülmüştür. Aktan'ın seçim sandıklarıyla ilişkilendirilmiş halkı ÇAĞDAŞ KÖLE olarak tanımlaması gibi; genellikle küçük bir azınlığın anayasa ve yasaların desteklediği egemenliği, büyük çoğunluklar üzerinde yetke kurarak uygulanan bir yönetim tarzı olarak algılanan DEMOKRASİ günümüzde "temsili" biçimiyle insanları endişelendirmektedir.  Dolayısıyla günümüzde Müzakereci Demokrasi, Radikal Demokrasi gibi demokrasi çeşitlerinden de söz edilmektedir. Bu bağlamda; M.Ö.700 yıllarında uygulandığı varsayılan "doğrudan demokrasi"nin kargaşaya neden olacağı düşüncesiyle, "temsili demokrasi" ile yetkeci yönetimlere geçildiği, böylece "doğrudan demokrasi" olgusundaki Robinson'un haklarının TEMSİLCİLER'e, Cuma'nın erdemlerinin de yönetilen HALKLAR'a miras kaldığı ileri sürülmektedir. Burada ıssız adaya düşen beyaz adam Robinson; efendiye, adada karşılaştığı kara adam Cuma da köleye karşılık olduğu anımsandığında, durum daha kolay algılanacaktır. 2000'li yılların başında, dünyada yaşanan değişimler doğrultusunda ülkemizde yapılan bu tartışmalar; bugün yaşadıklarımız, yönetim biçimimiz, siyasal partiler, demokrasi algımız ve anlayışımız bağlamında değerlendirildiğinde çok daha anlamlı bulunacaktır. O günlerde konuşan, yazan, düşüncelerini "korkusuzca" paylaşan aydınlarımız, ne yazık ki bugün suskunlar... Bununla birlikte dünya genelinde yaşanan gelişmelerin kuramsal izdüşümleri toplumsal yapımıza yansımış olsa da, siyasal yaşamda uygulamada olumlu hiç bir yansıma, etkileşim, değişim söz konusu bile değildir. Ülke demokrasi kavramından, algısından, düşüncesinden koparak, belirsizliğe sürüklenmektedir. Dolayısıyla demokrasiden uzaklaşan bir siyasal yapının olumsuz dışsallığı, ekonomik yapıyı da olumsuz yönde etkilemektedir, ekonomik yapıyı da güçsüzleştirmektedir. Küreselleşme çağında; özellikle de ekonomik anlamda, uluslararası küresel ekonomiler karşısında güçlü olmak yerine... Üretimden kopuk, üretken ülke kimliğini yitirmiş, küresel ekonomiler karşısında güçsüz kalmış ve o ekonomilerin açık pazarı olmuşsa bu ülke... İşte bu değişen dünya düzeninde... Değişen dinamiklere ayak uyduramayan ve bu değişimi algılayamayan egemenlerin yönetiminde... Küresel efendilerin karşısında EZİLEN ve ÜZÜLEN ve son aşamada YENİLEN durumuna düşmüşse/düşürülmüşse... Eyvah ki eyvah!... 1930'larda 1 Türk Lirası'na, 2 Amerikan Doları satın alan TÜRKİYE... Bugün nasıl suskun kalıyor SENİ EKONOMİK OLARAK MAHVEDERİM diyenlerin karşısında?... İçeride ufacık eleştirilere katlanamayıp, bu ülkenin yurttaşlarını hemen yargının önüne atanlar; uluslararası kabadayıların haksız eleştirileri, saldırıları ve racon kesmeleri karşısında nasıl oluyor da böylesine alttan alıyorlar?... Anlaşılır gibi değil... Eğer ki ülkemizde değişen demokrasi paradigması biraz olsun algılanmış olsaydı; egemenlere, bizi yönetenlere "Bu tehditler karşısında, bu ulus adına; sizden okkalı birçok VAN MUNUT nidaları bekliyoruz" derdik, diyebilirdik... Ama diyemiyoruz...Ve onurumuz ayaklar altına alındıkça; BİZ ÜZÜLÜYORUZ!... Aydın
Benzer Videolar