“İnancınız” gereği; insancı olursunuz, savurganlık yapmazsınız…

“İnanç, din, ibadet” denilince, “hep” günlük yaşamımızla, siyasi düşüncemizle, ticaret anlayışımızla içselleştirmeyi doğru bulmayız! “İbadet” anlayışını, toplumsal yaşamın içinde “izler” de taşısa yansıtmamayı yeğleriz! “İbadet” belirli gruplar için “özel” olduğunca, “toplumsal” davranışlar “genel” olma özelliği taşır! “İbadeti”, toplum için değil; “inancınızdan/ borçlu olduğunuzdan” dolayı yaparsınız! “İnancınızın” özelliklerini toplum içerisinde/ sözünü etmeden, yerine getirebilirsiniz! Örneğin “inancınız” gereği; çalmazsınız, savurganlık yapmazsınız, dürüst olursunuz, hak yemezsiniz, paylaşımcı olursunuz, yardım sever olursunuz, küçükleri sever/ büyükleri sayarsınız, insancı olursunuz… Ancak “benim inancım bunu emrediyor” demezsiniz; insan olduğunuza vurgu yapabilirsiniz! “İnanç”, elbette insanın içinde olmalı, içinde yoğrulmalı, yaşamına “iz” bırakmalı; bunu kimsenin değiştirmeye/ yön vermeye hakkı olmaz/ olamaz! “İnanç”, sokakta/ ticarette/ politikada gösterilmek istendiğinde, “toplumun” rengi/ biçimi alt-üst olur! İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin dokuzuncu maddesinde yer alan “herkes düşünce, vicdan, din özgürlüğüne sahiptir” tümcesi bunun için konulmuş, bunun için olması istenmiştir! ** Büyükbabam ile nenem hacı olmuştu, annem/ babam “namaz, oruç” gibi “ibadetlerini” yaparlardı. Kimseyi de bunları “yapmıyor” diye eleştirme/ kınama gibi bir durum göstermezlerdi. Ne cuma namazı için “haydi kalk gidek”, ne de oruç için “haydi tutak” demezlerdi… Yaşadığım mahallede tahtacılar vardı, aleviydi. Onların çocuklarıyla aynı okullarda, aynı sınıflarda okuduk. Büyüklerimiz onlarla aynı masada yemekler yedi! Kimse “sen neden ona inanıyorsun, neden bunu yapıyorsun, neden yaptığımı yapmıyorsun” demedi! Birlikte yaşamayı, birbirlerinin “haklarına” saygılı olmayı, birbirini anlamayı, ayrı “inançların/ düşüncelerin” bir arada yaşamasının anlamını öğretti! Dünyada tek başına, “tek inançla” yaşamıyorsun ki… *** Şunu yapmamız mı isteniyor? Neye “inanıyorsak”; sokakta, ticarette, siyasette, adalette ortaya koymak zorunda olalım! Öyle ki, inandığımıza “inanmayanın” yanına varmayalım, iletişimi keselim, doğrusunu benimsemeyelim, yardımına koşmayalım, her fırsatta “inancımızı” ortaya koyalım, her fırsatta “inandıklarımızı” koruyalım, “inanmayanı” inanması için çaba harcayalım… Peki “inanç” denilen olgu nedir? İslam’da, “inanç” olarak ilk ileri sürülen “imanın” koşullarıdır. Bunlar da Tanrı’nın birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere/ kazaya inanmak biçiminde yer alır. Burada kimsenin tartışacak “sözü” yok, ancak “bu” koşulları ayrı biçimde yorumlayanların da olduğunun unutmamak gerek! Onları yaşam alanımızdan mı çıkaracağız, yoksa onlarla yaşamayı mı deneyeceğiz? Tarihin, bazı kirli süreçlerinde bu ya da buna benzer olaylar yaşandı ülkemizde; kimilerinin evlerine işaretler konuldu, kimilerinin işlerine müşteri gönderilmedi… İnsanlık dışı olaylara tanık olundu! *** Ayrıca Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler Tanrı “inancı” olan tüm insanların bir arada barış/ dostluk içerisinde yaşayacağı bir dünya düşler… Kimse “inancını” toplumda açığa çıkarmak gibi bir tutum sergilemek zorunda olmadığı gibi; bir “inançtan” olan birinin yaptığı yanlıştan dolayı da, diğer “inançlılar” sorumlu tutulmayacağı da bilinmelidir! Şunu söyleyebilir miyiz? Diyanet İşleri Başkanı savurgan tutumuyla tüm “inananları” zora koydu! Ya da, Mustafa Kemal Atatürk’e olan davranışları nedeniyle “inanca” gölge düşürdü! Ya da, Atatürk düşmanları ile yan yana olarak “inançlıları” kaygılandırdı! Açıkça söylemek gerekirse; Diyanet İşleri Başkanı olması nedeniyle “konuşuluyor” olmasını gerekli görsem de, ne düşündüğü/ neye inandığı/ ne yaptığı kurak geçen yaz ayındaki başak boyu kadar beni ilgilendirmiyor! Biz bu ülkede ulusal günlerdeki törenlere katılmamak için yatağa düşen, hasta olan, gözleri/ kulakları şişen, burun çeken kimleri görmedik ki… Sokakta, ticarette, adalette “inanç” anlayışı toplumu başka/ bilinmez yerlere sürüklemez umarım! Şunu da eklemekte yarar var: Tüm dünyayı kasık/ kavuran bir corona virüs var ya; aşı firmalarının “inançlarını” düşünün, ya da şu an iletişim yediden yetmişe insanların ellerinden düşmeyen akıllı telefonları buna ekleyin, bugünkü tüm teknolojiyi göz önünde bulundurun… İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin dokuzuncu maddesi olmasaydı ne olurdu biliyor musunuz? Sözüm ona “inanç ticaretin içinde olsun” denseydi, ne olurdu acaba? Düşünmek bile istemem! *** Halkımız, “inanç, din, ibadet” denilince; önce yüreklerine götürürler ellerini, “vicdanının sesini” dinlerler, bunu herkesin bilebileceği ölçüsü/ tartısı yoktur, yürürken bir düşen görse koşar, bir aç görse doyurmak ister, bir kanayan yaraya tanık olsa sızlar… Bu eylemlerin içinde bire/ bir olmak ister, “inanç, din, ibadet” ayrımı yapmaz, el uzatması için “canlı” olması yeter! Sokak hayvanı için de düşünür bunu, doğa katledilirken de, orman yanarken de… Bu güzelliğin yaşaması/ yaşatılması gerektiğine inanır! 160921  
Benzer Videolar