1830’dan 1871’e -Avrupa’da- sınıf savaşları[1]
“Her toplumun günümüze kadarki tarihi,
sınıf mücadelelerinin tarihidir.”
Toplumsal sınıflar var oldukça tarihin akışına yön veren, verecek olan sınıf mücadelesi sömürenle sömürülen arasındaki amansız savaştır.
Karl Marx’ın, ‘Kapital’de net biçimde ortaya koyduğu sınıf mücadelesi bir sınıf diğeri tarafından sömürüldüğü müddetçe gerçekleşen bir şeydir. Yani kişiler bilinçli bir biçimde bir sınıfa ait hissediyor olmasa da sürekli olarak sınıf mücadelesi içerisindedir. Gündelik hayatın kendisi sınıf mücadelesidir.
“Günümüzde sınıf mücadelesi, her zaman olduğundan daha çok, mekânda yaşanır. Doğrusu, soyut mekânın farklılıkları kelimenin tam anlamıyla silerek gezegene yayılmasını tek engelleyen şey sınıf mücadelesidir. Sadece sınıf mücadelesinin farklılaştırıcı bir kapasitesi var”ken; dünya tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir. Tıpkı Karl Marx ile Friedrich Engels’in, ‘Komünist Manifesto’da işaret ettikleri üzere…
“Yeni bir sınıf, yeni bir toplumsal gerçekliğin belirmesi”yle, proletaryanın tarihin sahnesine çıkmasıyla 1830-1871 kesitinde yaşananlar birçok şeyi yeniden biçimlendirdi.
Yani Ignazio Silone’nin, “Patron dediğin kendi menfaatine çalışır,” notunu düştüğü tabloda; Emma Goldman’ın, “Milyonlarca insanın bir hiçlik gibi, başkalarına servet yığarken, bunun faturasını solgun, donuk ve perişan hâle gelmekle ödeyen etten kemikten makineler olmalarını talep eden şey, özel mülkiyettir,” tanımıyla müsemma kapitalist canilik konusunda altını çizerek ekler Friedich Engels:
“Bir insan, bir başkasının ölümüne yol açan bedensel bir zarar verdiği zaman buna adam öldürme diyoruz saldırgan, vereceği zararın öldürücü olduğunu önceden biliyorsa o zaman buna cinayet diyoruz. Ama burjuvazi, yüzlerce proleteri, çok erken yaşta doğal olmayan bir ölümle yani kılıç ya da kurşunla ölüm gibi zorba yollardan ölümle karşı karşıya geleceği bir konuma koyduğu zaman, burjuvazinin o yaptığı bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesinlikle cinayettir.”
Evet, evet Friedrich Engels, “Kömür ocağı birçok dehşet verici felaketlerin sahnesidir ve o felaketlerde doğrudan doğruya burjuvazin bencilliğinden ileri gelir,” derken ekler Howard Zinn de: “Madenlerde ve başka ağır işlerde çalıştırılarak, kimden yardım isteyeceklerini bilemeden, umutsuz bir biçimde sessizce acı çekerek ölüp gittiler.”
Cani kapitalizme karşı hayat(larımız)ı savunmaya denk düşen sınıf mücadelesi, işçi sınıfının sınıfsal bilincinin, savaşının önünü açarken, “Devrimci mücadelenin hedefi; her zaman için sömürünün sona ermesi ve dolayısıyla insanın kurtuluşu olmuştur… Her ideoloji ancak bir özne yoluyla ve özneler için var olabilir… Doğru hem kendisini hem de yanlışı belirtir… Doğru, olgudur ya da doğruluk eylemle meydana çıkar… Sınıfların arasındaki ilişki, üretim araçlarının sınıflar arasındaki dağılımıyla belirlenmiştir… Hükümet egemen sınıfın siyasetini yürütür… Bir ideoloji altında icra edilmeyen sınıf mücadelesi, yani siyasal pratik yoktur,” der Louis Althusser…
Ancak “Sınıf mücadelesi günümüzde anlam değişikliğine gitmiş olabilir,” türünden ucuz zırvalar yanında; neo-liberallerin, “sivil toplum”cuların hazzetmedikleri, karşı oldukları ve “demokrasi mücadelesinden ayrı düşünülemez” diyerek gölgeledikleri sınıf mücadelesi “İşçi ölür, emek yaşar!” hakikâtinin kaçınılmazlığıdır.
BÜYÜK FOTOĞRAF
“Büyük” olarak anılmayı hak eden bir başlangıçtı dünya tarihini derinden etkileyen 1789 Fransız Devrimi… Sonrasındakiler üzerinde müthiş bir etkisi oldu ve XIX. yüzyıl boyunca Paris merkezli devrimler silsilesini tarihin sahnesine çıkarttı.
Mesela Fransa’da gerçekleşen 1830 Temmuz devrimi, 1789’dan beri bir gidip bir gelen aristokrasinin kesin yenilgisini temsil ederken; feodalizmin kesin tasfiyesi, burjuvaziyi Fransa’nın hâkimi yapıp; burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesinin en saf hâlini almasına yol açtı.
1830’da liberal bir nitelikle başlayan ve büyük burjuvazinin tam desteğini verdiği Louis-Philippe’in iktidarı, “Taht boş bir koltuktan ibaret değildir,” deyişindeki otoriteryanizme evrilirken; 18 yıllık iktidar Şubat 1848’de sonlandı.
Ancak Louis-Philippe iktidarına karşı artan liberal hoşnutsuzluk ve -başta sanayi burjuvazisi olmak üzere- burjuvazinin muhalefette kalan kesimlerinin muhalefeti, tek başına Louis-Philippe iktidarını devirmek için yeterli değildi; bunu yapmak için 1789’da ve 1830’da olduğu gibi, devrimci niteliğe sahip tek sınıf olan halkın da desteği gerekmekteydi. Halkın desteği ise 1789’da ve 1830’da olduğu gibi yine ekonomik sıkıntılarla mümkün olacaktı.
1845’te yaşanan patates hastalığının neden olduğu kıtlık ve yine aynı yıl İngiltere’de patlak veren genel ticaret ve sanayi bunalımı, halktaki bu devrimci niteliği, aynı 1789’da ve 1830’da olduğu gibi yeniden harekete geçirmiş, onu yeniden uyandırmış ve “baldırı çıplaklar”ı yeniden barikatların arkasına geçirmişti.
Ancak iktidarın devrilmesi ve burjuvazinin muhalefette kalan unsurlarının bakanlıkları ele geçirmeleri halkın barikatları kaldırması ve silahlarını bırakması için yeterli olmadı. İnsanlar yeni bir monark değil, iradenin kendisine ait olduğu bir “cumhuriyet” istiyordu. Eğer istediği verilmezse, barikatın arkasındaki halk kendisine ait olduğunu düşündüğü şeyi kendi elleriyle almasını bilecekti. Hôtel de Ville, halkın talebine boyun eğdi ve iki saat içerisinde cumhuriyeti ilan etti. Böylelikle 25 Şubat 1848’de Fransa’da ikinci cumhuriyet dönemi başlamış oldu.
Cumhuriyetin ilanından sonra kurucu hükümet ve meclis, genel oy hakkını onaylayan bir anayasayı kabul etti. Böylece Fransa’daki seçmen sayısı 240.000’den 9.000.000’a çıktı; egemenlik bu şekilde Fransa’da çoğunluğu oluşturan köylülere geçiyordu. Ancak kurulan sistem, kasıtlı ya da kasıtsız biçimde, yeniden diktatörlüğe evrilmeye mâhkum olarak inşa edilmişti.
Anayasa, meclis ile cumhurbaşkanı arasında bir çatışma yaşandığında, cumhurbaşkanına üstün çıkabilmesi için yasal bir yol tanımayarak tüm zor yetkilerini verdiği adamı, tek çare olarak, anayasayı feshetmek zorunda bırakıyordu.
Anayasa’nın, 4 Kasım 1848’de yürürlüğe girmesi Fransa tarihinde yeni ve kısa bir dönemi başlattı. Ancak anayasadan da önce, Fransa’da XIX. yüzyıl devrim tarihini etkileyecek bir olay daha yaşamıştı: Haziran ayaklanması.
Karl Marx’ın, “İşçilerin artık başka çareleri yoktu: ya açlıktan ölmeleri ya da savaşa girmeleri gerekiyordu. 22 Haziran günü, korkunç bir ayaklanmayla karşılık verdiler buna, bu ayaklanmada, modern toplumu ikiye bölen iki sınıf arasında ilk büyük çarpışma denildi. Bu, burjuva düzenin sürdürülmesi ya da ortadan kaldırılması için kavgaydı. Cumhuriyeti gizleyen perde yırtılıyordu,” betimlemesindeki üzere proletarya ile diğer sınıfların yolları ayrılıyordu.
“İş ve ekmek” sloganlarıyla ayaklanan işçiler, Paris’in dört bir yanında barikatlar kurarken, hükümet ise sıkıyönetim ilan etti ve savaş bakanı general Cavaignac’a diktatörvari yetkiler verdi. 23-26 Haziran boyunca süren çatışmalar neticesindeyse 5.000 kadar kişi öldürülmüş, 11.000 isyancı ise sömürgelere sürgüne gönderilmişti.
Haziran ayaklanması, iktisat tarihi ve sınıf mücadeleleri bakımından fazlasıyla önemli bir konuma sahiptir. Nitekim bu önem, dönemin literatürüne de yansımıştır. Alexis de Tocqueville, Haziran Ayaklanması’nı şöyle betimler:
“En büyüğü, çünkü sadece dört gün içerisinde yüz bin insan karşı karşıya geldi ve beş general öldürüldü. En ilginci, çünkü isyancıların savaş naraları, bayrakları veya komutanları yoktu ve buna rağmen yaşlı subayları şaşırtacak derecede bilgili ve düzenli savaştılar.”
Haziran ayaklanmasında, garip bir şekilde çıkarları proletarya ile aynı olan küçük burjuvazi de proletaryaya karşı savaşmıştı. Ayaklanma, büyük ölçüde Paris proletaryasından ve köylülerden oluşturulan ulusal muhafızlar ile bastırılmıştı. Karl Marx’a göre bunların hepsi gerekli olan bir şeydi. Çünkü Şubat’ta kurulan cumhuriyet proletaryanın burjuvaziye korku saldığı bir cumhuriyetti ve tam anlamıyla burjuva niteliğe sahip değildi. Ancak Haziran Ayaklanması’nın bastırılması, proletaryayı ezmek suretiyle ikinci cumhuriyeti tam manasıyla bir “burjuva cumhuriyeti”ne dönüştürdü.
Yani ayaklanmanın bastırılması, ezilen sınıftaki sınıf bilincini arttıracak ve daha sonradan yaşanacak olan ayaklanmaların gücünü arttıracaktı. Karl Marx’ın deyimiyle; devrim ölmüştü, ama bu ölüm ileride onun daha güçlü yaşamasına vesile olacaktı: “Devrim oldu, yaşasın devrim!”
Akabinde Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i ve ikinci imparatorluk dönemi devreye girdi. Louis Bonaparte’in iktidara gelişi, tam da söz konusu ezilmenin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Getirilen yeni seçim sistemi, ülkenin çoğunluğunu oluşturan köylülere ülkenin geleceğini belirleme imkânı tanımıştı. Devlet borçlarını kapamak için köylülere konan 45 santimlik vergi, çalışma saatini 10 saate indiren yasanın kaldırılması, borçluların hapsedilmesini yasaklayan yasanın kaldırılması ve okuma yazma bilmeyenlerin mahkemelere jüri üyesi olma haklarının kaldırılması, Fransız küçük burjuvazisi ve köylüsü için bardağı taşıran sayısız damlalardan sadece birkaç tanesiydi.
Fransızlar tüm bu yapılanlara cevabını 10 Aralık 1848’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde verecek ve burjuvazinin adayı olan general Cavaignac’a karşı oyların yüzde 74.3’unu Napoléon Bonaparte’in yeğeni olan Louis Napoléon’a vererek, burjuvazinin yaşama erkine karşı koyması için ona yürütme erkinin yetkilerini altın tepside sunacaktı. Bu tarihten sonra ise Fransa’daki sınıf mücadelesi farklı bir evreye girecekti. Zira Napoléon’un denkleme dâhil olmasıyla aristokrasi, sınıf mücadelelerine yeniden burnunu sokuyordu. Artık Fransa’da sınıf mücadeleleri daha farklı bir hâle doğru evrilmeye başlamıştı. Artık sahada burjuvanın egemen olduğu bir yasama meclisi, öbür tarafta ise amcasının mirasına konmak üzere olan ve her türlü zor yetkisine sahip olan Louis Napoléon vardı.
Louis Napoléon’un 10 Aralık 1848’de başlayan cumhurbaşkanlığı 2 Aralık 1851’de yapacağı darbeye kadar geçen sürede Fransa’da hâkim olan çekişme Louis Bonaparte-burjuva çekişmesiydi.
1848’de kabul edilen anayasa, erklerin çatışması durumunda yasal bir çözüme imkân tanımıyordu. Zira meclis orduyu emrinde bulunduran cumhurbaşkanını görevden almaya korkuyor, cumhurbaşkanı ise meclisi feshedip seçimleri yenileyemiyordu. Louis Napoléon Fransa’nın hâkimi olmuş, amcasının mirasını nihayet teslim almıştı. İktidarın ele geçirilmesini, tam bir yıl sonra, yine 2 Aralık günü imparatorluğun ilan edilmesi izleyecekti. Böylelikle Fransa’da ikinci imparatorluk dönemi başlamış oldu.
III. Napoléon olarak taç giyen Louis Bonaparte, büyük ölçüde köylülerin oylarıyla seçilmişti. Sınıf mücadeleleri açısından Bonaparte dönemi, Karl Marx’a göre sınıflar arasında ateşkesin zor yoluyla yönetildiği bir dönem olmuştu. Proletarya ile burjuvazi arasında denge siyaseti izlenmiş, çıkarları çatışan bu iki sınıftan biri diğerine karşı her zaman kullanılmıştı. Tarım arazilerinin küçültülmesi ve çiftçilerin borçlarının artması çiftçileri tarlalarını satmaya zorlamış ve kitleleri proleterleştirmişti. Artık satabileceği tek şeyi emekleri olan proleterleşmiş kitleler Fransa’da sanayiyi besleyecekti.
Ayrıca amcasının kurduğu Avrupa’daki Fransız hegemonyasına son veren Viyana düzenini yıkmak, Louis Napoléon’un en büyük hayallerinden biriydi. Bu düzeni yıkacaktı, ancak yıktığı düzenin altında kalan da kendisi olacaktı.
III. Napoléon’un iktidarı da, amcası I. Napoléon’unki gibi Prusya ordularının postalları altında son buldu. III. Napoléon Sedan’da esir alındı. 4 Eylül 1870’te, Napoléon’un esir düştüğünün haberi Paris’e ulaştında, 20 yıldır Napoléon’un gölgesindeki Paris, imparatorunun görevine son verdi ve yeniden cumhuriyeti ilan etti.
İmparatorun esir düşmesine rağmen savaş son bulmadı. Düzenli ordu da imparatorla birlikte mağlup olmuştu. Bu şartlar altında alelacele Paris temsilcilerinden oluşan bir ulusal savunma hükümeti ilan edildi. Artık savaş yalnızca askerler için değil, eli silah tutan herkes için başlamıştı.
19 Eylül 1870’te Alman orduları Paris’i kuşatmaya aldı. Parisli işçiler silah altındaydı ve savaş sebebiyle şimdilik ortak düşman olan Almanlara karşı direnmekteydiler ancak savaş son bulur bulmaz kendi burjuva hükümetine de dişini gösterecekti. Şiddetli top atışlarıyla süren Paris kuşatması 28 Ocak’ta Paris’in teslim olmasıyla son buldu. Fakat Paris’in düşmesine rağmen Prusya orduları kente girmedi. Yalnızca iki Prusyalı asker Louvre’daki sanat eserlerini görebilmek için Paris’e girmişlerdi. Barış anlaşmasına göre Fransa 5 milyar frank olan savaş tazminatını ödeyene kadar Alman orduları Paris’in kuzeyinde kalan Fransız topraklarını işgal edeceklerdi.
Savaş bitmişti ve Alman ordularının Paris kuşatmasını kaldırması üzerine Paris’te Almanlarla Fransızlar arasında esen soğuk rüzgârlar, yerini başka bir soğuk rüzgâra bırakmak üzere dinmişti. Artık soğuk rüzgârlar, proletarya ve burjuva hükümeti arasında esecekti.
Savaş bitmesine rağmen Parisli işçiler hâlâ silahları ellerinde tutmaktaydılar. Hükümet başkanı Adolphe Thiers, silahlı işçilerin neler yapabileceğini çok iyi bildiği için onları engellemek amacıyla girişimlerde bulundu. İşçilerin örgütlediği merkez komite ise silahları bırakmayı reddedip Prusyalılara karşı Paris’i işçilerin savunduğunu iddia ederek asıl yönetimin kendilerinde olması gerektiği fikrini yaymak üzere propagandaya başladılar.
Monarşist hükümet, cumhuriyetçi bir Paris ile karşı karşıyaydı ve Şubat 1848’deki gibi korkup sinmeyemeye de kararlıydı. Monarşist delegelerin doldurduğu parlamento, hükümetin Paris’te yönetimi kaybetmeye başlaması üzerine 10 Mart’ta yaptığı bir oylamayla parlamentoyu Versay Sarayı’na taşıdı. Komün’ün ilanı ise Prusyalılara karşı kullanılan top bataryalarının Paris’te mi yoksa Versay’da mı kalacağı sorunu üzerine gerçekleşti. Adolphe Thiers’ın bataryaları devralmak üzere 18 Mart’ta yaptığı plan, düzenli ordunun saf değiştirmesi üzerine başarısız oldu ve Adolphe Thiers, Versay’a elleri boş döndü. Bu başarıyı Paris’te de Komün bir bildiriyle ilan etti:
“Hâkim sınıfların (burjuvazinin) yenilgi ve ihanetleri arasında Paris proleterleri, kamu işlerinin yönetimini üzerlerine alarak durumu kurtarmak zamanının geldiğini anlamışlardır… Anlamışlardır ki zorunlu görevleri ve mutlak haktan, devlet iktidarını ele geçirerek kendilerini kaderlerinin efendisi kılmaktır.”
Yeni kurulan bu proleter devlet, olağanüstü şartlara rağmen son derece demokratik bir yapı hâlinde ortaya çıkmıştı. Bu diktatörlük, tek bir kişinin diktatörlüğü değil; bir sınıfın, yani tüm proletaryanın diktatörlüğüydü: Proletarya içerisinde sonsuz bir demokrasi, diğer sınıfların üzerinde ise sonsuz bir diktatörlük.
Friedrich Engels, Fransa’da İç Savaş’ın 1891’deki baskısına yazdığı ‘Giriş’te Paris Komünü için “Pekâlâ beyler, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komünü’ne bakınız. Proletarya diktatörlüğü işte odur,” der.
Kuzeyde Alman işgali, güneyde ise Versay hükümetinin işgali sürerken merkez komite, 26 Mart’ta yapılan adil bir seçimle iktidarı Komün yönetimine devretti. Lyon, Saint-Étienne, Marsilya ve Toulouse’da burjuva hükümetine karşı başlayan ayaklanmaların bastırılması üzerine Komün yönetimi, Versay hükümetine karşı tek başına kalmıştı. Paris Komünü 70 gün sürdürebildi.
28 Mayıs’ta Adolphe Thiers’i,n kuvvetleri Paris’e girip barikatları yıktı. “Kanlı Hafta/ La Semaine Sanglante” diye anılan günlerde Paris proletaryası müthiş bir katliama maruz kaldı. Çatışmaların yol açtığı kayıpların yanında, 30 saniye süren mahkemelerle işçiler idama gönderiliyordu. Kanlı haftada ve devam eden günlerde toplam 40.000 kişi öldürülmüştü. Eski başkentine dönen hükümet, burjuva cumhuriyetini yeniden ilan etti.
1830’dan 1871’e kadar geçen süre içerisinde ayaklanan halk aynı halktı. Fakat farklı sonuçların doğmasına sebep olan şey ise sınıf bilincinin zaman geçtikçe yerleşmiş olmasıydı. 1830’da devrim, iktidarı feodalizmden almıştı ancak bir çeşit burjuva monarşisi inşa etmişti. Burjuva monarşisinin kendilerine faydasının olmadığını, aksine zararlı olduğunu anladıkları an monarşiyi alaşağı etmişlerdi. Ancak monarşinin yerine cumhuriyet gelmiş, hükümetin biçimi değişse de niteliği hâlâ burjuva olarak kalmıştı. En nihayetinde bunun da kendisine zararlı olduğunu gören proletarya, Haziran 1848’de bu duruma ayaklanmıştı ve fena bir biçimde ezilmişti. Ezilen sınıflar, çareyi geçmişe damgasını vuran bir ismi, Bonaparte’ı iktidara çağırmakta bulmuşlardı. Ancak bu durum da sonsuza dek sürmeyecekti. Proletarya ve beraberindeki sınıflar ancak 1871’e geldiğimizde ne istediğinin bilincinde olarak diğer sınıfların karşısına dikilebilecekti.
1830’LAR KESİTİ
1820-1890 kesitini devrimler (ve reaksiyoner karşı koyuşlar) Avrupası olarak nitelemek mümkündür.
1830 sürecinde, 1815 Viyana Kongresi’nde imzalanan Barış Sözleşmesi’ne rağmen halkın, monarşilerin baskılarına daha fazla dayanamamasından ötürü liberalizmden etkilenen ayaklanmalar damgasını vurdu.
1815’i takip eden 15 yılda Avrupa’da baskıcı bir monarşi sistemi egemen oldu. Bu sistem halkın üzerinde baskılarını arttırırken; en ufak bir demokratik atılım gerçekleştiremeyip; meşruti yönetimleri güçlendiriyordu ki, bu da baskıcı yönetime karşı ayaklanmaları devreye sokuyordu.
Özetle 1830, demokratik bir yönetim talebiyle ortaya çıkan ayaklanmaların ürünüydü. Söz konusu başkaldırılar Avrupa devletleri için farklı sonuçlar doğurmuştu. Kimileri mutlakiyetçi yönetimi sürdürürken, kimileri de kısmi demokratik düzenlemelere yönelse de; 1830 kesin olarak mutlakiyetçiliği bitirmiş değildi.
Bu bağlamda 1830 sadece bir başlangıçtı, Eric J. Hobsbawm’ın izahındaki üzere:
“1830 devrimleri son derece genel vahim bir dönemin, yaygın ekonomik ve toplumsal rahatsızlığın ve hızla değişen toplumsal koşulların ilk ürünleriydi. Bunu başlıca iki sonuç izledi. Birincisi; 1789 örneğine uygun olarak, kitlelerin siyasi yaşama girmesi ve kitle devrimi bir kez daha olanaklı hâle geldi, dolayısıyla yalnızca gizli kardeşlik cemiyetlerine bel bağlamak bir zorunluluk olmaktan çıktı. Ekonomik çöküntünün halkta yol açtığı rahatsızlık ile restorasyon monarşisinin politikalarının sonuçsuz kalmasının birlikte yarattığı tipik bir bunalım durumu yüzünden Paris’teki Bourbon’lar devrildi. Kitlelerin oldukça hareketli olduğu 1830 Temmuz’u Paris’i, ne öncesinde ne de sonrasında görülmedik sayıda ve yerde barikatlar kurulduğuna tanık oldu (gerçekten de 1830, barikatı halk ayaklanmasının simgesi hâline getirdi. Barikatın Paris’teki devrimci tarihi en azından 1588’e kadar uzanmakla birlikte, 1789-1794 arasında önemli bir rol oynamamıştı). İkinci sonuç; kapitalizmin ilerlemesiyle ‘halk’ın ve ‘çalışan yoksullar’ın -yani barikatları kuranların-, giderek ‘işçi sınıfı’ olarak endüstri proletaryasıyla özdeşleşmeleriydi. O nedenle, ortaya bir proleter-sosyalist devrimci hareket çıktı.
1830 devrimleri aynı zamanda solcu siyaset tarzına iki değişiklik daha soktu. Ilımlıları radikallerden ayırdı ve yeni bir uluslararası durum yarattı. Bunu yapmakla da hareketin yalnızca farklı toplumsal değil, ulusal kesimlere de ayrılmasına yardımcı oldu.
Uluslararası bakımdan 1830 devrimleri, Avrupa’yı iki büyük bölgeye ayırdı. Ren’in batısında birleşmiş reaksiyoner devletlerin nüfuzunu bütünüyle kırdı. Ilımlı liberalizm, Fransa, Belçika ve İngiltere’de zafer kazandı.”
Evet, Temmuz Devrimi Fransa’da 27 Temmuz 1830’da başlayıp, Bourbon hanedanının kesin olarak yıkılıp liberal bir monarşinin kurulması ile Restorasyon Dönemi’nin kapanmasına yol açan devrimdi; ancak Notre Dame Üniversitesi’nden siyaset bilimi profesörü Patrick J. Deneen’in işaret ettiği üzere:
“Eski aristokrasinin keyfi yönetimini devirmek için ortaya çıkan liberalizm, yeni seçkinlerin doğmasına neden oldu. Kendini işçi sınıfından tamamen yalıtan bu seçkinler, bugün yozlaşmış ve oligarşik bir düzene hükmediyor.”
Fransa’da başlayan devrim hareketi tüm Avrupa’ya yayıldı, bunun sonucunda kimi ülkeler amaçlarına ulaşmıştı. Belçika Hollanda’dan ayrıldı, İsveç ve Norveç de bağımsızlığını elde etti. İspanya, Almanya ve İtalya’daki isyanlar Avusturya tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı.
26-29 Temmuz 1830 kesitinde gerçekleşen “İkinci Fransız Devrimi” olarak adlandırılan kopuş ile mali burjuvazi iktidarı eline geçirmiş oldu. Devrimin başını çeken, ancak ‘Kutsal İttifak’ın müdahalesinden korkan burjuvazi bir cumhuriyet kurmak ve genel oy hakkını tanımak yerine, özgürlükle düzen, parlamentarizmle otorite arasında bir dengeyi tercih etti.
Karl Marx bu durumu şöyle ifade ediyordu: “Temmuz Devrimi’nden sonra, liberal bankacı Laffitte, suç ortağı Orléans Dükü’nü, büyük sevinç gösterileriyle belediye binasına götürürken şu sözleri ağzından kaçırdı: ‘Şimdi, bankacıların hükümranlığı başlayacak.’ Laffitte, devrimin sırrını açığa vurmuş oluyordu.”
Böylelikle Avrupa’da liberaller güç kazandı. Bunun sonunda İspanya’da ve Portekiz’de liberal anayasalar yürürlüğe kondu.
Belçika Hollanda’dan bağımsızlığını kazandı. Polonya’da Rusya ve Avusturya’nın bastırdığı milliyetçi ayaklanmalar boy verdi.
İtalya’da Avusturya’nın bastırdığı liberal ayaklanmalar patladı.
Almanya’da liberal ve devrimci hareketler gelişti. Ancak Metternich’in baskısıyla Prusya tarafından bastırıldılar.
İngiltere’de de Chartist hareket sahneye çıktı.
Buraya kadar değindiğimiz çaplı alt üst oluş gerçeğin ardında yatan dinamiklere gelince: Napoléon’un düşüşünü izleyen kesitte kapitalist ilişkiler Avrupa’nın birçok ülkesinde gelişmeye devam etti. İmalathanelerin sayılarının çoğaldığı, işçi kentlerinin yükseldiği görülüyordu, ama köylerde, köylülerin yoksullukları gittikçe koyulaşmaktaydı.
Örneğin İtalya ve İspanya’da, yığınların eskiden beri kötü olan yaşam koşulları; iktidarı tekrar ele geçiren soylu ve rahip sınıflarının ayrıcalıklarını yeniden işler duruma getirmeleri, devrim sırasında kapatılmış olan manastırları yeniden açmaları ve engizisyon mahkemelerini yeniden kurmaları ile acınacak duruma geldi.
Fransa’da, X. Charles (1824-1830), başa geçer geçmez, ihtilalde kaçan göçmen ailelere büyük tazminatlar verdi. Daha sonra dine karşı kiliselerde işlenen suçlar için ölüm cezasını kabul etti. Bununla yetinmeyerek, başta üniversiteler olmak üzere, daha aşağı derecedeki okulları dahil kilisenin denetimine soktu.
1815-1830 Restorasyon Dönemi’nde reaksiyonun örtüsü, ona karşı olan herkesi aynı ölçüde örttü ve bu örtünün altındaki karanlıkta Bonapartistlerle cumhuriyetçiler, ılımlılarla radikaller arasındaki farklılıkları ayırt etmek hemen hiç mümkün değildi. 1830’lara doğru Robert Owen’ci “kooperasyon”un himayesinde siyasette ve ideolojide bağımsız bir proleter eğilimi ortaya çıktı
Temmuz monarşisi döneminde iktidar; yüksek burjuvazinin yanısıra bankacıların, demiryolu işletmeciliğine yatırım yapan işadamlarının, demir ve kömür madeni sahiplerinin elindeydi. Bu gruba, çoğunluğu eski ulusal mülkleri elinde bulunduran toprak sahiplerinin bir kesimi de katılıyordu.
Bu kapsamda Avrupa’da 1830’lu yıllar bir yandan sanayi kapitalizminin büyük hamleler yaptığı, diğer yandan kitle hareketlerinin büyük bir önem kazandığı yıllardır. Lyon gibi sanayi şehirlerinde sömürünün ve sınıfsal çelişkilerin derinleşmesi, işçi sınıfının çeşitli bileşenlerinin (zanaatkârların ve sanayi işçilerinin) geniş çaplı gösteriler düzenlemesine yol açmıştır; dönemin işçi basını da işçilerin örgütlenmesi açısından önemli bir mecra teşkil etmiştir.
İşçi hareketleri 1830’larda salt iktisadi talepler ortaya koymamıştır; İngiltere’de seçim hakkı, Fransa’da ise cumhuriyet talebi işçi hareketlerinin en önemli mücadele başlıklarındandır. İşçilerin siyasi katılımını engelleyen mekanizmaların vergi esasına göre kısıtlanmış seçim sistemi gibi iktisadi-sınıfsal ölçütler üzerine oturması, mücadelenin siyasi ve iktisadi taleplerinin birbirinden ayrılmaz niteliğini kuvvetlendirmiştir. Buna ek olarak, 1830’lu yılların başındaki devrim dalgası, işçi kitlelerinin tarihin öznesi olabileceği yönündeki fikirleri canlandırmıştır.
Ütopyacı düşünce 1830’lu yıllarda önemini korumuştur; gerek Robert Owen ve Charles Fourier’nin hâlen hayatta olmaları, gerekse Saint-Simon’cu hareketin (ve bu hareketten kopan grupların) canlılığı, 1830 öncesi dönemin ütopyacı düşüncesiyle sürekliliği sağlamıştır. Ütopyacılık 1830’lu yıllarda işçi sınıfıyla bağlantısı sorunlu ya da marjinal nitelikte bir hareket değildi. İşçi basını ütopyacı basınla ve yazarlarla diyalog içindedir; Robert Owen gibi bazı yazarlar ise 1820’lerden itibaren işçilerle kurdukları bağlantıları sürdürmekte, doğrudan doğruya işçilerin yaşam koşullarını düzeltmek için çaba göstermektedirler. Bununla birlikte, kitle hareketleri, cumhuriyetçilik, sosyalist düşünce ve felsefi eleştirinin daha yoğun bağlarla bütünleşmesi için 1840’ları beklemek gerekmişti.
Tıpkı Neil Mcwilliam’ın işaret ettiği gibi, “Fransa da 1830-1850 arası döneme iki devrim damgasını vurur: Krallığa son veren 1830 Devrimi ve İkinci Cumhuriyet’in ilan edildiği 1848 Devrimi. Her iki devrimin de ilk anda başarıyla sonuçlanması, bu dönemde insanlığın kurtuluşuna ilişkin umutları canlandırır ve bir ütopyalar çağına yol açar. Saint-Simon ve Charles Fourier’nin ‘sosyalist ütopya’larıyla Marx ve Engels’in komünizmi hep bu çağın eserleridir. Bu ütopyaların hedefi, hayatın sanat gibi, şiir gibi yaşandığı toplumlardır. Bu nedenle de, sanatçılara devrimci dönüşümlerin önderliği rolünü verirler. Sanatı ve sanatçıyı ilk kez bu ütopyalar, bir ‘avangard’ olarak tanımlarlar. Sanatı bir ‘umut ilkesi’, bir ‘mutluluk vaadi’ olarak görüp hayatla ve siyasetle kaynaştıran fikirler, ütopyalar çağında ortaya çıkar. XX. yüzyılda modernist estetiği, mimarlığı ve avangard hareketleri yönlendiren başlıca saikler de bu fikirler olacaktır. Tarihin sonunun ve sosyalizmin ölümünün ilan edildiği günümüzde, yeni mutluluk hayallerine belki de her zamankinden fazla ihtiyacımız var.”
1848: HALKLARIN BAHARI
1830’dan sonra Avrupa’da halklar haklarını daha kesin ve ileri düzlemde savunurken; baskılara karşı liberalizm ve hürriyetçilik düşünceler de yaygınlaşmaya başlamıştı.
Emareleri üç yıl kadar öncesinden iktisadi krizle başlayan 1848’i, tarımsal üretimde (patates, vb.) tıkanıklık tetiklemişti. Kriz hem işsizliği hem de, işçi sınıfının yükünü artıracaktı. Bu süreçte liberalizm ile milliyetçilik fikriyatı ön plana çıkarken; başkaldırılar her ülkede farklı gerçekleşmişti. Ancak Avrupa da milliyetçilik, Fransa’da patlak veren ayaklanmalarla başlayacaktır.
1848’de hem eski-yeni arasında, hem de yeninin içinde çatışmalar yaşandığından; 1830’dan da kapsamlı, kanlı sarsıcı olmuştu.
1848 bir işçi ayaklanması, halkların baharı ve dünya devrimidir; Immanuel Wallerstein’ın, “Yalnızca iki dünya devrimi olmuştur. Biri 1848’de oldu. İkincisi ise 1968’de,” notundaki üzere…
1848 Devrimi 24 Şubat’ta Fransa’da patlak vermiş ve tüm Avrupa kıtasına yayılmıştır. 13 Mart’ta Viyana, 18 Mart’ta Berlin ayaklanmış, 10 Nisan’da İngiltere’de Chartistler büyük bir gösteri düzenlemiş, Mayıs başında İtalya’da bir halk başkaldırısı olmuştur. Yani bu kesitte Avrupa devletleri büyük alt üst oluşlarla yüzleşmişlerdir.
Evet Mark Mazower’in ifadesiyle, “Devrimcilerin hükümdarları devirdikleri, Paris, Prag, Viyana ve Venedik’te özgürlük çığlıklarının ısıtıldığı olağanüstü bir yıldı 1848.”
Paris’te başlayıp neredeyse bütün dünyaya yayılmıştır. Monarşi yıkılmış, demokrasi talep edilmiştir. Bu devrimle birlikte milliyetçi hareket başlamış ve Avrupa’da, özellikle de kuzey İtalya ve Macaristan’da milliyetçilik akımı sürdürülmüştü.
1848 Devrimler zinciri Ocak ayında Napoli ve Palermo’daki hareketlerle başladı. Napoli’deki ayaklanma sonrası II. Ferdinand liberal bir anayasa kabul etmek zorunda kaldı. Napoli’yi Piemonte, Papalık ve Toscana izledi. Böylece Avusturya işgali altındaki topraklar dışında tüm İtalyan devletlerinde liberal anayasalar kabul edildi. Avusturyalıları püskürten Venedik’te 23 Mart 1848’de cumhuriyet ilan edildi.
Piemonte kralı Carlos Alberto’nun Avusturya ordusunu yenmesi üzerine, Parma, Modena, Lombardia ve Venedik, Piemonte’ye katılma kararı aldı. Böylece tüm kuzey İtalya Piemonte devleti ve Carlos Alberto etrafında birleşmiş oluyordu. Ancak bu durum kısa sürdü. Carlos Alberto’nun iki defa Avusturya ordusuna yenilmesiyle birlikte tüm yarımadada eski düzenden yana olanlar harekete geçti.
1849’da anayasalar askıya alınıp eski mutlakçı yapılar yeniden tesis edildi. İtalya’nın siyasal birliği (Risorgimento) yine gerçekleşmemişti. Tahttan çekilen Carlos Alberto’nun yerine geçen II. Viktor Emanuelle ve başbakanlığa atanan Kont Cavour ilerleyen süreçte bu birliği gerçekleştireceklerdi.
Fransa’da 1830 devrimleri sırasında tahta geçen Louis-Philippe’in uygulamalarıyla özellikle mali sermaye zenginleşmişti. 8 yıldır başbakan olan Guizot, ülkeyi 250 bin seçmen tarafından seçilen bir meclis ile yönetmekteydi. Küçük burjuvazi, köylüler ve işçiler seçim haklarından tamamen yoksun bulunuyordu.
Oy hakkının genişletilmesi yolundaki çabalara kral Louis-Philippe ve başbakan Guizot karşı çıkıyordu. 22 Şubat 1848’de Paris’te oy hakkının düzenlenmesi için yapılacak gösteriyi hükümet bir gün önce yasakladı. 21 Şubat gecesi Paris’te işçilerin oturduğu semtlerin sokaklarında hükümete karşı direnmek amacıyla barikatlar kuruldu.
Ayaklanma kentin tümüne sıçradı. Kral Louis-Philippe, 1830’da Charles’ın yaptığı gibi, 24 Şubat günü tahttan çekilerek, İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. Bourbon sarayında toplanan burjuvazinin temsilcileri ulusal kurucu meclis toplanıncaya kadar geçici bir hükümet kurdular.
Halk bir düğme işçisi olan Albert ile sosyalist Louis Blanc’ın da geçici hükümete katılması için direndi. 25 Şubat günü işçilerin büyük gösterileriyle cumhuriyet yeniden ilan edildi. Yapılan seçimler sonucunda meclise 500 cumhuriyetçi, 300 kralcı ve 100 sosyalist milletvekili girmişti. Cumhuriyetçilerin çoğunluğu sanayi burjuvazisinin temsilcisiydi ve yoğun olarak köylülerden oy almışlardı.
Yeni hükümette Louis Blanc ve Albert görevden uzaklaştırıldı. Haziran ayında ulusal muhafız kıtasının şiddetli müdahalesi başladı. Paris, “Kanlı Haziran” diye adlandırılacak 24-26 Haziran günleri arasında birçok silahlı çatışmaya sahne oldu ve işçi direnişi ezildi. 1848 Devrimleri Fransa’da son bulmuştu.
1848 Kasım’da yeni bir anayasa onaylandı. Cumhuriyet rejiminin kabul edildiği bu anayasa ile Fransa’da ikinci cumhuriyet dönemi başlamıştı. Aralık 1848’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini Napoléon Bonaparte’in yeğeni Louis Napoléon kazandı. 4 yıl boyunca ülkeyi yöneten Louis Napoléon 1852’de bir darbeyle iktidarı tamamen ele geçirecek ve III. Napoléon adıyla imparatorluğunu ilan edecekti.
İtalya’da Ocak, Fransa’da Şubat ayında başlayan ayaklanmalar, Mart ayında küçük Alman devletlerinde yankısını buldu. Bütün küçük Alman devletlerinde birleşmiş bir Almanya için gösteriler başladı. 18 Mart 1848’de Berlin’de ayaklanan halk bir anayasa isteğini dile getiriyordu. Sert bir müdahale ile karşılaşılsa da Berlin’de işçiler direndi.
Prusya Kralı IV. Wilhelm yeni bir bakanlar kurulu atayarak, bir anayasa yayınlamayı kabul etti. Frankfurt meclisi bütün Almanya için bir anayasa kaleme alıp, Prusya kralını Alman imparatoru ilan etse de IV. Wilhelm bu öneriyi geri çevirdi.
Avusturya farklı etnik toplulukları içinde barındıran bir imparatorluktu. Bu nedenle Avrupa’da 1815 düzeninin mimarı Metternich, hızla güçlenen liberal, özgürlükçü ve milliyetçi hareketlere şiddetle karşıydı. 1830’daki devrim dalgasını atlatan Avusturya, 1848 Devrimlerinden ağır biçimde etkilendi.
Fransa’da Şubat 1848’de cumhuriyet ilan edildiği haberi Avusturya’ya ulaştığında Prag’da ve Macaristan’da binlerce kişi sokağa döküldü. 13 Mart’ta ayaklanan işçi ve öğrenciler Viyana’da sarayı bastılar. 1815’den beri Avusturya ve Avrupa’nın kaderinde belirleyici bir rol oynayan Metternich, kılık değiştirerek İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı.
16 Mart’ta Macaristan bağımsızlığını ilan etti. I. Ferdinand Macaristan hükümdarı olarak da kaldı ama artık Macaristan’ın ayrı bir hükümeti vardı. Macaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi üzerine Macar sınırları içindeki Romen, Hırvat gibi azınlık topluluklar da kendi bağımsızlıkları için ayaklanmalara katıldılar.
Ekim 1848’de Çek ve Hırvat birliklerinin desteklediği Avusturya ordusu Viyana’yı sardı. 3 günlük direnmeden sonra Viyana düştü. Şehrin işçi mahalleleri yağmalandı çok sayıda isyancı kurşuna dizildi. 2 Aralık’ta da ordu kral Ferdinand’ı çekilmeye zorladı ve yerine 18 yaşındaki Francis Joseph geçti.
1849 başlarında kısa bir süre için yeniden canlanan devrimci dalga üzerine Avusturya, Kutsal İttifak’ı yeniden canlandırarak Rusya’dan yardım istedi. Ağustos 1849’da 100 binden fazla Rus askeri Macar ayaklanmasını tamamen bastırdı. Macar milliyetçileri ise liderleri Kossuth’un ile birlikte Osmanlı Devleti’ne sığınıp, oradan da ABD’ye geçtiler.
1848 Devrimlerinin sonuçlarına gelince, öncelikle Fransa’dan başlayarak Prusya, Avusturya, Alman prenslikleri, Polonya, Piemonte, Venedik ve bütün kıtada Viyana Kongresi ile teminat altına alınmış olan monarşilerin egemenlik alanları 1848 Devrimleri ile birlikte yıkılmanın eşiğine geldi.
Farklı ülkelerde farklı talepler ağırlık kazansa da hepsinin ortak noktası, mutlak monarşilerin yıkılması, parlamenter yönetimlerin kurulması, orta çağdan kalma feodal mülkiyet ilişkilerin ortadan kalkması olarak özetlenebilir. Ancak her coğrafyada farklılaşan siyasal hedefler de vardı.
1815 düzenine göre parçalanmış bırakılan İtalya ve Almanya’da milliyetçi hareketler siyasal birlik için mücadele ederken, Polonya’da ülkenin birliği için harekete geçiyorlardı. Buna karşılık çok uluslu Avusturya imparatorluğu’nda ayaklanan milliyetçiler bağımsızlıklarını istiyordu.
Deyim yerindeyse, İtalya, Almanya, Polonya gibi parçalanmış siyasal yapılarda “bütünleştirici” etki gösteren milliyetçi hareketler, Avusturya gibi çok uluslu geleneksel imparatorluklarda “parçalayıcı” bir etki yaratıyordu. 1848 Devrimleri açısından bir başka önemli noktada, 1820 ve 1830’da barikatların arkasında mutlakçı “eski rejimlere” karşı birlikte mücadele eden burjuvazi ve işçi sınıfı arasında daha önce beliren yol ayırımının keskinleşmesiydi.
1820 ve 1830’da mutlak monarşilerin anayasa ile sınırlandırılmasını burjuvaziyle birlikte talep eden işçiler, 1848’de uzun çalışma saatleri, düşük ücretler, sağlıksız yaşam koşulları, çocuk ve kadın emeği üzerindeki yoğun sömürüye karşı çıkıp, sendika ve grev hakkını savundukça, liberal burjuvaziyle araları açıldı.
1848’de pek çok coğrafyada devrimci hareketlerin başarısız olmasının temelinde, burjuvazinin çalışan sınıfların taleplerinden çekinerek eski düşmanları olan mutlakçı monarşilerle uzlaşması da yatıyordu.
1848 Devrimlerinden sonra, gerek farklılaşan talepler, gerek Karl Marx ve Friedrich Engels’in ‘Komünist Parti Manifestosu’yla ortaya koyduğu programatik çerçeve doğrultusunda liberalizm ile sosyalizmin yolları kesin olarak ayrılıyordu.
Nasıl olursa olsun 1848; ayaklanma, devrim ve özgürlük hareketlerinin baharıdır ve işçi sınıfının politik taleplerinin Avrupa’yı sarsmasıyla bilinir. Devrimlerin akabinde, ayrıca burjuvazinin ilerici barutunu tükettiği görülmüştür.
Öncesi ve sonrası ile bir bütün olan 1848, onu yaratan tarihsel koşulların politik etkiler anlaşılmadan kavranamazken; Karl Marx ile Friedrich Engels’e ‘Komünist Parti Manifestosu’nu yazdıran koşullar 1848 Devrimleri’ni de hazırlamıştır.
XVIII. yüzyıl sonlarında başlayıp, XIX. yüzyılda süren hakikât Eric Hobsbawm’ın deyişiyle, “Devrimler Çağı”nı açmıştır. Bütün Avrupa’yı siyasi olarak etkilemiş ve “1830 ve sonra da 1848-1849 yıllarında çıkan halk ayaklanmaları kıtanın önemli ülkelerinde kurulu yetkeyi yıkmıştır.”
1848 Devrimleri 1815’ten biri sürmekte olan siyasal istikrar ve süreklilik ile tanımlanan Metternich düzenini yıkmıştı. Aynı zamanda o ana kadar ileriye dönük perspektifini tam anlamıyla kaybetmemiş burjuvazi 1848 Devrimleri sonrası Fransız Devrimi tarafından yaygınlaştırılan ve benimsenen “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” gibi birtakım burjuva ideallerini terk edecekti. Zira bu ideallerin işçi sınıfının elinde siyasal olarak bayrak hâline gelmesi burjuva iktidarını tehdit etmeye başlamıştı. Dahası, burjuvazi siyasal iktidara artık tam anlamıyla hâkim olmuştu.
Karl Marx’a göre 1789, 1830 ve 1848 Devrimleri önce Fransa’da patlak vermiş ve ardından bütün Avrupa kıtasına yayılmışlardı. Şubat devrimi Fransa’ya bir takım siyasi haklar getirmişti. Fransa’daki toprak ve mülkiyet sahibi köylüler artık siyasi bir nitelik kazanmıştı. 1830 Temmuz Devrimi gibi 1848 Şubat Devrimi de sermayeci, kapitalist bir oluşumdu. Çünkü Şubat devrimi burjuva mantığını iktidara çıkarmış ve işçi sınıfını azınlıkta bırakmıştı. Fransız proletaryası tek başına bir siyasi kazanım elde edemeyeceğini anladığı için burjuva tarafıyla ortak hareket etmiş ve az olsa da işçi sınıfı için birtakım kazanımlar elde etmek için uğraş vermişti. Evet, Şubat 1848 ayaklanmasının işçi karakteri zayıftı, fakat süreç ilerledikçe 22 Haziran’da ulusal atölyelerin kapatılmasının ardından Paris işçi ayaklanmalarına sahne oldu. Bu ayaklanmalarda işçiler kısıtlı imkânları ile artık başta oturan burjuva sınıfını yıkmaya ve işçi egemenliğini tanıtmaya çalıştılar. Peki ama 22 Haziran’da başlayan Paris işçi ayaklanması neden başarısız oldu?
Paris işçi ayaklanması sosyalist işçi kesiminin bir başkaldırısı niteliği taşımasına rağmen, bu ayaklanma bir lider ve askeri araç ve gereçten yoksun olarak gelişmişti.
İşçi sınıfının bağımsızlaşmasının da göstergesi özelliği taşıyan 1848 Devrimleri’ne ilişkin Karl Marx ile Friedrich Engels’in ‘Komünist Parti Manifestou’ndaki coşkulu söylemleri temelsiz değildi. Yaklaşmakta olan kıtasal devrimci kabarışı görmüşlerdi. “1848 Devrimleri” diye bilinen altüst oluş, Fransa, Alman konfederasyonu, Prusya, Avusturya, Bohemya, Macaristan, İtalya Eflak ve Moldavya’yı doğrudan; İsviçre, Belçika, Danimarka ve İspanya’yı dolaylı olarak etkiledi. 1848 basında neredeyse tüm Avrupa ayaktaydı. Zanaatkarlar, işçiler, öğrenciler Paris, Berlin ve Viyana’da barikatlar kurup sokak çatışmalarını başlattılar.
1848 Devrimlerinin en önemli üç özelliği, istemlerinin burjuva demokrat, anti-feodal, anti-monarşik karakteri, hareketin katılımcıları bakımından hissedilir bir emekçi ağırlık taşıması ve barikat ve sokak savaşları biçimini almasıydı.
Hazırlıksız yakalanan rejimler ayaklanmalar karşısında ne yapacaklarını şaşırdılar; 1848 ilkbaharında Avrupa’nın her yerinde, ayaklanma barikat ve sokak çatışmaları vardı.
1848 sonbaharında ise devrim her yerde yenilmişti. Avrupa monarşisinin, gericiliğinin “Kutsal İttifak”ı üstün gelmişti.
1848 Devrimleri Avrupa devrimci sosyalist hareketi için bir dönüm noktası, bir milat oldu.
Karl Marx ile Friedrich Engels, 1848 Devrimi Şubat’ta patladığı zaman, Friedrich Engels’in sözleriyle, “Geçmiş tarihsel deneyin, özellikle de Fransız deneyinin büyülü etkisi” altındaydılar. 1848 Devrimlerinde de önceki burjuva devrimlerine göre çok daha gelişkin durumda olan proletarya, küçük burjuvazinin ve köylülerin başına geçerek devrimci rolü üstlenebilirdi. Özetle böyle düşünüyorlardı.
1848 Devrimleri bu öngörüyü doğrulamadı. Fransa’daki Haziran ayaklanması, Avrupa tarihinin ilk proleter devrimci kalkışması biçimini kazanır kazanmaz başta Alman burjuvazisi olmak üzere Avrupa burjuvazisi büyük bir korkuya kapılarak monarşiyle uzlaştı.
1848 Devrimlerinin yenilgiyle sonuçlanmasının bir nedeni burjuvazinin kendi devrimine ihanet etmesi ise, ötekisi devrimci blokun ufuksuzluk, iç çelişkiler ve örgütsüzlük nedeniyle kritik anda sonuç belirleyici bir siyasal ağırlık oluşturamamasıydı. Belki daha önemlisi, ayaklanmanın açık ve kesin olarak belirlenmiş bir amacının, planının ve önderliğinin olmamasıydı.
Devrimin yenilgisinden herkes kendine göre sonuçlar çıkardı.
Karl Marx ile Friedrich Engels, birinci olarak, 1848 yenilgisinin kıtanın bir proleter devrim için nesnel bakımdan yeterince olgunlaşmadığını gösterdiğinin altını çizdiler.
Friedrich Engels, Karl Marx’ın ‘Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850’ eserine girişte (1895), tarihin 1848’de “Kıta üzerindeki ekonomik gelişme durumunun kapitalist üretimi ortadan kaldırmak için yeterince olgun olmadığını” gösterdiğini yazdı.
Çıkardıkları ikinci ders, “Mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılana, proletarya devlet gücünü ele geçirene dek devrimi sürekli kılma”nın gerekli olduğuydu.
Üçüncüsü, “Demokratik küçük burjuvalara karşı etkin bir muhalefet ortaya koyabilmek için, her şeyden önce, işçilerin bağımsız olarak örgütlenmeleri zorunludur” dersiydi.
Ve nihayet, proletarya diktatörlüğü düşüncesi: “Bu sosyalizm, genel olarak sınıf farklılıklarının, sınıf farklılıklarının dayandığı bütün üretim ilişkilerinin, bu üretim ilişkilerine denk düşen bütün toplumsal ilişkilerin ortadan kaldırılmasına, bu toplumsal ilişkilerden çıkan bütün düşüncelerin alaşağı edilmesine kadar devrimin sürekliliğinin ilanıdır ve zorunlu bir geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.”
“1830 devrimlerini yapanlar 1848’i bastıranlardır,” gerçeğinin altını ısrarla çizerek toparlarsak: Avrupa’nın politik tarihinde önemli dönemeçlerden biri olan 1848 Devrimi bir dünya devrimidir; işçi sınıfı hareketi açısından önemli dersler içerir.
1848 Devrimi aslında yalnızca gerçekleştiği 1848 yılına ait bir devrim değildir. Kökleri büyük Fransız Devrimi’ne kadar gider. 1830’da Fransa’da gerçekleşen başka bir devrimle ilişkisi vardır. Sonrasındaysa etkileri Avrupa’nın şekillenmesinde görülen büyük bir devrim olarak anılmayı hak etmiştir.
1848 Devrimi’nin siyasal ve ekonomik iki temel kökünden söz edebiliriz. Siyasal kökleri için 1789 Fransız Devrimi’ne bakılmalıdır. Diğer kök, sanayi devrimidir.
1848 aynı zamanda ‘Komünist Manifesto’nun yazıldığı tarihtir. 1848 Devrimi’nin öncekiler bakımından, işçi sınıfı açısından neden daha farklı olduğunu salt bu örneğe bakarak söyleyebiliriz. Artık ellerinde bir Manifesto vardır. Sosyalist ve komünist fikirler işçiler arasında epeyce yaygın bir biçimde egemen hâle gelmiştir. “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor,” diye başlayan Manifesto bu durumu açıklamaktadır.
1848 Devrimi’ni önceki devrimlerden ayıran en önemli özellik budur. Ve neden büyük bir şiddetle, kanla bastırıldığını açıklayan özelliklerden birisidir bu. Önceki devrimlerde burjuvalar birbirlerine böyle şeyler yapmamışlardır. Ama işçiler söz konusu olduğunda 1848 Devrimi’nin büyük bir şiddetle ve kanla bastırılması gündeme gelmiştir. 1830 Devrimi’ni başaranlar yani cumhuriyetçi burjuvazinin bir kesimi, 1848 Devrimi’ni bastırmış olan burjuvazidir. Yani 18 yıl önce bir devrimle başarı sağlamış olan burjuvazi, bir sonraki devrimde devrimi kanla bastıran durumda karşımıza çıkmıştır.
1848 ile Avrupa’nın tüm siyasal manzarasını değişti; yalnızca Fransa değil. 1848 Devrimi’ni bir dünya devrimi olarak tanımlamamıza yol açan özellikler taşırken, o dönemi Karl Marx şöyle tasvir eder: “Sokaklarda taçlar, tahtlar yuvarlanıyor”du!
GEÇMİŞTEKİ GELECEK(İMİZ): KOMÜN
Öncelikle şunu ifade etmeliyim: 1871 Paris Komünü geçmişteki geleceğimizdir!
İnsan(lık)a “Tarihin sürekliliğini parçalama bilincini” armağan eden Komün, “Le Temps des Cerises/ Kiraz Zamanı”ydı…
72 günlük ömründe, bir yandan Prusya ordusunun saldırılarına direnip, bir yandan da koca bir başkentin toplumsal ve ekonomik örgütlenmesiyle uğraşırken, hiç üşenmeden Paris’te tiyatrolara nasıl bir sansür uygulanacağını da tartışan ve sonunda hiç bir sansür uygulanmamasına karar veren proleter demokrasiydi…
Halkın, “Ne Tanrı Ne Efendi!” çığlığıydı…
Louise Michel’in, “Özgürlükten yanayız ve bunun, kökeni ve biçimi ne olursa olsun, ister dayatılmış, ister seçilmiş olsun, kralcı ya da cumhuriyetçi olsun herhangi bir iktidarın varlığıyla bağdaşmayacağına inanıyoruz... Eşitlik olmadan özgürlük olamaz! Bizim istediğimiz eşitlik, özgürlüğün önkoşulu olan fiili eşitliktir!” haykırışıydı…
Walter Benjamin’in, “Özgürlük mücadelesinin sadece gelecek güzel günler için değil, mağlup kuşaklar için de verildiği”ni yazdığı şeydi.
Hasılı Marksist-Leninist devrim tahayyülü açısından bir dönüm noktasıydı…
Siyasal anlamını Karl Marx’ın, “Gerçek gizi şudur: üreticiler sınıfının mülk sahibi sınıfa karşı mücadelesinin ürünü, emeğin ekonomik kurtuluşunun gerçekleşebileceği en sonunda bulunan politik biçim; temelde bir işçi sınıfı hükümetiydi,” biçiminde çözümlediği Komün’ün ortaya koyduğu temel düşünce, devrimin mevcut devleti fethetmekle ilgili bir eylem olması yanında, aslî olanın devlet aygıtını “parçalayarak” yerine doğrudan demokrasi siyasallık biçimi koymasıydı.
Karl Marx Komünü, desteklemekle kalmayıp onu bir devrim “modeli” hâline getirip; teoriye “ihtilalci bir gelenek” kazandırırken; yerkürede savaşan tüm işçilerin ortak davasına dönüştürdü.
“İyi de neydi Komün” mü?
Toplumsal devrimin ilk öncü müfrezesi idi.
Emekçi yığınların tarihsel girişkenliğinin “olağanüstü” bir örneğiydi; tarihi bir inisiyatif, kahramanlık, cesaret ve özveri idi.
“Siyasal iktidarın işçi sınıfı tarafından fethini temsil ediyordu” ve “sınıflı toplumu tarihe gömecek büyük toplumsal devrimin şafağı idi”.
Ve en önemlisi, Komün, “devletin yadsınması” idi.
Onun yenilgisi, gelecekteki zaferlerin yolunu açtı.
“Komün ezilse bile, savaşım sadece ertelenecek. Komün ilkeleri ölümsüzdür ve yokedilemezler; bu ilkeler, işçi sınıfı kurtuluşunu elde edeceği güne değin kendilerini zorla kabul ettirmekten geri kalmayacaklar,” dedirtti.
Evet “toplumsal devrimin öncüsü”ydü Paris Komünü.
Tarihte ilk kez sermayeye karşı savaş ilan ediliyordu; emeğin kurtuluşu için büyük kahramanlıklar sergilenerek, “cennetin fethi”ne girişiliyordu.
Burjuvazinin artık yönetemediği, ama proletaryanın da henüz yönetecek durumda olmadığı bir dönemde, 18 Mart 1871’de kurulan “Komün savaşçılarının anısı, sadece Fransız işçileri için değil, ama tüm dünya proletaryası için kutludur. Çünkü Komün yerel ve sıkı sıkıya ulusal bir amaç için değil, ama tüm emekçi insanlığın, bütün aşağılanmışların, bütün küçük düşürülmüşlerin kurtuluşu için savaştı. Toplumsal devrimin öncü savaşçısı olan Komün, proletaryanın acı çektiği ve savaştığı her yerde sevgiler kazandı. Yaşam ve ölüm tablosu, dünya başkentini eline geçiren ve iki aydan çok elinde tutan işçi hükümeti imgesi, proletaryanın kahramanca savaşımının ve yenilgiden sonraki acılarının görünüşü, tüm bunlar milyonlarca işçinin ruhunu tutuşturdu, sosyalizme olan umutlarını canlandırdı ve sevgilerini kazandırdı. Paris toplarının gürlemesi, proletaryanın en geri katmanlarını derin uykularından uyandırdı ve sosyalist devrimci propagandaya her yerde yeni bir atılım verdi. Bu nedenle Komün’ün yapıtı ölü değil, şimdiye değin her birimizde yaşadı o. Komünün davası toplumsal devrim davasıdır, emekçilerin bütünsel siyasal ve iktisadi kurtuluş davasıdır, dünya proletaryasının davasıdır. Ve bu anlamda ölümsüzdür,” der ve ekler V. İ. Lenin:
“Paris’teki yazgısı ne olursa olsun o, dünya turu yapacaktır”!
1871’de kurulan bir organizasyon olarak tanınan Paris Komünü’nün önemi, çığır açan tarihsel girişkenliğiyle, ilk proletarya “iktidar” deneyimi olmasıydı; ama bunun da ötesinde işaret edilmesi gerekenler vardı.
Paris Komünü’nün ilk ortaya çıkışı 1789 Bastille Ayaklanması’yla ilintilidir. Paris Komünü’nün gerçek bir güç hâline gelişi de kralın iktidardan indirilmesiyle sonuçlanan 10 Ağustos 1792 başkaldırısıyladır.
Söz konusu tarihte Komün Paris’te ‘konvansiyon’la birlikte ikinci bir iktidar gücü olmuştu. En büyük icraatları meclis basarak Jirondenleri iktidardan indirip, yerlerine Jakobenleri getirmeleri, Maximilien Robespierre’in Montanyar’larına (Dağlılar) terör siyaseti ile genel tavan fiyat yasasını çıkarttırmalarıdır.
Bu sayede Paris açlıktan kurtulmuştu. Ana karargâhları Hôtel de Ville’dir ve Pierre Gaspard Chaumette, Jacques-René Hébert, François Hanriot, Jacques Roux ve sayısız isim Komün’ün tarihine adını yazdıran isimlerdi. Komün, 1795’de Thermidorcu’lar tarafından kapatılmıştı.
Bu işin bir yanıydı; bunu tamamlayan ötekine gelince: 18 Mart 1871 Komünü, Paris işçi sınıfının burjuva sınıfa karşı ayaklandığı, “egemen bir sınıf olarak örgütlenme”ye yöneldiği tarihsel bir girişimdi. Emek-sermaye çelişkisi ekseninde “sınıfa karşı sınıf” savaşımıyla zafer kazandığı bir gündü. Sadece proletaryanın değil, insanlığın kurtuluşunun çoban yıldızı, işaret fişeğiydi.
Emeğin kurtuluşunun sınıfsal şiddeti ve proletarya diktatörlüğünü zorunlu kıldığını; iktisadî ve toplumsal sınıf çıkarlarının ancak siyasi mücadele ve sınıf iktidarıyla güvenceleneceğini gösteren Paris Komünü, o tarihsel uğrakta proletaryanın bağımsız toplumsal gücünün, politik eyleminin doruk noktasıydı.
Kitlelerin tarihsel gücünün, girişkenliğinin, eyleminin devrimci praksisi olarak Komün’ün dinamikleri kapitalist toplumun bağrında oluşup; nesnel koşullar tarafından hazırlanıp, koşullanmıştı.
Komüne giden yolun taşları 1830’larda döşenirken; 1834’de Alman siyasi mülteciler grubu, Paris’te gizli dernek ‘İllegaller Birliği’ni kurarlarken; daha sonra 1836’da da bu grubun içerisinden “en aşırı ve en proleter” olanlar, gizli bir örgüt olarak “Adiller Birliği”ni kurarlar.
Söz konusu derneğin Fransa, Almanya ve İngiltere’de çeşitli şubeleri açılır. Örgüt, Londra’ya taşındıktan sonra bir “Alman örgütü” olmaktan çıkar, enternasyonal karaktere bürünür.
Karl Marx ile Friedrich Engels de, devrimci proleter Jeseph Moll’un daveti üzerine 1847’de bu örgüte girerler. Aynı yıl toplanan I. Kongre’de ana sorun, “Birlik’in yeniden örgütlenmesi”dir. Kongrede birlik, “Komünist Birliği” adını alır.
- Kongre’nin hazırlamış olduğu tüzük, bütün seksiyonlarda tartışılır ve 8 Aralık 1847 tarihinde II. Kongre’de görüşülerek kabul edilir. Bu kongreye Karl Marx da katılırken; kongrede ‘Komünist Manifesto’nun yazılması görevi Karl Marx ile Friedrich Engels’e verilir.
- İ. Lenin’in, “Ölümsüzdür o,” notunu düştüğü Paris Komünü güzergâhında kolektif proletarya hâlâ bu “siyasal ve iktisadi kurtuluş davası”nın peşindedir; ücretli köleliğin doğaya, ürettiğine ve kendisine yabancılaştırılmasına son verene kadar!